GAZI ALINANLARDAN DEĞİLSENİZ
Bu 10 yıl içerisinde hiç bir suretle kalbinizden “o tarafa” kayma olmadıysa eğer, Başbakan’ın “GAZ ALDIK” itirafını duyunca yüzünüzün kızarmasına ve “Allah’ım ben ne yaptım?” diye dövünüp, saçınızı başınızı yolmanıza gerek yok. Öfkelenmekte ise haklısınız.
‘Sayın’ Başbakan da gazı alınanlardan mı acaba? Eğer öyleyse gaz almayı kendi gazı alınırken mi öğrendi dersiniz? Malum bu işler öyle bir iki senede olmuyor. Bir “süreci” ifade eden gaz alma işleminden istenilen neticeyi elde etmek için, nereden baksanız en az 15-20 yıla ihtiyaç vardır; hatta daha fazlasına… Bu açıdan bakıldığında Tayyip Erdoğan’ı tâ Beyoğlu ilçe başkanı olduğu dönemden itibaren mercek altına almak gerekir. İlişkilerinin kapsamı ve düzeyi İstanbul Belediye Başkanlığında görülmüştü. Başbakan’ın, işadamlarından patrik ve hahamlara kadar, o dönemde geliştirdiği yerel ve uluslararası ilişkileri de kapsar şekilde, ülke içi ve uluslararası politikada ne tür gelişmeler yaşandı? Son on yıldır “gaz” aldığını söylerken Erdoğan, 10 yıl önce “gaz almak” için göreve başladığını da söylemiş oluyor. Bu göreve başlarken O’nu “kabul eden” ve “destekleyen” yerel ve uluslararası unsurlar hangi düzeyde bu destekleri verdiler? En önemlisi de hangi hedefler doğrultusunda desteklediler? Ayrıca bu destekçi güçler, yükselen İslâmcı mücadeleyi nasıl değerlendiriyorlardı, hangi tavırları aldılar ve bu mücadele içinde AKP’yi nasıl konumlandırdılar?
Benzer sorular etrafında Başbakan mercek altına alındığında, en azından örneklik bir “gaz alma” operasyonunun sebepleri ve neticeleriyle birlikte nasıl gerçekleştirildiğinin anlaşılabileceği kanaatindeyiz. Erbakan’a ihanet edip -Başbakan kusura bakmasın ama siyasi literatürde Erbakan’a yaptığının adı budur- yolunu ayırdığında “değişim” ve “dönüşüm”ün bütün evrelerini tamamlamıştı. Özellikle, uluslararası siyasette etkin olan güçlerin karşısına, evrim sürecinin sonunda oluşan yeni imajıyla çıkmıştı. Bu yeni imajın karşılığı ise, iktidar yolunun açılması oldu. İktidar yolunu açan egemen güçlerin bir şartı vardı, o da; Erdoğan’ın yaşadığı “değişim” ve “dönüşüm”ün bir benzerini bütün toplumda meydana getirmek. Bunun adını da “Ilımlı İslâm” koydular. “Aşırılıkların törpülenmesi” ve “Gaz Almak” “Ilımlı İslâm” olgusuyla bağlantılıdır. “Ilımlılık” ise, emperyalizmin İslâm coğrafyasında uygulamak maksadıyla ürettiği bütün projelerin merkezinde yer alan taşeron yapılanmadır. Umumî olarak siyasette, ideolojik “değişim” ve “dönüşüm”ler karşılıklı alış-verişlerin söz konusu olduğu sözleşmelerin neticesinde gerçekleşir; “Biz sana iktidar yolunu açacağız, sen de bize şunu vereceksin” gibi… Bu sözleşme çerçevesinde de gerekli destek sağlanır. Tabiki burada, iktidarı bahşedenin menfaatinin önde tutulduğunu unutmamak gerekir.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu 6 Haziran 2003 tarihli meşhur Wikileaks’in bir belgesini kamuoyuna açıkladı. “Bu belgenin, içerdiği konuların doğru olup olmadığını Başbakan’a sormak istiyorum” diyen Kılıçdaroğlu açıklamalarına şöyle devam etti:
“ABD’nin o dönemki Ankara Büyükelçisi Robert Pearson bir kripto gönderiyor ABD’ye. Kitabın 178. sayfasında, bu kriptoyu aynen okuyorum, generaller için söylüyor; ‘AKP’den seçilmiş Recep Tayyip Erdoğan’ın davranışlarından büyük rahatsızlık duymaktadırlar. Erdoğan çok güçlü bir MÜTTEFİKİMİZDİR, generallerin bu tutumu AMERİKAN MENFAATLERİNİN korunması açısından engelleyicidir. Orgeneral Hilmi Özkök’ün SADAKATLİ duruşu sahiplenilmelidir. Muhalif orgeneraller, orgeneral Hilmi Özkök’ün çizgisine itiraz etmektedirler.”
