2 MAYIS 2011

2 MAYIS 2011

2 MAYIS 2011_MİRZABEYOĞLU_LADİN_ALİ OSMAN ZOR

 

2 Mayıs 2011 tarihi diyebilirimki hayatımın dönüm noktalarından biri…

Saat öğleden sonra ikibuçuk – üç gibi… Tam olarak hatırlayamıyorum… Dostum Dilmurat telefonda:

–          Ali Osman Bey televizyonlara baktınız mı, Usame’nin şehid edildiği haberini veriyorlar.

Dilmurat’ın telefonu üzerine hemen televizyonu açtım. Gerçekten de tv kanalları büyük mücahit, lider Usame Bin Ladin’in Amerikan askerî birlikleri tarafından Pakistan sınırında katledildiği haberini veriyorlardı. Fakat hemencecik dikkatimi çeken bir ayrıntı vardı ki, o da şu; eğer büyük mücahit bugün şehit edilmişse aynı gün haber ajanslarının bu kadar teferruatlı haber geçmesi mümkün olamazdı.

Mart ayının sonlarında yapılan son “görüşmeden” dolayı hareketi sıkı takip ettiğimizden olsa gerek, bu teferruat hemen dikkatimi çekmişti.

Hem bunları düşünüyor, hem haberleri seyrediyor, diğer taraftan da dershaneye yetişebilmek için hazırlanıyordum.

Bu düşünceler içinde bu sefer Dilmurat’ı ben aradım. Niyetim dikkatimi çeken bu ayrıntıyı sormak… Daha ben mevzuya girmeden Dilmurat;

–          “Ali Osman Bey, ben size oradaki kaynaklarımızın, Usame’nin yaklaşık bir ay önce şehid edilmiş olabileceğini bildirdiklerini aktarmıştım. Belki aceleyle söylediğim için dikkatinizi pek çekmedi. Daha sonraki günler, hâdise hakkında teferruatlı bilgi aldım ama görüşemediğimizden dolayı size ulaştıramadım. Büyük bir çatışma olmuş. İki F16 uçağın düşürüldüğü, zırhlı araçların tahrip edildiği, 50’den fazla Amerikan askerinin öldüğü söyleniyor.”

Dilmurat telefonda bu bilgileri verirken, ben de gözüm televizyonda, telefonu omzumla kulağımın arasında sıkıştırmış, dershaneye gitmek için giyiniyorum. Dostum Dilmurat konuştukça, büyük mücahit ve yanında şehit olan savaşçılarının, yanlarında epey işgalci Amerikan askeri götürdüklerini öğreniyor ve şanına yakışır bir şekilde şehit düştüğünü düşünüyorum.

Dilmurat Bişkek’te değil. Tarih vererek “geldiğimizde daha teferruatlı görüşürüz, kendinize dikkat edin! Allah’a emanet olun!” diyerek telefonu kapatıyor.

Mayıs’ın başlarında Bişkek serin olur. “Mont mu, ceket mi giyeyim?” diye düşünürken ikisini de giymemeye karar veriyorum. Serinliğe inat üzerimde kısa kollu spor bir gömlek var.

“İstanbul’a haber versem mi?” diye düşünürken dershanenin müdürü arıyor;

“Ali Osman Bey derse gelecek misiniz?”

Türkçe dersim var, yani bugün öğrenci değil, öğretmenim.

“Geleceğim. 20 dakika sonra oradayım!”

Kalbime düşen garip bir hisle telefonu kapatır kapatmaz “İnşallah” demediğim aklıma geliyor.

İstanbul’u dersten sonra ararım. Daha fazla geç kalmadan gitmeliyim. Spor ayakkabılarımı giyiyor ve bağcıklarımı bağlıyorum… Kapının hemen karşısındaki boy aynasında kendime son bir defa daha bakıyorum…

Arkamı dönüp kapının topuzuna elimi uzatmamla, kapının tok ve sert vuruluşuyla irkilmem bir oldu.

