Soma Faciasının Sorumluları ve Boko Haram
Esselâmü Aleyküm.
Herşeyden önce, eşim Isabelle’e gönderdiği büst, minyatür kitablar ve tişört dolayısıyla [aktivist şair ve heykeltraş] Ümit Yaşar Işıkhan’a lütfen benim adıma teşekür edin. Çok nâzikler. Size zahmet…
Türkiye’de herşey nasıl? Var mı yeni bir haber?
(Av. Güven Yılmaz, Manisa’nın Soma ilçesindeki bir kömür madeninde 13 Mayıs 2014 günü çıkan bir yangın sonucunda 300’den fazla maden işçisinin öldüğünü söylüyor.)
Evet, biliyorum. Ben de zaten bunun hakkında konuşmak istiyordum.
Kumandan Mirzabeyoğlu nasıl?
(Av. Yılmaz, “Kumandan Mirzabeyoğlu iyi. Meslekdaşlarım dün kendisini ziyaret ettiler, Kumandan’ın devrimci selâmları var size” diyor.)
Allah yardımcısı olsun.
Bugün, özelleştirilmiş bir maden ocağında yaşanan ve yüzlerce madencinin hayatını kaybettiği bu trajedi hakkında konuşmak istiyorum biraz.
Şöyle başlamak isterim söze:
Her yıl kazaların yaşandığı, tehlikeli yerlerdir maden ocakları. Bu kazaları olabildiğince engellemek için, yüksek seviyede ve mümkün tüm emniyet tedbirlerini almak gerekir bu yüzden.
Çin’den örnek verirsem, bu ülkede de böylesi maden kazaları yaşanmaktadır. Niçin? Çünkü belli bölgelerdeki bazı maden ocaklarını özelleştirdiler; bundan dolayı da her yıl birkaç kaza yaşanıyor, bu kazalarda da insanlar ölüyor. Sebebi de şu ki, o madenlerin başında olan insanlar, yâni maden sahibleri, muhtaç oldukları için madenlerde çalışan insanları sömürerek kâr yapmak istiyorlar. Böyle olunca, bu çalışan insanların başına geleni kimsenin umursadığı yok.
Oysa, madenciliği daha iyi yollarla da yapabilir, kazaları asgari seviyeye indirmek üzere azami emniyet tedbirlerini alabilirsiniz.
Ne var ki, Türkiye’de olan biten şey de -bugün tam da bu konuda konuşmak istiyorum-, Çin’de yaşanan hâdiselerin bir benzeridir. Türkiye’de yaşanan kaza da, “özelleştirilmiş” bir maden ocağında gerçekleşti çünkü.
Bu bakımdan, yâni madenleri özelleştirdiği için, Türk devlet ve hükümeti de sorumludur bu kazadan.
Şayet madenleri özelleştiriyorsanız, ya bu madenleri azami emniyet tedbirlerini alan ve muhtemel kazaların önüne geçmeye bakan ciddi şirketlere devredersiniz, veyahud da bugün yaptığınız gibi, gereken azami emniyet tedbirlerini almak yerine işçileri azami seviyede sömürmek isteyen şirketlere bu madenleri devreder, sonra da böylesi trajedilerin gerçekleştiğini görürsünüz.
Şimdi ne yapmalı o hâlde?..
İlk olarak, Türk devlet ve hükümeti, sözkonusu madeni özelleştirmesinden dolayı bu kazadan sorumludur; bu bilinmeli.
İkincisi, herhangi biri bir suç işlediğinde, veyahud da bakımını kötü yapmaktan veya kâr amacıyla gerekli emniyet tedbirlerini almamaktan dolayı bir kazanın oluşumuna sebebiyet verdiğinde, ki bu da bir suçtur ve sanıyorum Türk hukukuna göre de öyledir, bu yapılanlardaki sorumluluğundan dolayı kanunî takibata uğramalıdır.
Kimdir böyle bir kanunî takibata mevzu olması gerekenler?
