GERÇEK NEDİR?
Hepimiz biliyoruz ki, 98 Aralığı’nın sonundan 2012’nin şu gününe kadar İBDA Mimarı’nın esir tutulduğu “gerçeğin” ta kendisidir ve tek gerçektir.
Muhakkak ki, “kanıksamak” belâsına düşmeden bu durumu değerlendirenler, O’nun “niçin” ve hangi güçler tarafından esir tutulduğunun şuurundalar.
Geçen bu zaman içinde cereyan eden iç ve dış bütün siyasî hâdiselerin değerlendirilmesi, bu gerçek merkeze alınarak yapılmalı –yapılmalıydı- Dikkat edilirse Sayın Carlos’un, her vesileyle bu gerçeği dile getirdiği görülür. En son, BARAN Dergisi’nde Suriye ile alâkalı yaptığı analizlerde, orada yanlış hareket ettiğini düşündüğü kişilerden bahsederken, bu gerçeği şu ifadelerle dile getirmişti: “Sayın Mirzabeyoğlu devletin başında olsaydı onlar yanlış hareket etmezlerdi. Çünkü O, onları doğru hedeflere yönlendirirdi.”
Gerçeği görebilmek ve anlayabilmek için mesafenin bir önemi olmadığının bir göstergesi olan Carlos’un yukarıdaki ifadelerini şöyle de okuyabiliriz; İBDA Mimarı’nın esir edilmesinin belki de en baş sebebi, insanları doğru olmayan hedeflere yönlendirip, yanlış hareket etmelerini sağlayarak, mevcut potansiyeli devrimin aleyhine olarak eritmektir. Ayrıca, dünyada bu işlerden anlayan insan sıralamasında listenin en üstlerinde yer alan Carlos, bu tesbitinde İBDA Mimarı’nın esaretinin “uluslararası” boyutunu da işaret etmektedir.
Bu esaretin uluslararası siyasetle olan doğrudan alâkasını daha sonra değerlendirmeye çalışacağız. Şu kadarını söyleyelim ki, iç ve dış siyaseti değerlendirirken, uluslararası güçlerin ve onların yerli işbirlikçilerinin, kalblere tesir etmek gayesiyle zihinleri bulandırmak ve böylece hedef şaşırtmak için, önümüze dikmeye çalıştıkları korkuluklara takılmadan hedefe doğru yol almaya devam ettiğimiz sürece, gerçeği görmeye devam edeceğiz. Çünkü O, hep bizimle birlikte olacak.
Devrim sürecinde bizim için, hadiseler karşısında tavır alabilmek maksadıyla tesbit edilmiş ve edilecek bütün gerçekler, bu temel “gerçek” etrafındadır. Bu süreçte mücadelemize yön veren, tıkanır gibi olduğumuz dönemlerde önümüzün açılmasına vesile olan bütün unsurları hatalarımızla birlikte, bu gerçeği merkeze alarak hep onun etrafında arayıp bulduk. Bundan sonra da yine aynı merkez etrafında arayıp bulacağız.
Gerçeği, korkmadan gözünün içine bakarak doğru tesbit edebilmek ve anlamak, bütün devrim hareketlerinin şiarıdır. Çünkü devrimci mücadelenin –ve siyasetin- başlıca şartlarından biri inisiyatifi elde tutmaktır. İnisiyatifi elde tutmak veya elden kaçırılan inisiyatifi tekrar ele geçirmek, mücadeleniz açısından gerçeğin tesbiti ve onun şuurlaştırılmasıyla başlar. Siyasi mücadelede gerçek, denizde yol gösteren deniz feneri gibidir. Onu bir an bile gözden kaybederseniz, sis perdesi içinde yolunuzu şaşırırsınız. Refleks geliştirmek ve böylece hareketi sağlayarak, mücadelede doğru siyasi tavrı alabilmek, sadece gerçeğin merkeze alınmasıyla mümkün olabilir. Bu şuurla, karşılaşılan her yeni durum ve “çözüm için kendini dayatan” her yeni mesele, ideolojiye nisbetle değerlendirilip çözüme yaklaştırıldığı müddetçe, siyaseten var olunabilir ve kitleleri istenilen hedeflere yönlendirmekten bahsedilebilir. Yönlendirme faaliyetinin etkisi ve seviyesi arttıkça, ona paralel olarak da mücadelede inisiyatif artıyor demektir. Yönlendirme faaliyetinde bulunduğunuz kitlelerin hareketlerinden, inisiyatifin derecesi rahatlıkla ölçülebilir.
