“ORTADOĞU’DA AMERİKA’NIN İŞİ NE?”
Bölgemizde gelişen hadiselerde bizim temel stratejimizi belirleyen soru bu oldu:
-“Ortadoğu’da Amerika’nın işi ne?”
Bu soruyu, ekseriyetin, “Kahrolsun Amerika, zalim Saddam!” sloganı atarak, güya zulme ve emperyalizmaya karşı çıkan ama aslında bal gibi de Amerika’nın Saddam’ı bahane ederek bölgemize saldırmasına çanak tutanlara ve tüm dünyaya karşı Kumandan Mirzabeyoğlu, 1991 senesinde, Amerika’nın Irak’a yaptığı ilk saldırı esnasında ortaya atmıştı. Sadece ortaya atmakla da kalmamış, Özal denen hain iblis, Amerika’nın erketesi olarak Haçlı ordularıyla birlikte Irak’a saldırı hesapları yaparken, İbda Akıncıları Cuma namazlarından sonra müslümanları meydanlara döküp polisle çatışmaya girerek, Türkiye’nin Haçlı ordularıyla birlikte bir İslâm ülkesinin işgaline katılmasını engellemişlerdi. Cuma gösterileri, Özal haini ve efendilerini korkutmuş, halkın tepkisinin bir İslâm ihtilâline evrileceği kaygısıyla Amerika ile birlikte Irak’a saldırmaktan vazgeçmek zorunda kalmışlardı. Irak’a Amerika ile birlikte saldırarak, Irak’ı emperyalizmanın yörüngesine sokmak isterken -Dimyat’a pirince giderken-, Türkiye’nin bir İslâm ihtilâli ile elden çıkma -evdeki bulgurdan olma- tehlikesinin doğması üzerine Özal Amerika ile birlikte Irak’a saldırmaktan vazgeçmek zorunda kalıyordu. Bu, evdeki bulgurdan olma kaygısıyla, Türkiye Haçlılara istenen desteği verememişti. Yaptıkları hesaba göre, Haçlı kuvvetleri güneyden, Özal eliyle de Türk ordusu Kuzey’den Irak’a saldıracak ve böylece Irak silâhlı kuvvetleri vatanlarını savunurken iki taraftan kıstırılacaktı. Türkiye’nin Irak’a karşı Haçlıların safında savaşa girememesi neticesi, Irak silâhlı güçleri Haçlı saldırısına karşı tek cephede savaşmış ve namuslarını ve vatanlarını Haçlılara karşı rahatça müdafaa edebilmişti. Gösterdikleri direniş karşısında da Haçlı orduları Bağdat’a girmeyi göze alamayıp, Saddam’ı devirmeyi ileriki yıllara bırakmak zorunda kalarak, Irak üzerinde öldürücü bir ambargo uygulamaya koyulmuşlardı. Türkiye’nin savaşa dahil olmaması Kuzey cephesinin açılmaması, dolayısıyla Irak ordusunun vatanlarını tek bir cephede müdafaa edebilmeleri, bunun neticesinde de Haçlıların istedikleri zaferi elde edememelerini doğurmuştu. 1991’den 2003 senesine kadar bir erteleme… Bu zaman sürecinde Haçlılar daha çok güç kaybettiler ve Irak da direnişin sancaktarı olarak bütün dünyada Haçlılara, Amerika’ya karşı kafa tutulabileceğinin “kötü” bir örneği oldu. Haçlıların sancaktarı Amerika’ya vurulmuş en büyük darbe de insanların zihninde, “Amerika’ya kafa tutulabilir!” fikrinin oluşması oldu bu sayede.
Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun, Saddam’ın hareketine “Evet!” demesi ve Amerikan saldırısı karşısında Irak rejiminin yanında durması, İBDA Bağlılarının da bu duruşa uygun olarak “Saddam sen oradan, biz buradan!” diyerek tertib ettikleri Cuma gösterileriyle Irak halkının yanında olduklarını göstermeleri neticesinde emperyalizmanın hesapları altüst olmuştu. Özal, Cuma namazı gösterilerini ve yükselen tepkiyi kastederek, “savaşa girmemizi istemeyenler var!” diyerek, Haçlı ordusu yanında niçin yer alamadıklarını itiraf etmek zorunda kalmıştı.