Birincisi, tam kazanın gerçekleştiği yerde görevli ve oradaki işleyişten sorumlu kişiler…
İkincisi, madendeki işleyişi kontrol etmekten sorumlu bürokratlar…
Son olarak da, özelleştirilen madenin sahibleri…
Aynen, banka soygununda kullanılan bir arabanın, hukukî süreç sonunda o soyguncunun elinden alınıp –gerekirse- devlet malı hâline getirilmesi gibi, ki başka her yerde böyle olan kanunî işleyiş Türkiye’de de böyledir sanıyorum, şayet o madendeki kazanın da maden işçilerinin hayatı pahasına ve sırf kârı arttırmak için gösterilen kötü bir işletim yüzünden gerçekleştiği isbatlanırsa, bir deyişle, hem mahallî hem millî sendika temsilcileriyle hükümet temsilcilerinin ve uzmanların oluşturduğu bir araştırma komisyonu tarafından böyle bir kanaate varılırsa, sözkonusu maden o yeni sahiblerinin elinden alınmalı ve yeniden devlet malı hâline getirilmelidir. Sadece bu da değil, o madenin sahibleri de –şayet varılan kanaat bu istikametteyse- cezaî bir takibata uğratılmalıdır. Olması gereken budur.
Bana sorarsanız, yaşanan bu hâdise, gönüllü olarak işlenmiş olmasa bile ihmâl anlamında, “suç” belirten bir fiildir.
Her ne olursa olsun, en azından yeniden devletleştirilmelidir o maden. Peşinden, gerekli modern emniyet şartlarına kavuşturularak, devlet tarafından yeniden işletilmelidir. Orada vefat eden işçilerin ailelerine ise, hem devlet hem de kötü yönetim gösteren şirket tarafından belli miktarda bir para verilmeli, yaşadıkları kayıblar en azından bu şekilde tazmin edilmelidir.
Erdoğan hükümetini bir süredir savunuyorum, malûm. Türk hükümetinin izlediği politikalarda, olumsuz yönlerden çok, olumlu yönler var çünkü. Benim nazarımda böyle. Gerçi, Suriye bahsinde sürdürdükleri gibi dış politikadaki belli bazı tutumlarına hiçbir şekilde katılmıyorum ama sonuçta herşeyi bir bütün olarak değerlendirmeli, bu çerçevede Erdoğan’ın ve iktidardaki partinin ideolojisini de dikkate almalısınız.
Ülkelerini sevmek ve zengin, güçlü ve bağımsız bir Türkiye inşâ etmek arzuları bakımından, bence dürüst insanlar bunlar. İçimden geçen duygu böyle. Tarih neyin ne olduğunu elbette netleştirecek. Ancak bugün için onlara düşen, işçi sınıfının haklarını temin etmeye yönelik gerçek bir ilgi göstermeleridir.
Bu vesileyle, “işçi sınıfı” kavramının, İslâmcı hareketlerin tamamı tarafından kabul edilmediğinin de farkındayım. Onlar nazarında, dinlerine, inançlarına yahud inançsızlıklarına göre tasnif edilir insanlar; sosyal kökenlerine ve çalışma şartlarına göre değil.
Ne olursa olsun, bu kazada bir “sınıf vakıası” sözkonusudur ve hükümet de bu noktada –fırsatçılığa başvurmadan- yanlışlarını düzeltebilir. Öyle ya, niçin özelleştiriliyor ki madenler? Madenleri alan şahıslar, isterse iktidardaki partinin mensubları olsun, hiç farketmez. Şayet madenler devlet ve hükümetin elinde olursa, geliri belli şahısların cebine gideceğine, tüm bir ülkeyi zenginleştirmek üzere bütün vatandaşlara gider.
İnşallah bu korkunç trajedi, etnik kökeni, dini ve görüşü ne olursa olsun, tüm Türk vatandaşlarının ve tüm sosyal sınıfların çıkarına bir sosyal politikanın geliştirilmesine vesile olur.
Bu korkunç trajedi sebebiyle Türkiye’deki insanların duyduğu acıyı ben de kalbimde duyuyor, acılarını candan paylaşıyorum.