Kripto “Erdoğan, kendisine DESTEĞİN devamı halinde ABD’nin MÜTTEFİKİ olarak, TÜRK HAVA SAHASINI, KARA VE DEMİR YOLLARIYLA MERSİN VE İSKENDERUN LİMANLARINI KULLANIMIMIZA AÇACAĞINI TAAHHÜT ETMEKTE. Ancak, Türk Ordusu’ndaki üst rütbeli subaylar tarafından sürekli engellenmek istemiyoruz” diye devam ediyor. Karşı çıkan generallerin isimleri de veriliyor. Kripto, “Bu bakımdan değerlendirildiğinde güçlü bir medya grubunun oluşturulmasına acilen ihtiyaç duyulmaktadır. Bu konu Erdoğan ile paylaşılmış olup, gereğinin değerlendirileceği hakkında olumlu değerlendirmelerin yapıldığı ve yapılacağı teyidi alınmıştır” diye bitiyor.
Bir çok gizli belgenin yer aldığı ve internette yayınlanan Wikileaks belgelerinin neredeyse tamamının doğru olduğu artık biliniyor. “İfade özgürlüğü”nün beşiği olduğunu iddia eden Batı dünyası, bu sitenin kurucusu için uygun bulduğu adalet(!) anlayışıyla, “ifade özgürlüğü”nün mevcut Batı düzeni için tehlike arz etmediği müddetçe geçerli olabileceğini uygulamada bir kez daha göstermiştir. Adamın başına gelen pişmiş tavuğun başına gelmedi. En son, sığınma talebinde bulunduğu devletin büyükelçilik binasından dışarıya adımını dahi atamıyor. Çünkü kafasını gösterdiği an tutuklanacak.
Kılıçdaroğlu’nun yayınladığı bu belgede bahsi geçen anlaşmanın, hem daha önce yayınlanan belgelerin doğru çıkmasından, hem de AKP’nin on yıllık icraatının muhtevası bu belgedeki hususları bire bir doğruladığından varlığı tartışılmaz. “2003 Mart Tezkeresi”nin macerası şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Hani, “Bu tezkereye karşı çıkmak bana karşı çıkmaktır” demişti ya! Paniğin ve agresif davranışlarının sebebi besbelli ki ABD’ye verilen TAAHHÜTLERMİŞ. Irak’ın Amerika tarafından işgalinde AKP’nin üstlendiği rol aynen bu belgede geçtiği üzereydi;
“Türk hava sahasını, kara ve demiryollarıyla Mersin ve İskenderun limanlarını” Amerika’nın kullanımına açmak.
Daha tezkere meclisten geçmeden Amerikan ordusunun İskenderun Limanı’ndan girerek büyük bir hızla Diyarbakır’a kadar, nerdeyse tüm ülkeyi işgal ettiği hâla hafızalarda. O zaman Hilmi Özkök’ün “SADAKATLİ Duruşu”nun haricinde ordunun “üst rütbeli” subaylarının bunu “engellemeye” çalıştıkları kriptodan anlaşılıyor. Tezkere çıkmadan Amerika’nın Irak’a saldırmak için buraya konuşlanan askeri gücü, eğer “ben Türkiye’den çıkmıyorum” deseydi, Amerikan Ordusu’na karşı meğerse “Sadakatli duruş” sahipleri değil de “üst rütbeli subaylar” ülke savunması için silaha sarılacaklarmış. Belgeden anlaşılan bu. Başbakan’ın tek tek isimlerini ABD’ye verdiği iddia edilen bu “üst rütbeli subaylar”, dönemin Amerikan Savunma Bakanı yardımcısı Wolfowitz’in, tezkerenin meclisten geçmemesi üzerine “not ettik” dedikleri mi acaba? “Balyoz” davasında hüküm giyen üst rütbeli subaylarla, bahsi geçen “Üst rütbeli subaylar” arasında bir ilişki var mı? Dinlemelerin ve belgelerin en yoğun olduğu dönemde Ankara’da 500 kişilik bir Amerikalı ekibin her türlü imkanı seferber ederek operasyona “destek” sağladığı dilden dile konuşuluyordu. Bu 500 kişilik ekip Amerika tarafından AKP’ye vadedilen yardımın kapsama alanı içinde olabilir mi?