Emperyalizmanın İbda hareketi ve Kumandan Mirzabeyoğlu’na karşı düşmanlığının reel temelleri buradan gelir. O günkü tavırla, Haçlıların Irak’a saldırılarında yalnız başlarına kalmalarına ve hesap ettikleri şekilde iki cephede birden Irak ordusunu sıkıştırıp en az zayiatla Bağdat’ı almalarına mani olacak şekilde Türkiye’nin Haçlılar safında savaşa girmesini engelleyerek, Haçlıların bütün hesaplarını alt üst etmiştir Kumandan Mirzabeyoğlu.
Ve nitekim 1 Şubat 1991 tarihinde, Amerika’dan gelen emirle gözaltına alınıp işkenceye çekilen Mirzabeyoğlu ve gönüldaşlarımız olmuştur. Suçları, Haçlıların hesaplarını bozacak şekilde davranmak, Irak milli mücadelesine destek olmak ve Başyücelik Devleti’ni kurmak için halk ihtilâline kalkışmak…
O günden bu güne, Amerika’nın Irak’a gerçekleştirdiği bu üçüncü saldırı dalgası.
İlk saldırıda, Haçlılara işbirlikçiliğini Müslüman Anadolu Ahalisine hoş göstermenin mottosu, “Bir koyup üç alacağız!” idi. Özal’ın dillendirdiği bu “bir koyup üç alacağız!” sloganı, dökeceğimiz müslüman kardeşlerimizin kanı, conilerin tecavüzlerine yapacağımız erketelik ve peçetecilik karşılığında önümüze atılacak birkaç milyon doları ifade etmekteydi. Özal’ın Müslüman Anadolu ahalisine lâyık gördüğü yer işte bu kadar aşağılık, adinin en adisi bir mevkiden, tecavüzcü conilerin peçeteciliğinden başka bir şey değildi.
İlk saldırıdan sonra, Peşmerge, fırsattan istifade, Amerika’nın Saddam’a saldırıyor olmasından menfaat devşirme hesabıyla isyan ettiler. Sonrasında Saddam da onların üzerine askerlerini sürünce, yine Türkiye sınırlarına yığılma olmuş ve yüz binlerce Kürt ülkemize giriş yapmıştı. Bunun üzerine, vatanlarına ihanet ettikleri için Saddam tarafından cezalandırılan bu Kürtleri korumak maksadıyla – kendi vatanlarında namına bozguncuk yaptıkları Haçlılar bu hizmetlerinin karşılığı olarak-, Çekiç Güç adlı tetikçi katiller güruhu İncirlik’e konuşlandırıldı.
Bu Kürtler içinden daha sonra binlercesi Amerika tarafından Guam Adasına götürülerek CIA eliyle eğitildi ve bu günkü parçalanmış Irak’ın temelleri böylece atılmaya başlandı.
Irak’a yapılan ikinci saldırı, 2003 senesinde gerçekleşti ve AKP iktidarının başına denk geldi. O zaman Başbakan olan Erdoğan, tıpkı selefi Özal gibi, Türkiye’yi Haçlıların safında savaşa sokabilmek için elinden geleni yaptı. Haçlılara o kadar kesin söz verdiler, taahhütlerde bulundular ki, daha tezkere çıkmadan Haçlı ordularının yerleşeceği sahalara lojistik yığılmaya başlanmıştı bile. Bu tezkereye göre, güney sınırlarımıza on binlerce Amerikan askeri yerleşecekti. Yani aslında Irak’tan önce Türkiye’de fiilen işgal gerçekleşecekti. Hem de bu işgal tek mermi atmadan, Tayyip Erdoğan’ın Meclis’ten geçirteceği bir tezkere ile, bizim Amerika’ya savaşmadan teslim olmamızla mümkün olacaktı. Tezkerenin reddedilmesinden sonra, bunun prestijini devşirmeye kalkanlar, tezkereyi meclise getiren siz değil miydiniz? Tezkere Meclise gelirken, “Tezkereye hayır demek, bana hayır!” demektir diyerek, milletvekillerine gözdağı vermeye kalkan Erdoğan değil miydi? Tezkerenin çıkmasını var oluş meselesi olarak görecek kadar gözünü karartan ve bunu da , “tezkereye hayır demek, bana hayır demektir!” diye dile getiren Erdoğan, tezkerenin çıkmaması üzerine İslam ülkelerinde, “Amerika’ya kafa tutan Türkiye!” imajı ile büyük bir sempati doğunca, sanki “tezkereye hayır diyen bana hayır demiştir!” diyen kendisi değilmiş, sanki tezkereyi meclise kendisi getirmemiş, sanki tezkerenin çıkması için kendisini ortaya koymamış gibi, bu prestiji sahiplendiler, istismar ettiler, hâlâ da ediyorlar.