Mücadele azmini ve fedakârlığı, çoğalmayı, örgütlenme ihtiyacını ve kahramanlık isteğini körükleyen “durum değerlendirmesi” ve “meselelere çözüm üretme” durumunu, “ ideolojinin pratiğe tatbiki” kapsamında değerlendirmek gerekir ki, mücadele de budur zaten. Bu mânâda mücadele neticeden ziyade, başlangıç ve hedef arasında geçen bir süreçtir. Haliyle “Devrim Süreci” tabirinden bizim anladığımız, bu sürecin başladığının ilân edildiği “karar” ânından, mücadelenin hedefi olan “iktidarın ele geçirilmesi” ne kadar geçen zamandır. Bu karar ânından hedefe ulaşıncaya kadar, ne olursa olsun ve ne tür iç ve dış gelişmeler yaşanırsa yaşansın hiç fark etmez; süreç devam ediyor.
Yukarıda “yönlendirme faaliyetinde bulunduğunuz kitlelerin hareketlerinden, inisiyatifin derecesi rahatlıkla ölçülebilir” dedik. Haliyle yapılan değerlendirmeler ve çözüm adına üretilen düşünceler, bazen bir tartışma ortamının oluşmasına ve eleştirilere –olması gerekir- sebebiyet verebilirler. Hatta en aykırı değerlendirmelere tâbî tutulabilirler de. Bizce, özellikle, şartların inisiyatifin elden kaçmak üzere olduğunu ihtar ettiği durumlarda, bunların çoğu zaman zannedildiği gibi zararı olmaz. Bilâkis motivasyon ve hareketi sağlayarak mücadele şuurunu diri tutacağından yapılabilecek bu tür tartışma ve eleştiriler faydalıdır.
“Devrim süreci” devrimin “dostları” ve “düşmanları”nın anlayışları, algıları, sahip oldukları imkânlar ve bu imkânları etkin biçimde kullanmalarına nisbetle “inişli-çıkışlı” yaşanır. Bu süreç içinde ağırlık merkezi bazen “dostlar” tarafından kayarken, bazen de “düşmanlar” tarafında kendini gösterebilir. Bu dönemde “düşmanlar” her türlü silâhla devrimin önünü kesmek için mücadele ederken, aynı mücadeleyi “dostlar” da devrimin önünü açmak için verirler. Hâliyle bu süreçte karşılıklı olarak “iradeler” ve “dayanma güçleri” test edilir. İradesi kuvvetli ve dayanma gücü fazla olan tarafın, diğerinden zafere bir adım daha yakın olacağı tartışılmaz. Mücadelede bunu sağlayacak olan da, gerçeğin özümsenerek şuur hâlinde yaşanmasıdır.
Gerçeğin gözünün içine korkmadan bakılmaya başlandığında, işte o zaman kaybedilir gibi olan devrimci inisiyatif tekrar ele geçirilebilir ve böylece örgütlü mücadeleye yol açılarak siyasi egemenlik tesis edilebilir. Kitleleri yönlendirerek onları fikrin etkisi altına sokmak egemenliğin bir çeşididir. Bu husus (inisiyatifi elde tutma), “güç”le ilişkisi içinde birlikte değerlendirildiğinde, “iktidarı ele geçirme” hedefli devrimci bir mücadelenin geliştirilmesi ve yaygınlaştırılmasının ilk adımının atılmış olacağı da anlaşılır. Aksi takdirde, “iktidarı ele geçirme” isteğinin örselenmesi ve süreç içinde çözülme tehlikesi vardır. Çözülme ise, güç kaybını beraberinde getirir.
Devrimler tarihi bize göstermektedir ki, “kadro” zafiyetinin baş göstermesiyle, inisiyatifin elden kaçırılması aynı âna denk gelir. Çoğu zaman inisiyatifi elde tutacak veya yiten inisiyatifi tekrar kazanacak atılımlara cesaret edilememesinin menfi tesiri, öncü kadrolarda yaşanması muhtemel çözülmelerle kendini gösterir. Şartlara ve kişilere bağlı olarak bu kararsızlığın ve bu cesaretsizliğin, zamanlama hatasından tutun da, fırsatları değerlendirememeye ve kavrayıştaki eksikliğe kadar birden fazla sebebi olabilir. Fakat en büyük sebep, ne kadar tekrar edilse azdır ki, o da şu; mücadelede merkeze alınması gereken gerçeğin doğru tesbit edilememesi veya doğru tesbit edilse bile, etrafındaki bütün unsurlarla tam olarak kavranıp şuurlaştırılamamasıdır. İnsanın olduğu her yerde bu tehdit mevcut. Son tahlilde bu tehdit bizi, “donma, çözülme ve çürüme” tehlikesinin önüne getirir. Mücadelenin her safhasında “gerekeni gerektiği yerde yapma” prensibiyle yapılacak yeni “tertip ve düzenlemeler” ve doğru “durum değerlendirmeleri”, bu tehdit ve tehlikeden korunmanın yegâne yoludur. Bu şekilde, ideolojiyi kitlelere taşımak için gerekli adımın atılmasıyla birlikte, özellikle “kriz” zamanlarında, meydana çıkabilecek dağılmanın da önüne geçilerek, birliğin muhafaza edilmesi ve kuvvetlendirilmesi sağlanabilir.