Mart ayında meclisin, yabancı ülke askerinin Türkiye’yi kullanmasını içeren tezkereyi reddinden sonra, Amerika Irak işgalini gerçekleştirdi. Irak’ın kuzeyinden düşünülen işgal, meclisin tezkereyi reddetmesiyle Irak’ın güneyinden yapılmak zorunda kaldı. Bu da Amerika için büyük bir maliyet ve savaş plânında nerdeyse neticeyi etkileyecek değişiklikler yapma mânâsına geldiğinden Bush ve adamlarını çok kızdırmıştı. Bu kızgınlıklarının ifadesi olarak Pentagon, müsebbipleri “not ettiklerini” açıklamıştı. Daha sonra, yani işgal sürerken AKP’nin, Amerikan Ordusu’nun Türkiye üzerinden Irak’ı işgaline izin veren başka bir tezkereyi apar topar meclisten geçirdiğini hatırlıyoruz.
Dikkat edilirse 28 Şubat’ın “kudretli” generallerine, Balyoz davasında adı geçen “üst rütbeli subaylara” hükümet ve medya tarafından gösterilen “ilginin”, “hakettikleri” halde üçte biri bile gösterilmiyor. Bu da bizim AKP-28 Şubat ilişkisini ve bu ilişkinin ihtiva ettiği gerçekleri doğru kavramamızı ihtar eden unsurlardandır. Çünkü AKP’nin Amerika’ya ve Avrupa’ya verdiği TAAHHÜTLERİN önündeki tek engel 2003′te “plân”lar yapan “üst rütbeli subaylar” değildi. AKP ile 28 Şubat arasındaki varolan doğrudan veya dolaylı ilişki, perdeler aralanıp görüldükçe, İBDA Mimarı’nın niçin esir edildiği ve bu esaretin hâlen niye devam ettiği biraz daha gün yüzüne çıkacaktır.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun kamuoyuna açıkladığı belge, Başbakan’ın “gaz alma”yla alâkalı yaptığı açıklamalarla birlikte değerlendirilirse, “değişim ve dönüşümcülük”ün belirleyici olduğu “Ilımlı Amerikan İslâmcılığı”nın ruhu, bütün açıklığıyla meydana çıkar. O zaman da, 28 Şubat “darbe mi?” yoksa bir darbeye zemin hazırlayan ve uluslararası güçler tarafından plânlanıp yönlendirilen iyi bir “operasyon mu?”
Vereceğiniz cevap, baktığınız ve durduğunuz noktaya göre değişiklik arzedecektir.
Peki “28 Şubat”ı “darbe” veya “operasyon” olarak nitelemek ne tür farklı değerlendirmelere yol açar?
Bu soruya cevap vermeden önce bir cümleyle “Ilımlılık” üzerinde duralım…
“Ilımlı” kelimesi Batı için yeni bir kavram değildir. Belki de Fransız İhtilali’ne kadar giden bir tarihi vardır bu kavramın. Mevcut düzen tarafından “kabul edilebilirliği” ifade eden bu kavram, bazen düzen sahipleri tarafından, düzenin sınırlarına dahil edilenler için kullanılmış, bazen de “radikal” unsurlar tarafından, düzenle uzlaşarak sadece iktidarın “el değiştirmesini” kâfi gören “benzerleri” için kullanılmıştır. Haliyle “ılımlılık”a yüklenen mânâda yer alan yumuşaklık, orta yolculuk ve benzeri müsbet durumlarla alakası yoktur. Bilakis “ılımlıları”n iktidar süreleri gayet totaliter, muhalefete tahammülsüz ve özellikle de “radikaller”e karşı vahşice uygulamalarıyla geçer. “Ilımlılık”ın muhtevası kelimenin müsbet anlamlarıyla değil, mevcut düzen ve egemen güçler tarafından kabul edilmesi ve onun da mevcut düzeni kabul edip bu güçlerin egemenliğini tanımasıyla anlaşılır.
Gelelim yukarıdaki sorunun cevabına;
“28 Şubat”, “darbe” olarak değerlendirilirse, o zaman AKP’nin de -toplumun algısında oluşturulmaya çalışıldığı gibi-, bu darbeye karşı, bir nevi karşı darbe yaparak, devrim çapında iktidara geldiği kabul edilmesi gerekir. Böyle bir kabulün söz konusu olduğu noktada ise, şu soru gündeme gelir; “28 Şubat”ın “ESAS DÜŞMAN”dan kastı “Liberal- Muhafazakâr-Demokrat, ABD Müttefiki ve AB’ci” AKP zihniyeti miydi?
Yok eğer, “28 Şubat” bir darbeye zemin hazırlamak için yerel ve uluslararası güçlerin plânladığı ve yönlendirdiği “iyi bir operasyon”sa, o zaman “darbe” ne zaman, kimler tarafından ve kime karşı yapıldı? Bu sorunun cevabı da operasyon süreci sonunda teşkil edilen yapının, iktidara geliş tarihinde aranmalı. Yani “”3 Kasım 2002″… “28 Şubat” bir darbenin hazırlanması gayesiyle yapılan dini, siyasi, sosyal ve ekonomik stabilize faaliyeti olarak kabul edildiğinde, “3 Kasım”ın da darbenin gerçekleştiği gün olarak tesbit edilmesi gerekir.
“Darbe” ve “Darbe için operasyon” arasındaki ilişki “3 Kasım” bağlamında kurulduğunda cevabı verilmesi gereken başka bir soru daha çıkmaktadır karşımıza;
“28 Şubat”ın “ESAS DÜŞMAN” olarak gördüğü, bu süreçte nereye oturuyor ve “darbe” ile “ESAS DÜŞMAN” arasındaki ilişki nedir?
“Gerçeği” etrafındaki hadiselerle birlikte kavrama gayesi güttüğümüz bu çalışmada, “Sömürge Valiliği”ne giden süreci mânâlandırabilmek için, tarafların birbirlerine nisbetle karşılıklı konumlarının iyi anlaşılması gerektiğine inanıyoruz. Yaşanan sürecin izahı içinde, gerekirse farklı farklı açılardan cevap vermek kaydıyla, doğru soruların sorulması kanaatindeyiz. Çünkü, devrim sürecinde kazançlarımız, kayıplarımızın neler, bugün bulunduğumuz noktada durumumuz nedir ve ne olması gerekir, bütün bu hususların muhasebesini yapmak zorundayız.
Meşhur 28 Şubat kararlarında geçen şu cümle İBDA’nın “ESAS DÜŞMAN” olarak izhar edilmesi mânâsına geliyordu:
“İBDA-C İslâmcıların silahlı gücüdür”
Ama, emin olun ki, İBDA’nın “ESAS DÜŞMAN” olarak nitelenmesi, şuurlu-şuursuz bu süreçte yer alanların tek başına yapabilecekleri bir tesbit değildi. Çünkü, böyle bir tesbit “ESAS DÜŞMAN”ın anlayış seviyesinde olmayı gerektirirdi. Onlarda ise, “zamanı gelmiş bir fikri” tanıma kapasitesi ve ideolojiyi ideoloji yapan unsurları anlama seviyesi mevcut değildi. Onlar, plânlamayı yapan ve süreci yönlendirme faaliyetlerini yürüten merkezlerin kendilerinden istedikleri doğrultuda hareket ediyorlardı. O süreçte yer alan ve o günlerde “İstiklâl Savaşı” verdiğini zanneden bazı “vatansever” unsurlar, gerçek müslümana karşı istiklâl savaşı verilemeyeceğini dahi anlayamamışlardı. Şuan onların da “ESAS DÜŞMAN”la birlikte cezaevinde olmaları, ayrıca manidâr. Bu tür çelişkilerin de varolduğu “28 Şubat” sürecini “yapan” değil de daha çok “yaptıran” açısından değerlendirmekte haksız sayılmayız. Bu cümleden olarak;
28 Şubat, neticesi öngörülerek, senaryosu dışarıda yazılmış, yerli aktörler eliyle sahnelenen “riskli” bir oyundu. Algılarla oynanarak sahnelenen bu esere niçin ihtiyaç duyulduğu ise, özellikle 90 yılından itibaren kendini hissettirmeye başlayan İslâmcı Mücadeleye bakarak anlaşılabilir. “Bağımsız yapısı” ve “kitle üzerindeki etkisiyle” takip edilen bu mücadele hem Türkiye’de, hem de bölgede emperyalist düzeni bozabileceğini vadetmekteydi. Bundan dolayı 28 Şubat, diyebiliriz ki o dönem “emperyalizm”in Türkiye’deki son ümidiydi. Emperyalist politikaların devamı 28 Şubat’ın başarısına bağlıydı.
28 Şubat’tan önce ve sonra kurulan hükümetlerin misyonu emperyalist Batı politikalarını uygulamaktı. 3 Kasım 2002′den sonra da bu durumda, “üslûp” haricinde bir değişiklik olmadı. Emperyalist politikalar işgale dönüşmüş olarak bütün İslâm coğrafyasını yangın yerine çevirdi. Ankara’nın “rızası” olmasaydı, Batı emperyalizmi bu çapta bir saldırıya kalkışabilir miydi? “Gazı alınan” kitleler sessiz kalmasaydı Irak, Libya yerle bir edilebilir miydi?
“Değişimcilik” ve “Dönüşümcülüğün” temelinde, toplumu Batı politikaları yararına etkisizleştirmek var. Bunu yapabilmek için de bütün aktif unsurların düzene angaje edilerek iktidarsızlaştırılmaları söz konusudur. Çünkü, toplumu etkileyen yapıları pasifleştirmeden halkın üzerinde istediğiniz havayı oluşturamazsınız. Aktif unsurlar “iktidarsızlaştırıldıktan” sonra, onların etkilediği kitlelerin, olduğu gibi düzen tarafından kabul edilmeleri bir yana, tamamen yok edilmeleri tek hedeftir. “Dönüşüm”den kasıt budur.
Bugün seçmen profiline dikkat edin, AKP’ye birinci dönemde oy veren seçmen tipi artık neredeyse yok oldu. Hakim karakter, nereden geldiği beli olmayan, adeta uzayın boşluğundan yeryüzüne düşüvermiş garip bir insan tipi. ANAP’la meydana çıkan “şen sıpa” tipi, artık neredeyse kemâle ererek “eşşek” oldu.
Anlaşılıyor ki, “değişim” ve “dönüşüm”, düzene uydurmanın ve onun içinde eritmenin ve bunu halkın “belini incitmeden” yapabilmenin siyasi dilidir. Kelimelerin ilk anda tedai ettirdiği müsbetmânâlar, toplumun bütün kesimlerinin, yok edici bir selin önünde iradeleri dışında nasıl sürüklendiklerini anlamalarını engellemiştir. Özal’la başlatılan bu süreç, hedefine doğru epey bir yol katetmiş olarak hâlen devam etmektedir.
12 Eylül darbesiyle Özal’ın iktidara taşınması, bu “değişim-dönüşüm” sürecinin startı niteliğindeydi. Fakat, 10 yıllık iktidarı süresince Özal, İBDA’nınmüslüman kitle üzerindeki etkisinden dolayı toplum içerisinde Amerikan politikaları doğrultusunda bir havayı tam olarak oluşturamadı. 10 yılın sonunda da tedricen halk desteğini kaybetti. Birinci Körfez Savaşı Amerika açısından bir çok öneme haiz idi, ama savaşın O’na öğrettiği en önemli husus, Türkiye’de halkın desteğini kazanmış Batıcı bir hükümet olamadıktan sonra bölgeye dair projeleri tatbik aşamasına geçirmek mümkün değil. Batı tarafından Özal’a verilen desteğin temelinde de bu düşünce vardı, ama halk, Özal’ı “öfke” ve “intikam hisleri”yle iktidara taşımamıştı. Bilakis halkın öfkesi ve “intikam hissi” Özal döneminde Batı aleyhine artmıştı.
Emperyalizmin 90 yılında Irak’a saldırmasındaki gaye “yeni bir yapılaşma ile güç toplamak”tı. Çünkü, artık “imparatorlukları gerileme devri” durumundaydı. Bu gerçeği perdelemek için de bütün dünyaya “Yeni Dünya Düzeni” yalanını uydurdular. Özal’ın, Irak’a saldırıdan önce Amerika’ya verdiği bütün sözlerin geçersiz olduğu, halkın batıya karşı meydanlara çıkmasıyla anlaşıldı. Birden bire Amerika “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma” tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Irak’ı alayım diye düşünürken, Türkiye’yi kaybetme tehlikesi, emperyalizme bütün plânlarını yeniden gözden geçirmesini ihtar eden, o zaman ki en önemli gelişmeydi. Halkın Batı karşısındaki bu “öfke” ve “intikam” kokan duruşundaki tesirin müsebbibi olarak İBDA Mimarı görüldüğünden beş gönüldaşla birlikte, bugünlerde mezarında da rahat bırakılmayan Özal’ın talimatıyla tutuklandı.
90 yılından başlayarak yaşanan bu gelişmeler, Batının Türkiye üzerindeki hakimiyetini kaybettiğini göstermesi açısından oldukça “tedirgin” ediciydi. Özal’ın ölümünden kısa bir süre sonra, 96 yılında İBDA Mimarı’nın “Başyücelik Devleti-Yeni Dünya Düzeni” isimli eserinin yayınlanması bu “tedirginliği” kat be kat artırdı. İBDA Mimarı’nın bu eseri oyunu büyük oynamak isteyen Batı’ya, bu oyunun tek taraflı olmayacağını, tarihte olduğu gibi bugün de, “büyük oynamak isteyenlerle, büyük oynayabileceğimizi” göstermesi açısından da önemliydi.
Bilinen bu süreci “olmuş-bitmiş” nazarıyla değerlendiren ve “kanıksama” belasına düçar olanlardan değilseniz;
“Değişimcilik”-“Dönüşümcülük”ün, “Ilımlılık”ın, bölgeye yapılan saldırının, 28 Şubat’ın, “BOP”un, “Medeniyetler İttifakı”nın, Mevcut İktidar’ın, İsrail’in Güvenliği’nin, “Yeni Dünya Düzeni”nin ve daha bir çok emperyalist projenin İBDA Mimarı’nın esaretiyle doğrudan bağlantılı olduğunu kavrayabilirsiniz. “Kanıksamak”, “kavrama kabiliyeti”ni yok eden önemli bir unsur olduğundan, bu “bela”ya düşenlerin işi gerçekten zor. Bizce “kanıksamak” da “Gaz Alma” kapsamına dahildir.
Anlıyoruz ki, o günlerden başlayıp, bugün hâlen devam eden “Nizam Savaşı”nın siyasi hedeflerinden biri –en önemli hedef- İslâm Dünyası’nı temsilen “Yeni Dünya Düzeni” teklifiyle savaş meydanına çıkan İBDA’nın siyasi ve askeri olarak etkisizleştirilmesiydi. İBDA Mimarı’nın 14 yıllık esaretini bu siyasi hedef noktasından değerlendirdiğimizde, devrimci mücadelenin, siyasi hedefine ulaşacağı şartlarla, O’nun esaretinin son bulacağı şartların birbirine ne kadar yakın olduğunu kavrayabiliriz.
Emekli Binbaşı İhsan Güven’in telef edilmesi, bu hedef doğrultusunda atılmış ilk ciddi ve esaslı askeri adımdı. Bu açıdan bakıldığında bu eylem, bizce, hedefte isabet, zamanlama ve planlama gibi ferdi militanlıkta olması gereken bir çok hususu barındırma özelliğiyle bir milattı. Ayrıca insiyatifi kazanmanın veya elde tutmanın “güç”le ilişkisini göstermesi açısından da örneklikti.
Birinci Körfez Savaşı’nda Batıcı hükümetin politikalarından farklı olarak, halkın ayrı bir “hissiyatı” olduğu net bir şekilde anlaşıldı. Halkın “hissiyatıyla” hükümetin Batı yararına izlediği politikalar arasındaki ayrılık, daha sonraki dönemlerde derinleşerek devam etti. Halkın bu hissiyatının “ihtilâl Hareketi”nin ortaya koyduğu mücadele anlayışı ve müşahhas hedeflerle ete kemiğe bürünmesi, artık Amerika’nın iç siyaseti eskisi gibi yönlendiremediğinin göstergesiydi. Umûmi olarak Ortadoğu ve özellikle Türkiye’deki gelişmeler uluslararası siyasetin “okyanus ötesi” merkezinin zayıfladığına ve rüzgârın Asya’ya doğru esmeye başladığının işaretiydi. Batı’nın “ılımlılar”a “mahkûm” olmasında, Türkiye ve Ortadoğu’da siyasi inisiyatifi kaybetme korkusu başlıca etken oldu diyebiliriz. Bunu daha iyi anlayabilmek için 90 ile 2000 arası verilen mücadeleyi iyi bilmek gerekir. Bu dönem, “28 Şubat” operasyonuna nasıl karşı durulduğunu da kapsadığından, ayrıca öneme haizdir.
Halkın, hükümetler üzerinden rejime gösterdiği tepkinin önü alınamaz bir hâl arzetmesi, emperyalist düzenin siyasi ve askeri Batıcı-laik kadrolarla yürütülemeyeceğini gösterdiğinden, Batı’nın ne yapıp edip bu duruma engel olması gerekmekteydi. “28 Şubat”, İslâm Düşmanı karakteriyle halkın bu tepkisinin tavan yapmasına yardımcı olmakla, AKP’ye olan yönelimin artmasına ve hızlanmasına vesile olmuştur. Aslına bakılırsa bugün rahatlıkla söyleyebiliriz ki, 28 Şubat’ı “yaptıranların” güttükleri gaye tam da buydu. Daha önce dünyanın çeşitli ülkelerinde onlarca örneğine şahit olduğumuz bu tür operasyonlarla, Batı’nın kendisine duyulan tepkiyi bir anda kendi lehine çevirmede oldukça başarılı olabildiğini görmekteyiz. Geçen on yılın sonunda açıkça görülüyor ki, Batı her türlü siyasi ve ekonomik destek verdiği AKP iktidarıyla mevcut durumu lehine çevirmiştir. Artık Türkiye, elden çıkma tehlikesi “bertaraf” edilmiş ve bütün İslâm Dünyası’na “model” olma niteliği kazanmış bir ülkedir. Tabii şimdilik…
Rüzgar, Türkiye’ye doğru esmeye başlamış ve Dünya siyasetine yön verebilecek Batı’dan bağımsız yeni bir merkezin ayak sesleri duyulur olmuştu. Bu, “Yeni Dünya Düzeni Anadolu’dan başlayacak” diyen İBDA’nın devasa adımlarla yürüyüşünün sesiydi. 90’da başlayıp, fakat bir türlü isimlendirilemeyen İslâmcı Mücadelenin devasa adımlarla yürüyüşü, 28 Şubat’la “ESAS DÜŞMAN” olarak isimlendirildi: İBDA.
“Aşırılıkların törpülenmesi” ve “gaz alma” ile kastedilenin, İBDA’nın önünün kesilmesi olduğunu anlayalım. “Ilımlı İslâm” denilen paradigmanın “Radikal İslâm” denilen Batı karşıtı “Devrimci İslâm”ı etkisizleştirmek için kurgulandığını bilmeyen mi var? Diğer taraftan ise;
Kesim ayrımı yapmaksızın bütün “aktif” unsurlar mevcut düzenin sınırları içine çekilecek, onları destekleyen kitleler ise, “merkez”e yaklaştırılarak eski ideolojik ve politik durumlarından arındırılıp –gazları alınarak- eritilecek; “değişim” ve “dönüşümcülüğün” muhtevası budur. Aktif, düzen karşıtı kesimlerin düzenin sınırları içine çekilmesi ise, bu kesimlerin hiçbir şekilde iktidarla uzlaşmayan unsurlarının farklı farklı yöntemlerle tasfiye edilmeleriyle başladı. Bu süreç içinde kimi kesimler yok edilirken, kimi kesimler de güçsüzleştirildi. Bunun sebebi ise, izah etmeye çalıştığımız üzere bu “değişimcilik” ve “dönüşümcülük”ün muhtevasının tam olarak kavranamaması ve tartışılamaması idi. Bu kafa karışıklığı içerisinde saldırının yönlendirileceği hedef tesbitinde ya yanlışlık yapıldı yahut tereddütler yaşandı. Her iki durumda da, yalpalama içinde bulunanlar en hafif tabirle mücadelelerinde ilerleme sağlayamadan yerlerinde saydılar. Mücadelede yaşanan bu tutukluk, egemen güçlerin daha rahat hareket etmelerini ve propaganda araçlarıyla, pek zorlanmadan “gaz alma”larını sağladı. Saldırının yanlış hedeflere yönlendirilmesi, iktidarı yeniden dizayn etmeye çalışan egemen güçlerin “zımnî destek” sınıfından olarak ayrıca işlerine yaradı.
Denilebilir ki, “bu süreçte mevcut iktidarın iş başına gelmesinin sebebi halkın ona gösterdiği teveccühtü.” Buna karşılık biz de deriz ki, iktidarın halk desteğiyle işbaşına gelmesi başka, devrimci bir çizgide mücadele ettiğini iddia eden bir anlayışın halkın “algısına” teslim olarak, iktidara karşı etkisiz kalması daha başka. Bu ikisini birbirine karıştırmamak lazım. Kaldı ki, burada söz konusu olan halkın istemesinden ziyade, ona “istetilmesidir”. Biz uluslararası güçlerin bu operasyona “neden” ihtiyaç duydukları üzerindeyiz. Bu operasyona “neden” ihtiyaç duyulduğunun doğru cevabını verip, sebebi ortaya koyduğumuzda, hakikatinde halkın teveccühünün kime ve mevcut iktidarı desteklerken muradının ne olduğu tartışmasız meydana çıkacaktır.
Millet, temelinde İslâm Düşmanlığı bulunan saldırıya “karşı duran iradeye” teveccüh etmiş ve bu iradenin “iktidarı ele geçirmesini” istemiştir. Yani halktaki bu “teveccühü” ve “isteği” meydana getiren İslâm’a karşı yapılan bu saldırıya direnen “irade”ydi. Bu mânâda söz konusu “teveccüh”, “destek” ve “istek” bugünkü mevcut hükümete değildi, direnişi temsil eden o “irade”yeydi. Müslüman halktaki bu “iktidarı ele geçirme” isteğinde ise, şuan iktidarda bulunan “ılımlılar”ın kati suretle hiçbir etkisi olmamıştır. Onlar, mücadelenin iktidarı ele geçirme safhasında, yani son düzlükte yarışa dahil olarak sadece rol çalmışlardır.
Mevcut süreci doğru okuyan egemen güçler, halkın bu duygularını örgütleyerek mevcut yapıya yönelttiler ve “demokratik nizam” içinde onu iktidar yaptılar. Milletin “algılarıyla” oynayarak yapılan, direnişi temsil eden “irade”nin tecrit edilerek, sahtesinin makyajlanıp -3 aylık otel tadında hapis gibi- iktidara taşınmasıdır.
28 Şubat 1997, Hristiyan-Yahudi Batı Dünyası’na karşı İslâm Devrimi’ni temsil eden bu “irade”nin“esas düşman” olarak tesbit edilip, önünün kesileceğinin ilan edildiği tarihtir. Batıcı düzenin eski “yürütücüleri” tarafından, emperyalist düzene tehdit oluşturduğundan 98’nin sonunda esir edilen bu “irade”, 2002 Kasım ayından beride, Batıcı düzenin yeni yürütücüsü “ılımlılar” tarafından aynı sebeple esir tutulmaktadır.
Dış tesirlerle beraber iç şartların doğru tahlilinde, halkın “direniş iradesine” teveccühünün devam ettiği, hissiyatı ve muradının O’nun iktidarı ele geçirmesi yönünde bâki olduğu anlaşılmaktadır. Şuan iktidara verilen desteğin aslında “Gerçek İslâm Devrimi”ne olduğunun şuuruyla “devrim süreci”nin bütün hızıyla devam ettiğini gözden ırak tutmayalım.
Ali Osman Zor – Eylül 2012
http://www.aliosmanzor.com/yazilar/gazi-alinanlardan-degilseniz