Evin bulunduğum yeri ışığı söndürdüğüm için karanlık, onun için kapının göz deliğinden dışarıya bakıyorum… Gördüğüm manzara karşısında elim ayağım boşalıyor, kalbim yerinden fırlayacak gibi. Sakin olmam gerektiğini kendime telkin ederken, ellerim titreyerek Dilmurat’ı tekrar arıyorum…

–          “Dilmurat, şu an kapının önünde kalabalık bir grup var. Şiddetle kapıyı vuruyorlar. Tahminim bunlar FSB (Kırgız İstihbaratı), içlerinde bizimkiler  (MİT) veya diğerleri (CIA) var mı, bilmiyorum.”

Dilmurat kapıyı açmamamı söylüyor. Gerekli yerleri aramak için telefonu kapatıyor.

Yaklaşık iki buçuk-üç ay önce Kırgızistan’ı terk etmem söylenmiş, bunun için de belli bir süre verilmişti. Ben alınan karar doğrultusunda, bu süreyi Kırgızistan’ı terk etmem için değil de, yeni bir ev bulmak için kullandım. Bir gün önce, bir alış – veriş merkezinde izimi bulmuşlardı. Fakat Allah’ın yardımıyla o gün izimi kaybettirmiştim.

Garip olan şu ki; 1 Mayıs günü alış-veriş merkezinin çatı katından onları seyrederek, sevgili Avukat Harun Ağabeyle telefonda görüşürken hiç bir korku ve endişe hissetmemiştim. Evin kapısına dayandıklarında ise, yaşadığım hal bir gün öncekine hiç uymuyordu.

Yabancı bir ülkede baskına uğramanın da o gün yaşadığım korku ve endişede etkisi oldu zannedersem.

1 Mayıs günü AVM’nin çatısından onlara bakarak Harun Ağabeyle görüşürken, takip edildiğimi, tedirgin olmasın diye ona söylememiştim.

2 Mayıs günü ise, KGB artığı FSB, durmaksızın kapının zilini çalarken ve tokmağı vururken, durumu kime haber verebileceğimi düşünüyorum.

Dilmurat tekrar telefonda;

“Tedirgin olmayın, kapıyı kıramazlar, belki de giderler… Sabur Bey’le Toktayim Hanım yoldalar. On-onbeş dakikaya kadar gelecekler.”

Dilmurat’ın bahsettiği “on-onbeş dakika”, o gün bana “on-on beş saat” gibi gelmişti.

Toktayim Hanım’ın, daha sonra da Sabur Bey’in sesini duyduğumda saat dört buçuğa gelmişti. Toktayim Hanım daire kapısının önündeki kalabalığı âdeta püskürtüyordu.

Güvenlik hissinin ne kadar temel bir duygu olduğunu Kırgızistan’da anladım desem yalan olmaz. Toktayim Hanım’ın sesini duymamla, güvenlik hissi yeniden geri gelmiş ve sakinleşmiştim. Belirsizliğin insanların haberdar olarak bitmesi tekrar sağlıklı düşünmemi sağladı. Gelemeyeceğimi haber vermek için hemen dershaneyi aradım.

Toktayim Hanım’ın,

“Ali Osman aç!” sesiyle kapıyı açtım. Onu geçip kimse eve giremiyor. Sabur Bey meseleyi anlamaya çalışıyor ama ben çoktan anladım. FSB “72 milyon dolar”ın karşılığını almaya gelmişti.

Niyetim 2 Mayıs 2011 operasyonunun teferruatlarını uzun uzun anlatmak değil. Hâdiseyi Şehit Usame Bin Ladin bağlamında değerlendirmek.

Toktayim Hanım’ın arabasıyla FSB ’nin merkezine gittiğimizde, bu güne kadar yaşadığım tecrübe tutuklanacağımı anlamama yetti. Sabur Bey’i oyalıyorlar, Toktayim Hanım’a ise, ifademi alıp bırakacaklarını söylüyorlar. Dilimin döndüğünce yalan söylediklerini anlatmaya çalışıyorum ama nafile; anlatamıyorum…

Neticede, işlemlerim yapıldıktan sonra Sabur Bey’in sonradan anlayıp, itiraz etmesine rağmen tutuklandım.