“Durum” kelimesinin “değişikliği”, “değişebilirliği” ifade ettiği mâlûm hâliyle bir “durumdan” başka bir “duruma” geçişte alınacak siyâsi tavrın farklılık arzetmesi, “durum”un, değişebilen muhtevasının tabî neticesidir. İdeoloji ise, faaliyetimizde-pratikte gerçekleşmesini seyredeceğimiz değişmeyen “öz”dür. “Hareketi” sağlayacak ve mücadeleyi meydana getirecek olan, işte bu “değişmeyen öz”ün “değişebilen duruma” tatbikidir. Mücadeleye katılmak bağımsız “iradi karar” ve “faaliyetle”le mümkün olabilmekteyken, mücadelenin kendisi de, bu “iradi katılım”la meydana gelmektedir.
“Durum değerlendirmesi” ayrıca gerçeği tesbit gayretidir de… Gerçeğin görülmesi ve onun benimsenmesinde varolan eksiklikleri tesbit etmeye çalışırken, baş unsur olarak karşımıza, “iradi faaliyet”in kaynağı insan şuuru çıkmaktadır. İdeolojiye muhatap olarak “durum değerlendirmesi”ni yapacak şuur… İnsan şuurunun seviyesi değişebilir olduğundan, şartların değişebilirliğini tesbit edebilmekte… İdeolojiye muhatap şuur hiç değişmeyip aynı kaldığında, “donma”nın yaşanması kaçınılmaz olacaktır. “Donma”nın yaşandığı şuurun varolduğu noktada da mücadelenin gelişiminden bahsedebilmek, yeni çıkan meselelere çözüm üretebilmek ve değişen şartlarda doğru siyasî alabilmek nasıl mümkün olabilir?
Daha açık bir ifadeyle, herhangi bir sebepten dolayı gerçeği bilmek ve varlığından haberdar olmak tek başına yeterli değildir. Onun şuur halinde benimsenmesi, idrak edilmesi gerekir. Mücadelede, faaliyetlerden tütmesi gereken bu idrakten sonra, ona nisbetle ne olmamız ve ne yapmamız gerektiğinin şuuruna varabiliriz.
Meselâ;
K’nın “niçin” esir edildiğini o günkü şartlarda kavrayamayan bir şuurun, kavrayıştaki bu eksikliği bugün de söz konusuysa eğer, o günden bugüne bu şuur sahibi için değişen bir şey yok demektir. Donup kalan bir şuur önünde “gerçek” bilgi olarak varolabilir, ama hakikatte ise benimsenmiş bir şekilde şuurda mevcud olduğundan bahsedemeyiz. Kavrayıştaki bu yetersizlikten dolayı böyle bir şuur seviyesinden de mücadeleyi geliştirmesi ve yaygınlaştırmasını beklemek en büyük hata olur. Aramızda derece farkı olsa da, hepimiz, payına oldukça fazla düşen bu “yetersizlikten” artık kurtulmak gerekmektedir.
Bir hareket, kurumların dağıtılmasıyla veya mensupların şehid ve esir edilmesiyle güçsüz düşmez. Meydana gelen iç ve dış hâdiselerin anlaşılamaması ve yanlış değerlendirilmesiyle güçsüzleşir. Bugün mücadelenin yapısı, muhtevalarıyla birlikte taraflarını ve mânâsını doğru anlayabilmek için, ülke içi ve uluslararası bütün siyasî gelişmelerin yaşandığı “devrim süreci”ni 99 öncesi ve sonrasıyla değerlendirirken, “esaret” gerçeğini merkeze almalıyız.
Özellikle 2001 yılından bugüne kadar yaşanan siyasî-sosyal hâdiseler, bir milim şaşmadan bu merkez etrafında değerlendirildiğinde, doğru sonuçlar elde edileceğinden kimsenin şüphesi olmasın. AKP’nin üç dönemlik iktidarı boyunca algılara hitap ederek birçok mevzuda kitlelerde meydana getirdiği kafa karışıklığı –özellikle ilk iki dönemde- bu şekilde giderilebilir.