Allah, Türk halkını ve maden işçilerini korusun…
Bana soracağınız başka bir soru var mıydı?
(Av. Yılmaz, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, maden kazası sonrası gittiği Soma’da protesto edildiğini, onun da genç bir göstericiye “sen bu ülkenin başbakanını yuhalarsan, tokadı da yersin!” dediğini naklediyor; bu konuda Carlos’un ne düşündüğünü soruyor.)
Hâdiseyi biliyorum, televizyonda gördüm, Başbakan Erdoğan’ın üzerine doğru hamle yapıyor, arabasına vuruyorlardı. Çok kızgındı oradaki halk.
Fakat onlara vurmadı ki Erdoğan; oradan ayrılıp gitti. İstese yüz korumanın arasında da gidebilirdi oraya, ama o sadece arabasına binip gitti ve bu trajediden dolayı duyduğu büyük acı da zaten belliydi.
Bazı insanların, çok heyecanlı ve hissî anlamda altüst olmalarından dolayı böyle davranmalarından ötürü üzgünüm. Hâlbuki tam tersini yapmalı, Başbakan’ı çok iyi karşılamalı ve o madenin emniyet şartlarıyla ilgili olarak hangi problemlerin yaşandığını kendisine etraflıca açıklamalıydılar. Bu bakımdan, o kişinin Başbakan’ın üzerine hamle yapması bir hataydı ve oradaki insanların öfkesinden kaynaklanıyordu bu yaşananlar. Yanlıştı tabiî.
Kaldı ki, Erdoğan’ın bu şekilde oraya gelmesi bir cesaret ifâdesiydi ve ayrılırken de hiçbir baskı tedbiri almadı.
Böyle olunca, orada yaşananlar, Erdoğan’ın değil, iyi teşkilâtlanmamış maden sendikalarının hatasıdır bence. Çünkü bunlar organize olmalı, Başbakan bölgeye indiğinde hemen gerekli temasları yapıp, bu hâdisenin sağlıklı biçimde soruşturulmasını sağlamalıydılar. Yoksa, kalkıp şiddet gösterileri organize etmeye ve Başbakan’ı taciz etmeye çalışmak aptalcadır.
Tüm bunlar da gösteriyor ki, iyi teşkilâtlanmış sendikalar yoktur o madende. Acaba orada “sendika” nâmına birşey mevcut mu, ondan bile emin değilim. Olması ve yapılması gereken bunlardı oysa.
Başka bir sorunuz var mıydı?
(Av. Yılmaz, sorusu olmadığını söylüyor.)
Boko Haram hakkında konuşmak istiyorum o hâlde.
Geçen hafta da bu mevzu üzerinde konuşmak istiyordum ama vakit azlığından dolayı olmadı.
(Carlos, 2014’ün Nisan ayında 200’den fazla kız öğrenciyi kaçıran Nijeryalı İslâmcı örgüt Boko Haram’dan bahsediyor… Kendisinin “adam kaçırma” konusunda belli bir tecrübesi olduğunu, henüz 15 yaşındayken, erkek kardeşi Vladimir’le birlikte bir katolik papazı kaçırdıklarını söylüyor… “Politik amaçlı olarak başka bazı adam kaçırma operasyonlarına da katıldım ki, epey bir kabiliyet sergilediğimi düşündüğüm ve bizzat liderlik ettiğim OPEC Operasyonu, tarihin en meşhur adam kaçırma eylemidir” diyor Carlos… Nijerya’daki kaçırılma hâdisesi üzerine televizyonlarda arzı endam eden Boko Haram liderinin ise ciddiyetten uzak bir profil çizdiğini, heyecanlı biçimde gülüp şakalaştığını ve meseleyi bir nevi komedi hâline getirdiğini ifâde ediyor… Oysa 200’den fazla kızın kaçırılmasının hiç “komik” olmaması bir yana, bu yapılanın “devrimci” hareket tarzıyla da bağdaşmadığını söylüyor… Boko Haram’ın, kaçırılan bu kızlar için hem fidye hem de hapisteki arkadaşlarının serbest bırakılmasını istediğini, ancak Nijerya hükümetinin bu