Başbaşa kaldığımızda ilk söylenen söz:

“Bugün dostun da öldü. Haberin var değil mi?”

Kastettikleri şeyin ne olduğunu anlıyorum, ama ne cevap vermeliyim?..

“Sizin kastettiğiniz şekilde dostum değildi. Olsaydı şeref duyardım. Ama kardeşimdi. Allah şehadetini kabul etsin.”

İlk önceleri Rus olduğunu zannettiğim, fakat daha sonraları öyle olmayabileceğini düşündüğüm sarışın biri biraz cevval atılıyor:

“Sen görüşmedin mi onunla?.. Sınırda… Toplantıda sen de vardın!”

Tahmini konuştuğu, boş atıp dolu tutmaya çalıştığı besbelli sarışının. Bu sarışın, Rus olsa bu kadar cevval olmaması gerekirdi. 2010 devriminden sonra Rusya’ya yakın kadroların tasfiye edildiğini – o dönem için- düşünürsek Rus olmama ihtimali oldukça yüksek. İki-üç sorgudan sonra bir daha görmedim onu.

Suskunluğum karşısında ağzındaki baklayı çıkarıyor:

“Madem kardeşsiniz, seni de onun kardeşlerinin yanına gönderelim.”

Kastettiği Guantanamo’daki Amerikan üssü…

Konuşmanın bu kısımlarından sonra gözaltına alındığım tarihin, yani 2 Mayıs’ın tesadüf olmadığını anlıyorum. Yaklaşık üç ay boyunca Amerikancı medyanın “El-Kaide’nin ideologu yakalandı” şeklinde yayın yapması bu kanaatimin doğru olduğunu gösterir nitelikteydi. Rus yanlısı basın ısrarla “İBDA-C hareketine mensup Türk gazeteci” ve “politik sığınmacı” derken, diğerlerinin El-Kaide ile ilişkili gösterme gayretleri, en azından birilerinin Guantanamo’ya götürme niyetlerinin olduğunu göstermekteydi. Daha sonraları Milliyet Gazetesi’nin de bu koro da yer aldığını görünce, bu propagandada AKP Hükümeti’nin de yönlendirici olarak yer aldığını anladım.

Bişkek’te “Salafi” ve El-Kaide ideologu propagandası o kadar yaygındı ki, Av. Güven Yılmaz ve Av. Ahmet Arslan cezaevine geldiklerinde ilk söyledikleri cümle şuydu;

“Seni Guantanamo’ya götürebilirler.”

Onların söyledikleri bu durum tutuklandığım ilk günden cezaevinden kaçırıldığım son güne kadar tehdit unsuru olarak kullanıldı.

Burada belirtmeden geçemeyeceğim. Bu iki dostumun, gönüldaşımın, yani Av. Güven Yılmaz ve Av. Ahmet Arslan’ın Kırgızistan’a gelerek, âdeta süreci tersine çeviren hamlelerini davamız adına hiç unutmayacağım. Onların yaptığı basın toplantıları FSB Başkanı; “Ali Osman Zor’un El-Kaide ile hiçbir bağlantısı yoktur. Ayrıca burada herhangi bir suça da bulaşmamıştır. Kendisini Türk Hükümeti’nin iade talebinden dolayı gözaltına aldık” diye kamuoyuna açıklama yapmak zorunda bırakmıştı.

Ayrıca bu iki yiğit insanın oraya gelişi, ilgili herkeste bir tedirginlik uyandırmış, İBDA’nın nasıl bir tehdit unsuru olabileceği bu “ilgililer” tarafından anlaşılmıştır.

“İBDA-C savaşçı gönderdi mi?”