O gün tezkere meclisten reddedildiyse, bu, 1991’den bu yana İBDA’nın ortaya attığı, “Amerika’nın bu topraklarda ne işi var?” sualinin halkın zihninde yer etmesi ve vekiller arasında Erdoğan’a kafa tutacak kimselerin varolması sebebiyledir. O zamanki meclisi, yanlış yola giren lidere kafa tutabilecek vekillerin varlığı bakımından, tabiri caizse 1. Meclise benzetebiliriz. AKP’nin kurucuları arasında da olsa bu vekillerin daha sonra Erdoğan tarafından tasfiye edildiklerini biliyoruz. 1. Meclisin yaşadığı akıbeti onlar da yaşadı.
Bu ikinci saldırının mottosuna gelince… Türkiye büyük oynamalıydı ve biz de Irak’ta kurulacak masada yerimiz alacaktık. İhanet bir ve aynı olsa da bunu millete sunmanın, ihaneti haklı ve meşru bir iş gibi göstermenin yolları sonsuz. “Büyük oynamak” ve “masada yerini almak” gibi müsbet gözüken kavramlar… Büyük oynayalım da, Amerika’ya kafa tutalım değil, Haçlıların, Amerika’nın erketetesi olmaya büyük oynamak diyorlardı yine. Ve bunun karşılığı olarak da, Irak’ın işgal ve perişan edilmesinden, Haçlılarla bir olup binlerce çocuğu ve masumu katlettikten sonra yani, milyonlarca insanı öldürüp, binlerce bacımıza tecavüz edildikten, yani artık Irak halkı haçlılara, işgalcilere direnemez hale getirildikten sonra, Haçlı çakalların Irak’ı kendi aralarında pay edeceği masada kendilerine de bir sandalye verileceği, o masada kendilerinin de olacağı ile övünüyorlardı.
Neyi paylaşacaklardı?
Iraklı çocukların kanları, tecavüz edilen bacılarımızın ahları ile yoğrulan müslüman Irak pastasını…
O gün Özal, Haçlı ordularına erketelik etmek için can atıyor, Haçlı ordularının Irak’a saldırısında başrolü oynamaya soyunuyordu. Bu gün Erdoğan’ın aynı şekilde, Haçlı ordusunun Müslümanları bombalaması ve katletmesinde yol göstermek istediği anlaşılıyor. Adeta 2003’te gerçekleştiremediği şeyi yapmayı istiyor.
“Batı bizim sözlerimizi dinleseydi, bu günkü durum oluşmazdı!” diyorlar.
Erdoğan ve Davut’un oğlunu dinleyin ey Haçlılar, onlar size dost. Onlar size dost ve düşmanlarınıza da düşman olarak, Tom Amca misali, sizi sizden daha çok düşünürler. Onlar, daha yeni ilân ettiler, iftiharla bir kez daha açıkladılar ki, sizlerin stratejik müttefikiniz ve model ortağınız olmakla övünmekteler. Daha dün, Dış İlişkiler Konseyi için demediklerini bırakmıyorlardı, şimdi ise orada konuşmayı iftihar vesilesi sayıyor, Amerika’nın saygın düşünce kuruluşu diye yere göğe sığdıramıyorlar. Tom Amca dedik ya, onların şöyle arada bir size posta koyar gibi olmalarının da aslında yine sizin menfaatiniz icabı olduğunu siz de biliyorsunuz.