talebleri umursamayacağını vurguluyor… Nijerya’nın, Afrika’nın en kalabalık ülkesi olduğunu; üstelik İngiliz sömürgeciliği tarafından imâl edilmiş, kuzeyi ve güneyi arasında –oldukça siyah derili olmalarından başka- hiçbir ortak nokta bulunmayan, tamamen sun’i bir ülke olduğunu belirtiyor… Birbirine dost olmayan farklı kabilelerin, güneyi çoğunlukla hıristiyanlaştırılmış kuzeyi ise çoğunlukla müslüman olmak üzere farklı inançlarda insanların teşkil ettiği bir ülke olduğunu söylüyor… Cihadçı yoldaşlar ve Boko Haram’daki kardeşler hakkında kötü bir değerlendirme yapmak istemediğini, ancak bu yaptıklarının “ilkel” bir cihad konsepti arzettiğini vurguluyor… İnsanların eğitim görüp kendilerini geliştirmek üzere okula gitmelerine karşı olmanın son derece aptalca olduğunu ekliyor… Mısır’daki çoğu Müslüman Kardeşler mensubunun üniversite okuyup profesörlüğe kadar yükselen çeşitli akademik mevkilere geldiklerini, bunun iyi bir şey olduğunu, asıl bunu yapmamanın kötü bir şey olduğunu vurguluyor… Bu masum kızların kaçırılmasından çok daha fazla olarak, kendisini asıl şok eden hâdisenin, dünyanın buna gösterdiği tepki olduğunu ifâde ediyor… Fransız veya Amerikan otoritelerinin Boko Haram’ın “tehlikeli cihadçılar” olduğunu, müdahale edip kendilerini vurmak gerektiğini söylemelerini –benimsememekle beraber- anlayabildiğini, çünkü bu devletlerin Batı karşıtı olan herkesi düşman gördüklerini söylüyor… Ancak, vurmaya niyetli olanın lâfla vakit kaybetmek yerine özel kuvvetlerini gönderip vuracağını; basının da “suç” olarak gördüğü bu eylemin propagandasını yapmaksızın sadece hâdiseyi zikretmekle yetineceğini; şahsen bunların gerçekleşmesini istemese bile, şayet Batılıların o masum kızları hüriyetine kavuşturmaya gerçekten niyeti varsa ciddi ve mantıkî davranış tarzının bu olduğunu; ne var ki, her yerde basın karşısına çıkıp konuşma ve gösteriler yapılarak, o kızların acısı üzerinden herkesin kendisini gösterme yarışına girdiğini; bunun da o güya düşmanı oldukları Boko Haram’a verilen bir propaganda hediyesi olduğunu söylüyor… Bu kızların kaçırılmasının hem politik hem de stratejik olarak hata olduğunu; yoldaşlarını serbest bıraktırmak gibi soylu bir amaç öne sürseler de, televizyonlarda sergiledikleri laübali tavırların ciddiyetle bağdaşır tarafının olmadığını; aynı şekilde, İslâm’da insanları zorla müslüman yapmak gibi bir uygulamanın da bulunmadığını vurguluyor… “İnşallah Boko Haram mahpusları serbest bırakılır ve tüm kızlar da ailelerine geri gönderilir” diyor Carlos… Boko Haram yetkililerinin “bu kızları satacağız” şeklinde açıklama yapmasının, liderinin de yine bu kızların durumuna gülmesinin apaçık provokasyon olduğunu vurguluyor… Diğer yandan, kanun hukuk tanımayan emperyalist güçlerin bu trajediyi sömüren tavrının da kendisini iğrendirip şok ettiğini, bu masum kızların kaçırılması üzerine kendilerini gösterme ve basında yer tutma yarışına giren bu Batılıların tavrının, bizzat kızların kaçırılması suçundan bile büyük bir suç olduğunu söylüyor…)
Allahü Ekber.
17 Mayıs 2014
İllich Ramirez Sanchez CARLOS
ADIMLAR DERGİSİ