Son on yıl içinde toplumda, fertde, düzende, rejimde, en önemlisi de iktidarda ne tür değişiklikler oldu? İktidar mı değişti, yoksa iktidar sadece el mi değiştirdi? Emperyalizm’in İslâm Coğrafyasına başlattığı saldırıyla “Ilımlılar”ın nasıl bir ilişkisi var? Milyonlarca Müslüman katledilip ülkeler parçalanır ve devlet başkanlarına haince suikastler düzenlenirken, bu zaman zarfında iktidarı elinde tutanlar, bu hâdiselerde nasıl bir rol üstlendiler? Bu rollerini perdelemek için hangi operasyonları tezgâhladılar? “Radikal İslâm” dedikleri Devrimci İslâm’a karşı önceki iktidarlardan farklı bir tutum sergilediler mi? İnsanımızdaki “imân öfkesi” ve “intikam duygusu” 10 yıl öncesine nazaran bugün hangi seviyede?
Başbakan, “Gaz aldık” derken neyi ve kimi kastediyor? Onun “Gaz” almasıyla, insanımızın “intikam hissiyle” yaşamayı unutması arasında bir ilişki var mı?
Özellikle kendini “Müslüman” olarak tanımlayan, geçmiş dönemlerden farklı bugünkü genç tipinin yetişmesinde, bu 10 (on) yıl önceki siyasi atmosferin etkisi ne kadardır?
“Devrim süreci”nde yaşanan iç ve dış hâdiselerle alâkalı yüzlerce başlık açabilir ve soru sorabiliriz. Bunların en önemlisi de baştan beri izah etmeye çalıştığımız üzere, bütün bu siyasî-sosyal hâdiselerin Salih Mirzabeyoğlu’nun esaretiyle nasıl bir ilişkisi var?
Karşımıza çıkan her yeni durumu mücadelenin hedefleri noktasından değerlendirip, devrimin harcı yapmak zorundayız. Bunun için de ilk yapmamız gereken şey, bu “esaret” ile yaşanan iç ve dış hâdiseler arasındaki ilişkiyi doğru kurmaktır. Çünkü;
O devrim demektir; devrimin iradesini de O temsil etmektedir.
Yaşadığı “esaret”, yukarıdaki hakikati “devrimin düşmanları”nın da aynı şekilde tespit ettiklerinin göstergesidir. Diğer taraftan ise, bu hakikati şuurlaştırarak örgütlenen, hareket eden bir yapının güçsüzlüğünden bahsetmek söz konusu dahi olamaz. Çünkü, düşman tarafından “Esas Düşman” olarak görüldüğünün şuurunda olan bir yapı, her zaman savaşma azmini ve isteğini diri tutar. Düşmanın varlığını hissetmek, insanı, onunla baş edebilecek hazırlığı yapmaya sevkeder. Zaten bu hazırlık yoksa düşmandan bahsetmenin de bir mânâsı olmaz.
Buraya kadar ifade etmeye çalıştığımız hususlar ışığında, “savaşa mahkûm” oluşumuzun şuuruna varışla, gerçeğin şuuruna varış arasındaki kopmaz ilişki apaçık anlaşılıyor. Savaşçılığımızın, devrimciliğimizin, mahkûmiyetimizin, esirliğimizin, kahramanlığımızın, topyekûn varlığımızın şuuruna varmak, ancak duygularımıza etki eden gerçeği bütün benliğimizle kavrayıp, benimsemekle ve onu bütün ruhumuzda hissetmekle mümkün olabilir. Mücadeleye atılmak ve kahramanlık kokan destansı bir savaş vermek de, bu hissi fikretmekle gerçekleşebilir. Nerede, nasıl ve hangi sebeple hissettiğiniz önemli değil, önemli olan tek husus, bu hissin sizi uykudan, yemekten, işten, güçten keserek ruhunuzu istilâ etmesidir.
Korkaklık, cesaret, risk almak ve gizli ihanet gibi hususlar ise, bu “istiladan” sonra mevzu bahis edilebilir. Çünkü devrim için birşeyler yapmanın gerekliliğini kavramışsınızdır artık. Ya bütün riskleri göze alarak korka korka da olsa ileriye atılacaksınız, ya da yapmanız ve olmanız gerekenin ne olduğunu bildiğiniz halde geride kalacaksınız. Birincide cesaret, ikincide ise korkaklıktan başlayıp, gizli ihanete kadar giden bir süreç söz konusu. Menfi durumu daha farklı bir ifadeyle söylersek, yapmanız gerekeni yapmamak için, kendi açınızdan çerezlik faaliyetlerle geride kalışınızı perdeleyeceksiniz. İslâm Devrimcileri’nin semtine uğramayacağını inandığımız bu durumun, farklı devrim süreçlerinde yaşandığı bir gerçek.
Muhtemel bir yanlış anlaşılmanın önüne geçmek gerekirse…
Biz hiç kimseden kendi yapmadığımız veya yapamayacağımız bir şeyi istiyor değiliz. Birileri savaşsın da –bildik mânâda- biz de o savaş üzerine kalem oynatalım derdinde hiç değiliz. Bizim derdimiz, “yapma” istidadına mâlikken, bu potansiyeli açığa çıkaramayanların, özellikle geçen şu on yıllık süre içinde “niçin” harekete geçemediklerinin ve tutuk kaldıklarının hâl izahını yapmaya çalışmak… Çünkü bizim de etkilendiğimiz bu durumdan kurtulmanın ilk yolu, “niçin” sorusunun cevabı halinde mevcut halin izahından geçmektedir.
Kriz durumlarında çoğu zaman, “anlaşılmıyor, yapılmıyor” gibi “eleştirilerle” veya “meli, malı” gibi ifadelerle, aslında kastedilen iki şey vardır; birincisi “birileri şu işi yapsın” , ikincisi ise, “bilmiyorum” veya “yapamıyorum”dur. Biz bunun şuurundayız. Bu, tipik bir “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla!” durumudur. İmâlardan uzak, hiçbir şahsı ve kurumu hedef almadan doğrudan doğruya “gelin” yerine aynı sıkıntıyı yaşayanları koyarak, “niçin” yapamadığımızın ve 10 (on) yıl boyunca karşımıza çıkan fırsatları “niçin” gereği gibi değerlendiremediğimizin muhasebesini yapma gayreti içindeyiz.
İçimizdeki aslanı niçin uyandıramıyoruz? Bu soruya bir nebze de olsa cevap arayabilirsek, “Büyük kapışma”nın arifesinde belki de devrimin bizden istediği “form”a girebiliriz ümidi içindeyiz. Çünkü iyi bir devrimci savaş ancak, devrimci form’un yüksekliğiyle mümkün olabilir.
Biliyoruz ki, devrim süreçlerinde baş gösteren kriz zamanlarında en zayıf halka kavramındaki yetersizlik, yani anlayışsızlıktır. Başından beri “anlayışsızlık” ve “görememek” gibi eleştirilerin birinci dereceden muhatabı kendimiz ve bizimle aynı sıkıntıyı paylaşanlardır. Bunun aksi, kendi devrimci görevlerimizi başkalarının sırtına yıkmaktır ki, bundan Allah’a sığınırız. Ortada bir korku varsa, o bizim korkumuzdur. Risk altına girememek varsa, riskten kaçan bizizdir. Feraset ve basirette zaaf varsa, bu zaaf bize aittir. Bu böyle anlaşılmalı.
Bu mevzuya paralel olarak, umumî mânâda ifade etmek istediğimiz bir husus var ki, o da şu:
Bir devrimle “iktidarı ele geçirmek” gayesiyle yola çıkmış hareketlerin devrimci mücadeleyi legal-illegal-siyasî-askerî iki kanat halinde örgütlemeleri gerektiği açık. Şartlara göre bazen siyasî, bazen de askerî faaliyet öne çıkabilir. Hangi faaliyet öne çıkarsa çıksın, iktidarı bir devrimle, “zorla” ele geçirmek isteyen bir hareket için iki kanat da olmazsa olmaz olarak muhakkak varolmalı…
Devrimci siyasetin ortaya koyduğu net hedefler doğrultusunda ve onun yol açıcılığında kitleler örgütlenir ve askerî faaliyet yürütülürken, askerî faaliyetin sağlayacağı prestij ve güç imajıyla da siyaset, elde edeceği öz güvenle kitlelere ideolojinin doğruluğunu ve haklılığını deklere eder. Mücadelenin silahlı propagandanın da kullanılarak yürütüldüğü dönemlerde konuşulacak olan, onun geliştirilip geliştirilemeyeceği, yaygınlaştırılıp yaygınlaştırılamayacağı veya seviyesinin yükseltilip yükseltilemeyeceği gibi hususlardır. Diğer bir husus ise, “uyutulup uyutulamayacağı”dır. Muhakkak ki, “askerî faaliyet” etrafındaki benzer meseleleri konuşup, tartışarak karara bağlayacak olan taraf siyasettir. Başka bir ifadeyle, askerî kanadın da kendisine bağlı olan siyasî liderliktir. Bu liderliğe ister parti, ister şûra, isterseniz de tek kişi deyin durum değişmez.
Peki, hakkında alınan bir karar olmaksızın, gerekli olduğu halde, herhangi bir sebepten dolayı askerî faaliyetin zaafa uğradığı ve uğratıldığı dönemlerde ne yapılmalıdır ve sorumluluk kime aittir? Sorunun cevabı, yukarıda verildiği üzere siyasî liderliktir.
Hiç kimse sahip olduğu iktidarı altın tepsi içinde bir başkasına sunmayacağına;
Devrimin tabiatında iktidarı bir darbe ile “zorla” ele geçirmek bulunduğuna;
Devrim gerçekleştikten sonra, iç ve dış karşı devrimci güçlere karşı devrimi korumak zorunluluğu olduğuna göre, hiçbir devrimci hareket askerî örgütünü kaybetmeyeceği gibi, zaaf baş gösterdiğinde gerekli tedbirleri de alır.
Bugüne kadar yaşanmış tecrübelerden yola çıkarak, devrimci süreçlerde şu iki sebepten dolayı silâhın bırakıldığını söyleyebiliriz:
-
Uğruna ölümüne mücadele edilen fikrin, ideolojinin devri kapanmıştır ve siz, uğruna mücadele edilmesi gereken zamanın fikrini arayıp bulamamışsınızdır,
-
Siyasî liderlik düşmanla yani mevcut iktidarla anlaşma masasına oturup, silahlara veda kararı almıştır. Şu an bizim ülkemizde iktidarın PKK ile yürütmeye çalıştığı müzakereler buna iyi bir misâl teşkil etmektedir.
Askerî faaliyetin tasfiye edilmesine dair işaretlediğimiz bu iki sebebin varlığı söz konusu değilse, zarurî olan bu faaliyetin teşkil edilmesinin sorumluluğu bütün devrim hareketlerinde savaşçı karaktere sahip siyasî liderliğe aittir. Devri mümkün olmayan bu sorumluluğun yerine getirilmesi için, gerekli olan çabadan kaçarcasına –riskten kaçmak, riske girememek budur!- alışkanlık halinde “mücadele” hakkında doğrudan veya dolaylı söylenecek her söz ve yapılacak her eleştiri, “siyasî gevezelik” sadedinden olarak “siyasî mücadele” değil de, “siyaset yapma” olarak değerlendirilirse yeridir.
Örgütlenme ve örgüt meseleleri çerçevesinde etraflıca ele alınması gereken bu mevzu hakkında yukarıda ifâde ettiklerimizin umumî mânâda olduğunu bir kez daha hatırlatmakta fayda var.
FİKRE ÖZGÜRLÜK PLATFORMU
“İleri atılmak” ve “risk almak”tan bahsederken “gerçeği görebilen” ve her zaman vicdanlarının “yapacaksın” dediği şartlarda mizaç hususiyetlerine göre onu haykırabilen bu gurub üyelerinin son günlerde hem medyayı hem de meydanları işgal eden faaliyetleri iyi bir misâl olarak karşımızda durmaktadır.
Senenin başından beri hareket halinde olan gurubun faaliyetleri, gönüldaşların sahiplenmesi ve yoğun katılımıyla Anadolu’nun birçok noktasında etkisini gösterdi. Şunu tesbit etmek boynumuzun borcudur:
Bu gurubun üyeleri, 20 yılı aşkın bir süre devam eden mücadele hayatlarında yaşadıkları onca sıkıntıya göğüs gererek vakur duruşlarını hiç bozmamışlardır. Fedakârlık ahlâkını şahıslarında parıldatırken örnek şahsiyetler olmuşlar ve davayı temsil edecek “kadın imajının” zihinlerde oluşmasını sağlamışlardır. Özellikle 90’lı yılların başından bugüne kadar geçen süre içinde, gerçeğin karartılmak ve perdelenmek istendiği bütün kriz durumlarında, onu görmekte ve ona koşmakta herkesten hızlı ve cesur davranmışlardır.
(Burada anmadan geçemeyeceğim biri var ki, o da yengem olmasıyla şereflendiğim Şehid Gönüldaş Nuray ZOR. Davaya gönül verdiği andan itibaren yaşadığı kahramanca hayatla, gerçekten örnek bir devrimciydi. Yürütülen işlerde ısrarcılığı ve cesaretiyle ön plana çıkan Nuray, şehadetinden bir hafta önce bile Bolu Cezaevi önündeki eylemdeydi. “Bile” diyorum, çünkü hastalığı çok ağırlaşmıştı. Fakat yakın çevresi haricindeki pek kimse bunu bilmiyordu. Yapması gerekenin şuuruna varmış biri olarak Nuray, olması gerektiği gibi biri oldu ve ona göre davrandı. Hastalığı dışarıdan bakan birisine göre eyleme katılmaması için gayet geçerli bir mazeret sayılsa da, O kendi nefsine böyle bir mazeret hakkı tanımadı. Gönüldaşların geniş katılımıyla gerçekleştirilen bu ve benzeri eylemlere farz-ı muhal, “gereksiz” diyen bir bahtsız varsa eğer, o “bahtsız” olmaktan Allah’a sığınırız. Kim bilir, benzeri irili ufaklı kaç eylem, Bolu Cezaevi önündeki eylem benzeri bir hafta sonra şehid olacak Nuray gibi şehitlik adaylarını ağırlamaktadır. Müstakbel şehidlerin katılımıyla gerçekleştirilen, çapı ne olursa olsun, bu tür eylemlere farz-ı muhal “gereksiz” diyerek burun kıvırana “bahtsız” denmez de ne denir?
Nuray ne o gün, ne de önceki günlerde hiçbir zaman hastalığının ona sunduğu bu haklı mazerete sığınmadı. Çünkü O, yapması gerekenin şuurundaydı.
Geçmiş dönemlerdeki birçok faaliyetin yürütücüleri arasında yer alan Nuray, bu “PLATFORM”un da kurucu üyelerindendi. Bu şehidimizin bereketi bütün faaliyetlerine hâkim olduğu görülen bu platformun ismini ilk duyduğum andan itibaren, hep “Şehid Nuray Zor Fikre Özgürlük Platformu” olarak okudum. Eminim ki, şehidin adını kavgalarında yaşatan ve platform çatısı altında örgütlü mücadele veren diğer gönüldaşlar da aynı hissi paylaşıyorlardır.
“Şehid Nuray Zor” ismi mücadelenin hedefleri doğrultusunda yürütülen faaliyetlerden tutun da, yeni doğacak kız çocuklarına kadar konulmayı fazlasıyla hakediyor. Onun hakkında söylenmesi gerekeni “manevî babası” söylediğinden dolayı bize düşen, lüzumsuz olabileceğini düşünerek sözü fazla uzatmamaktır. İBDA ile nasiblendikten itibaren, şehadetine kadar bir an bile ondan ayrı kalmadan, davâya vakfedilmiş kahramanca yaşanan bir hayat. Yengem, kardeşim, gönüldaşım Nuray’ın hayatı budur. Dua niyetine söylüyorum ki, ben de böyle bir hayat yaşamak isterdim.
Bir mücadele şehid ve gazilerin canlarının ve kanlarının bereketiyle yürür. Onlar, geride kalıp mücadeleyi devam ettiren şehitlik adaylarının gururu ve şerefidir.
Onları unutma! Unutturma! Değersizleştirme! Değersizleştirilmesine izin verme! Ruhu şad olsun!)
Bu gönüldaşlar, “sıkılganlık”, “cesaretsizlik”, “umursamazlık” veya “lüzumlu görmeme” gibi sebeplerden dolayı çalınmayan kapıları çalmışlar ve çoğu zaman, belki de “basit” görüldüğünden dolayı söylenmeyeni söyleyerek, yapılması gerekeni yapmışlardır. Bu gönüldaşların yaptığı, kesim ayrımı yapmaksızın her kesimin etkili ve yetkili şahıslarına “Salih Mirzabeyoğlu”nun halen cezaevinde olduğunu bildirerek, daha sonra onların sığınmaları muhtemel “duymadım”, “görmedim”, “haberim yoktu” gibi mazeretleri bugünden geçersiz kılmaktır. AKP de bildirim yapılan kesimlerin içinde yer almaktadır. Kesim ayrımı yapılmamasındaki taktikten, “esaretten” her kesimin payı olduğu mânâsını da okumak gerekir.
Platform çatısı altında örgütlenen bu gönüldaşların faaliyetlerini kendi adımıza biz, fikrin “özgür” kılınacağı bazıları için “hoş olmayacak” şartlar gelip çattığında, hiç kimsenin “niye böyle oldu” gibi reflekslerle sızlanmaması gerektiğini ihtar eden vakûr bir “TEBLİĞ” hareketi olarak değerlendiriyoruz. “İslâm ORDULARI”nın savaşa girişmeden önce, düşman ordularının saflarına hakikati bildirmek gayesiyle yaptıkları “tebliğ”den mülhem bu değerlendirmemiz ayrıca, platformun bu faaliyetini tatbiki gerekli bir “plân”ın başlangıç halkası olarak anladığımızı da içermektedir.
Şu an itibariyle ilgili olan herkes, yürütülen bu “tebliğ” faaliyetinin neticesinde İBDA Mimarı’nın hukuksuz bir şekilde esir tutulduğu hakikatini beyan etmişlerdir. Yani maksat hasıl olmuştur.
Bizce bu “tebliğ” faaliyetinin biri “iç”te, diğeri de dışta bulunmak üzere iki muhatabı vardır. Her kesime vakûr bir şekilde bu bildirim yapıldığına göre, ayırım yapılmaksızın, hangi kesime mensup olursa olsun, söz söyleme ve eylem yapma gücüne sahip olan herkesin farklı derecelerde olsa da “esaret” gerçeğinden mesul tutulduğu anlaşılıyor. Doğru olan da budur.
Diğer taraftan ise inancımız odur ki, şuurlu bir şekilde “dış”taki muhataplara esaret gerçeğini tebliğ edenler, yaptıkları işin farkında oldukları kadar, dillendirilmesine sebep oldukları bu “problemin” çözümüne dair de en az o kadar fikir sahibidirler. Onların şuurlu olarak yaptıkları işin devamına ait fikir sahibi olmaları, bu faaliyetin “iç”e dönük tarafının da olduğunun göstergesidir. Anadolu’nun birçok merkezinde gönüldaşların, platformun yürüttüğü bu faaliyete geniş katılımı ve çeşitli derecelerde verdikleri büyük destek “tebliğ”in yerine ulaştığını göstermesi açısından çok önemlidir. Bu geniş katılım ve destek “Duayı icrada arama” sürecinde atılmış önemli bir adımdır.
“Fikre Özgürlük Platformu” çatısı altında örgütlenen, hepsi birbirinden değerli ve cesur bu gönüldaşların, karar almalarını ve harekete geçmelerini tetikleyen unsurların başında tahmin ettiğim kadarıyla, geçen 13 yılın sonunda “esaret” durumundan birinci dereceden mesul bazı zevatın medyaya akseden açıklamaları gelmektedir. Bu açıklamalarda kullanılan dile ve seçilen kelimelere dikkat ettiğinizde muhakkak ki, şu cümlelerle ifade edebileceğimiz saklı mânâyı göreceksiniz:
“Hata yapmışsam yapmışım, ne olacak canım?”, “Ne yapalım olur böyle şeyler.”, “İş kazası her meslekte var.”, “Bu kadar kusur kadı kızında da olur.”
Halk diline aşinalığınız nisbetinde bu cümleleri çoğaltabilirsiniz, fakat kesin olan şu ki, bu “mesuller” bugün dahi yaptıkları işten hiçbir pişmanlık emaresi göstermeden aymazlık, vurdumduymazlık, umursamazlık, ciddiyetsizlik, düşmanlık ve vicdansızlık içindedirler. Hangi kesimden ve hangi inanış ve görüşten olursa olsun bu “mesullerin”, “yaptığım iş yanıma kâr kaldı” emniyeti içinde, hiçbir tedirginlik hissi ve vicdanî rahatsızlık yaşamadan, hiçbir şey yapmamışlar gibi orada burada boy gösterebilmeleri, platform üyelerinin “iman öfkelerinin” kabarmasına ve faaliyetlerini hızlandırmalarına azımsanmayacak bir katkı sağlamıştır diye düşünüyorum.
Sadece parça faaliyetlerin başarısı ile değil de, mücadelenin bütününde elde edilecek başarıyla hedefe ulaşılabileceği hatırlanarak;
Gönüldaşların yürüttüğü bu faaliyeti, hedefleri belli bir “plan”ın ilk halkası olarak görüp değerlendirmek ve sahiplenmek;
Bu şuurla hareket eden, bütünleştirici bir anlayışın hakim olduğu bir çizgide, yine hedefleri belli olan bu “plan”a göre sonraki adıma karar verip, bu halkaya eklemlemek;
Bütün bu faaliyetler yürütülürken “iş içinde” eksikler giderilerek, her yerde, her alanda örgütlenmeye hız vermek, yerine getirmemiz gereken devrimci görev olarak kendisini dayatmaktadır.
İşaret fişeği niteliğindeki doğru ve cesur bu örnek çıkışlarından dolayı herkes gibi ben de, bu hanım gönüldaşları canı gönülden kutluyorum.
Allah onları gözetsin, korusun ve güçlerine güç katsın!
Ali Osman ZOR – Eylül 2012
Kaynak: http://aliosmanzor.com