“Avukatlarla beraber gelen başka kim var?” gibi sorularla beraber;

“Kırgız Devleti’nin bu olayda bir suçu yok. Seni Türk Hükümeti istedi. Ondan dolayı gözaltına aldık. Sakın yanlış anlama…” yollu günah çıkarmalar…

“İBDA-C”nin Türkiye’deki Kırgız hedeflerine saldıracağı veya Kırgızistan’da eylem yapabileceği, daha sonraki tutukluluğum boyunca yaşadıkları en büyük tedirginlikti. Daha sonra öğrendim ki, İstanbul’daki Kırgız Konsolosluğu önünde ve farklı ülkelerde gönüldaşların yaptığı eylemler bu tedirginliğin artmasını sağlayan faktörler olmuşlar. İBDA ve İBDA adına mevzi tutmaya çalışan bu gönüldaşlarımızla ne kadar gurur duysak azdır.

Gözaltına alındığımın ilk gününden itibaren tutuklanmamın 2011 yılının Şubat ve Mart aylarında yapılan “görüşmelerle” alâkalı olduğunu anlamıştım. Kaide gibi askeri gücü olan bir örgütle, bu örgütün ideolojik ve fikri yapısını oluşturabilecek İBDA’ya mensup hareketlerin ittifak ihtimali Amerika’yı ve işbirlikçisi hükümetleri oldukça panikletti. Başka bir ifadeyle İBDA’ya muhatap hareketlerin elde edecekleri askeri güç, Ortaasya’daki bir çok planı bozabilecek nitelikte olabilecekti. Böyle bir durumun tahakkukunda, kolay lokma olan Kırgızistan’ın İBDA tarafından fethedilmesi ve daha sonra İslâm temelli, Amerika’ya karşı kurulacak cephenin, Türkistan’da emperyalizmin sonunu getirme ihtimali oldukça yüksekti. Bu ihtimalden dolayı Taza Din ile İBDA adına Kırgızistan merkezli bölgede tutulan mevzinin emperyalizm açısından vaat ettiği tehlikenin boyutu zannedilenden de büyüktü.

“El Kaide’nin ideologu” kara propagandasının altında yatan gerçek, yukarıda kısaca ifade etmeye çalıştığımız üzere böyle bir ittifakın barındırdığı potansiyeldi “El Kaide’nin ideologu” cümlesini siz, İBDA ideolojisinin bölgede en üst seviyede, yani karar verici konumda olabilmesi için gerekli askeri gücü elde etmesi olarak okuyabilirsiniz.

FSB’de meseleyi anlamamış bazı iyi niyetli kişilerin sordukları “Neden iki senedir seni istemediler de şimdi istiyorlar?” sorusunun cevabı da, yukarıda anlatmaya çalıştıklarımız içinde.

Sabur Bey görüşmede “Beraber bir fotoğraf çektirebilir miyiz? Kimse inanmaz sizinle görüştüğümüze.” Görüntülere ve fotoğraflara da yansıyan o mütebessim haliyle büyük mücahit şöyle demişti:

“Merak etme artık ben buralardayım. Yakında nasıl olsa herkes öğrenecek.”

Gönüldaşlar “Hareketimizin içinde Türk arkadaşlar var; onlarla istişare etmemiz gerekir.” diyor.

“Hangi örgütten?” diye soruyor şeyh Usame, “ İBDA Salih Mirzabeyoğlu!”

“Anladım” manasına zarif bir baş işaretiyle yine tebessüm ediyor. Başka ne bir soru, ne bir cümle, Gönüldaşların “Kumandanı biliyor” derkenki şaşkınlıkları hâlâ gözümün önünde.

2 Mayıs 2011 birazdan kapı sert sert vurulacak, zil acı acı çalacak. Televizyonda ikiz kuleleri yerle yeksan eden büyük mücahidin şehadet haberini seyrediyorum ve hemen ruhuna Fatiha okuyorum.

Ali Osman ZOR

2

AKli osman hürriyet daily news

Ali Osman Zor- Le Monde-2, 13 Mayıs 2011

Ali osman -rusyanın sesi-1

arabtimesonline-s-16

ali osman-1

Ali osman -rusyanın sesi-2

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: