BİR MEDENİYET MESELESİ OLARAK KAVRAM-TARİF BUNALIMI
Bir yazı, iki tür “keşke yazılmasaydı” hissiyle karşılanır. Bunlardan birincisi, bizzat yazının kendisini hedefler. Yazının tezleri ve bunları savunma üslûbu beğenilmez ve böyle mukabele edilir. İkincisi ise, o yazıyı yazmaya götüren sebeplerle alâkalıdır ve bu türden bir mukabele, esasında yazının kendisine değil dış şartlara bir serzeniş mânâsına gelir. Bu yazının kendi değerini biçmek yazarına düşmez ama kaleme alınma sebebinin ikinci türe girdiğini belirtmek gerekir.
Son zamanlarda daha mı arttı yoksa daha mı dikkat çekici oldu bilinmez; iddialı cümle kurmak, fikri anlamış olmanın ve yüksek fikir serdetmenin olmazsa olmaz şartı hâline geldi. Kur’ân’daki cennet tasvirlerinde sakinlerinin mazhar olacağı nimetler sayılırken geçen, “orada hoşa gitmeyecek bir söz işitmezler” hediyesi, herhalde kastettiğimiz, artık sırları zedeleyici, altı bomboş keskin sözlerin vereceği tahribatı anlamaya yeterli bir hüccettir. Bu yazıda, bir insanın bulunduğu yerden müthiş iddialı cümleleri kolaylıkla sarfedebilmesine neyin/nelerin sebep olduğunu bulmaya çalışacağız. Birçokları arasından rastgele seçilen üç misâl şunlardır:
– İslâm, kozmopolit bir medeniyet öngörür.
– İslâm, antiemperyalisttir.
– İbda, batılı bir ideolojidir.
Bu türden bir hüküm ile karşılaşıldığında tabiî insan reaksiyonu, soru sormaktır. Gelgelelim, bir adım sonrasına dâir hiçbir fikri olmadığı hâlde rahatlıkla hüküm savuranların gözünde soru sormak, itiraz etmek demektir ve dolayısıyla densizliktir. Bir şeyi yapabiliyor olmak, yapma işine bir meşruiyet kazandırmaz. Ama sanki böyle bir zannetme var olacak ki, cebinde bozuk paralarla lunaparka gelmiş çocuk edâsıyla meselelere dalmakta bir mahzur görülmüyor. Sesler çıkarılabiliyor ya, heceler kelimeleri, kelimeler cümleleri oluşturuveriyor. Bu yerçekimsiz ortamda soru sormak demek, muhatabı ayağını yere basmaya davet etmek olacağından, bütün kafa konforu bozuluyor. Mevzumuzdan sapmadan ufak bir manevra yaparsak; insanlık tarihi, sürekli bir saçmalık-direnme mücadelesinin zeminidir ve mevzî başarılar hep saçmalığın ama nihaî zaferler sürekli hakikatin lehine neticelenmiştir. Gerçi soru her zaman cevapsız bırakılmıyor. Bir Amerikan televizyon kanalında bir papaz, Hıristiyanlık öğretisinde dünya gezegeninin 6 bin küsur yaşında olduğunu söyleyince gelen, dinozor fosilleri itirazına, “tanrı o kemikleri oraya bizim imanımızı sınamak için koydu” cevabını vermişti. Eğer kabul ederseniz, bu da bir cevaptır yani…
İslâm, kozmopolit bir medeniyet öngörür… Şu cümle, sarfedildiği ândan itibaren o kadar çok meseleyi beraberinde getiriyor ki, hani harflerin/seslerin bir şuuru olsa, kendilerini hüküm sahibine kullandırtmamak için ellerinden geleni yaparlardı diye düşünmekten kendini alamıyor insan… İslâm nedir? Kozmopolitanizm nedir? Medeniyet nedir? İslâm derken, bir çok İslâm anlayışı var, hangisini kastediyorsun? Teoriyi mi, pratiği mi konuşuyorsun? Geçmiş İslâm devletlerini nereye koyuyorsun? Kozmopolit miydiler? Değillerse, hiç mi doğru pratiği olmamış bu dinin? Ve buna eklenecek, kozmopolitanizm ve medeniyetle ilgili onlarca soru…
Kozmopolitanizm, bir sürü cicili iddiası bir yana, farklı renkleri tek renk altında toplama çabasıdır. Dil aynı, müzik aynı, yemek aynı, kıyafet aynı ama millet farklı, oldu sana kozmopolitanizm!.. Misâl, Fatih dönemi İstanbul’unu ele alalım. Fetihten sonra camiye döndürülmeyen bir kilise bırakılıyor, onun da çanı ahşaptan yaptırılıyor. Veya bugün Avrupa’da hoparlör ile ezan okunmasına izin verilmiyor. Bir kere burada, diğer unsurlara sınırlı bir müsamaha gösterilmesi ile kozmopolitanizm karıştırılıyor. Toplumun bir kısmının, diğer kısmına müsamaha gösterdiği yerde kozmopolitanizmden bahsedilemez çünkü müsamaha, bir üstünlük göstergesidir. Aynı mesele, İslâm’ın antiemperyalistliği hükmünde de var. Bu hükümlerin, teknik ve mantık âlemlerinde birer hatası mevcut. Emperyalizm, 18. yüzyılda türetilmiş ve zaman içerisinde menfî mânâ kazanmış bir kavram. Yoksa kelime kökü bakımından, kâinatın tümünü içine alıcı bir dünya görüşüdür. İslâm’dan 12 yüzyıl sonra çıkmış kavramlarla İslâm’ı kayıtlamak ne derece güvenilirdir? Mantık planında da, diyelim İslâm ile bir başka görüş arasında bir müşterek bulundu. Bu müşterek, İslâm’ı o mu kılar? Bir şey bir şeye ancak unsurları üzerinden benzeyebilir. Eğer bütün olarak aynılık varsa, zaten bir farklılık yoktur ki müşterek konuşulsun… Unsur üzerinden bütünü kayıt altına almak ise, bir insanın elini tutup, “bu el seninse, sen bir elsin” demekten farksızdır.
Bütün bunlar bir yana, buradaki esas mesele, kendini tanıma çabasının, seni başka bir dünyaya âit fikirlerin genellemeci tavrıyla tarif edenlerin izinde yapılmaya çalışılmasıdır. Başkasının kavramıyla konuşulursa, onun diliyle düşünülür ve kendini tanıma faaliyeti, başkasının gözündeki görünüşten ibaret kalır. İnsanların ve toplumların statüleri vardır. Çok basit bir misâlle, bir çocuğun babası olan bir adam, bir başka çocuğun da dayısıdır. Babasına, sürekli olarak kuzeninin dayı figürü üzerinden bakan bir çocuğun, doğru bir baba figürü tanıyamayacağı açıktır.
Dünyada düşünme faaliyeti, antik Yunan filozofları ile başlamış değildir. Lâkin, en derli toplu ve ekol oluşturucu zenginliğe ve nizama sahip, bilinen ilk örnek olduğundan sürekli oraya nisbet kurulması anlaşılabilirdir. Düşünce faaliyeti, zamanda bir süreklilik ifâde eder ama mekânda farklı coğrafyalarda tevarüs etmiştir. Ama ne hikmetse; Avrupa’da bu haklar -sınırlı da olsa- teslim edilirken, bizde yok sayma mekanizması işlemiştir. Antik Yunan ile başlatılan sayı doğrusunda, Sokrat, Platon ve Aristo’dan sonra ilk çentiğe, Yeniçağ diye adlandırılan dönemin Avrupa filozoflarını yerleştirmekte bir beis görülmemiştir. Ne 2. ile 5. yüzyıllar arasında yaşanmış Hint rönesansından bir bahis vardır, ne de 8. ile 14. yüzyıllar arasına damga vurmuş İslâm düşünürlerinden… Heidegger, ölümünden iki yıl evvel verdiği bir röportajda Sühreverdî’yi yere göğe sığdıramazken ve bu tavrıyla, metafiziği esasında nerelerden devşirdiğinin ipuçlarını verirken, bizde Sühreverdî’nin sadece isminin acaba kaç kişi tarafından bilindiği, cevabı hüzünlü bir sorudur. Külliyatın birçok yerinde, zamanın dairevî bir düzlemde raks ettiği hikmeti geçer. Mensubiyet iddiacıları için söylüyorum; bu hikmetin ilk ifâdesi Sühreverdî’de iken, makalelerde sürekli Bergson üzerinden bu meseleyi konuşmak hangi psikoloji ile açıklanabilir? İbn Sina; kıymet hükmümüz batı ya, batılılarca ortaçağ modern biliminin kurucusu ve hekimlerin önderi olarak bilinir ve Büyük Üstad ismiyle anılır. Düşünce dünyasına yaptığı katkıyı tartışmak, gülünç duruma düşmek olur. Ama gelgelelim, misâl bir Nietzsche’nin zekâtı kadar itibarının olmaması, herhalde yalnız bizim camiaya has bir durumdur. Tarkovsky’nin adının geçtiği yüzlerce makaleye rastlamak mümkünken, haydi Hint ve İran’ı geçtik, Eisenstein’den kaç kere bahsedilmiştir? Devlet fikri denirse, Platon var… Peki, neredeyse Platon’un hayâlini gördüğü devletin icracısı olmuş Nizamülmülk ve O’nun Siyasetnâme’sinden ne haber? Herhalde makalede Dostoyevski’nin isminin geçmesi, Tanpınar’dan daha estetik görülüyor. Ebu Musa el-Harizmî’nin Kitab’ul Muhtasar fî Hisab’il Cebr ve’l Mukabele diye bir kitabı var. 820 yılında yazılmıştır ve cebir ilminin kurucusudur. Kitabında, eşitliğin iki yanına aynı işlem uygulandığında eşitlik bozulmaz şeklinde söylenen prensibi anlatıyor. Matematik bilmek bugün havalı bir şey olabiliyor; elbette algoritma tabirinin, Latinlerin el-Harizmî ismini algoritma diye çevirmesinden kaynaklandığını söylemekle değil, John Nash’ten filan bahsetmekle bu hava yakalanabiliyor. Resim sanatı, hem sanat icrası hem de sanat üzerine düşünme işi olarak epey yer kaplıyor. İranlı ve onlarla yarışacak kıymette Türk nakkaşlar hiç yaşamamıştır, resim dediğin rönesanstan günümüze Avrupalıların yapıp ettikleridir. Nakkaşların, perspektifi bir göz kusuru olarak gördükleri, nakış işinin kâinatı Allah’ın gördüğü gibi resmetmek olduğu ve Allah’ın kusurlu göremeyecek olmasından hareketle perspektif kullanmadıkları gibi meseleler hiç olmamıştır. Giotto diye bir ressam çıkmış ve perspektif ile müthiş bir ilerleme kazandırmıştır. Hâlbuki göz, perspektif ile görür. Sadece gözün gördüğü çizilse, kağıtta perspektif oluşur. Nakkaşlar hiçbir nesneyi bakarak çizmezler, eserleri hayâlin yansımasıdır. Bunlar bilinmeyince de iş, dönüp dolaşıp, bakılarak çizilen nesnenin meyve tabağı mı yoksa çıplak kadın mı olması üzerinden komik bir ahlâk tartışmasına döner. Halbuki ahlâk burada, bir nesneyi bakarak kağıda resmetmektir, balığın kılçığını ayıklar gibi batılının ahlâkını alamazsın sanatının içinden… Batı dediğin, gelenekten bir medeniyet oluşturmuş, sen bu medeniyete hazırlop konup geriye doğru bir gelenek oluşturma telâşındasın. Bu yüzden, Fatih Kanunnâmeleri’nde demokrasi, Hz. Osman’da liberalizm arıyorsun… Dikkat buyurulursa, bunlar hep batı’nın kıymet hükümleri…
Birçok Müslüman ilim adamı ve düşünürü için geçerli olan bu kayıtsızlık ve düşmanlık ne ile açıklanabilir? Bahane, külliyatta bazı tenkitlerin bulunması ise, batılıların tenkidi çok daha fazladır ama buna rağmen birçok kişideki batı hayranlığı örselenmiyor. Yok eğer, bu düşünürlerin dine zarar verdiği ise iddia, yine de hesaplaşmak bir mecburiyettir. Külliyatta bir tenkide rastlanması, kişiye hiçbir şey bilmeden tenkit etme hakkı vermez, bu tavırla büyüklerin yanında saf tutulmuş da olunmaz. Misâl, İbn Sina’ya ehl-i sünnet hassasiyetiyle yaklaşılıyorsa (ki ortodoks desem daha havalı olurdu, malûm batılılar ehl-i sünnete ortodoks diyor), “Kant’ın da dediği gibi” bir rahatlıkta nasıl konuşulabiliyor? Kant ve diğerleri takvaları ile mi meşhurdurlar? Neden mevzu İslâm düşünürleri olduğunda iş, düşüncesine değil de ne yiyip içtiğine, nasıl abdest aldığına, muamelatına geliveriyor? Bu iltimasın sebebi, sakın coğrafî bir mesele olmasın? Bunun açıklaması, mensup olunan âlemi/kimliği; sevmemek, sevmedikçe bilmemek, bilmedikçe düşman olmak ezikliğidir. Cehalet ve üstelik bundan dolayı düşmanlık, bazı iddiacılar için bazı konularda affedilmezdir.
Yazının başında, boş söze misâl olarak bir âyet meâli verirken, “acaba Napolyon’un veba benzetmesini kullansam daha mı iyi anlaşılırdı?” şüphesine düşmedim desem yalan olur!.. Bununla birlikte; “İbda, batılı bir ideoloji midir?”, vallahi bilmiyorum…
Cem TÜRKBİNER