Erdoğan, Dış İlişkiler Konseyindeki konuşmasında yine İsrail’e bir-iki lâf etmiş. Eee, o kadar da olacak, hamamın namusunu da kurtarmak gerek değil mi? Hem bu İsrail’in aleyhine değil, İsrail’i meşrulaştırmaya yarıyor. “Gerçek bir Büyük Doğu projesinde, İsrail diye bir devlete yer yoktur!” diyen Mirzabeyoğlu’na karşılık, “İsrail biraz hukuka uysa, arada mesele kalmaz!” diyerek, İsrail’i meşrulaştırıcı AKP neden tercih edilmesin? Aradaki sürtüşmeler de, meşruiyet noktasında değil zaten, AKP bunu dünden kabul etmiş de, İsrail, AKP’den daha esnek olması için bastırırken, İsrail’in dayattıklarını, Müslüman Anadolu ahalisinin gözleri önünde AKP almakta zorlanıyor. Bunların tamamını alsa, direnmeden teslim olsa, zaten iktidarda kalamaz. Müslüman Anadolu ahalisinin gazını alabilmek için direniyor gözükecek birileri lâzımdı zaten. Bu, Amerika içindeki bir grubun da işine yarıyor. Onlar da İsrail’in fazla şımarmış olmasından şikâyetçi ve AKP üzerinden İsrail’e dirsek atmış oluyorlar aynı zamanda.
NTV’de alt yazı geçiyor, Erdoğan, Haçlılara, müslümanlarla mücadelesinde her türlü desteği vereceklerini itiraf etmiş.
Haçlılara karşı gelirsen, vatanını savunursan, yer altı ve yer üstü kaynarını peşkeş çekmeyi reddedersen, düzen bozucusun, dünya ile birlikte hareket etmeyi reddediyorsun, teröristsin. AKP iktidarı da Haçlıların stratejik ortağı, model-örnek işbirlikçisi olarak, Özal’dan tevarüs ettikleri melun mirasın varisi olarak Haçlılara istedikleri desteği vermemezlik edemezdi zaten. Şaşırdık mı? Hayır! Gazı alınmışlardan değilseniz, şaşırmazsınız. En başta Kumandan Mirzabeyoğlu’nun suali ile başlamıştık, “Bu topraklarda Amerika’nın ne işi var?” diye. Bu topraklar, yani Ortadoğu, yani Anadolu, yani İncirlik. AKP’ye İncirlik’i vermiş olmak da yetmemiş, Kürecik’e de bir radar üssü kurdurmuştu. Libya’nın talan edilmesi, Kaddafi’nin Haçlı işbirlikçilerince linç edilmesi için de İzmir tahsis edilmişti Haçlı ordularının karargâhı olarak.
Bu topraklarda Haçlıların, Haçlı terör örgütü NATO’nun işi ne?
Bizler, İslâm ihtilâl ve inkılâpçıları, AKP’nin gazımızı almasına müsaade etmedik, etmeyeceğiz. Gerçek bir İslâm iktidarının da, ancak, daha iktidara gelmeden, iktidara geldikten sonra iyi, doğru ve güzeli gerçekleştirebilecek şartları oluşturmakla, bunun da ancak bir İslâm ihtilâl ve inkılâbıyla mümkün olduğunun şuuruyla, sistem şuuruyla meseleleri ele almaya devam ederken, AKP iktidarının bu gün apaçık olan işbirlikçi çizgisi de tersinden de olsa bizleri doğrulamaya, İslâm ihtilâl ve inkılâbının zaruret olduğunu ispatlamaya devam ediyor. AKP’ye yağdanlık olmayı reddeden müslüman entelejansiyanın, aydınların anlaması gereken ilk şey bu: İslâm’ın hâkim olması, öyle Haçlıların önümüze koyduğu sandıktan (*) çıkarak iktidarcılık oynamakla mümkün olabilecek bir şey değil. Veya sivil toplum örgütleri ile particilik ve dernekçilik oynamakla da olabilecek bir şey değil. İşte bunun için Kumandan Mirzabeyoğlu, “Ben İslâm ihtilâl ve inkılâpçısıyım!” demekte.
Yıkmak, yani devirmek, yani ihtilâl gerektiren şartlarda restorasyondan bahsetmek, yıkmayı reddetmek, dolayısıyla yapmayı istememek demek değil mi?
Bütün bunlar, birbirinden alâkasız şeyler değil. Haçlılara verilen destekle, iktidara geliş biçimi ve iktidarda yapılan icraatlar birbirini bütünleyen, bir ayniyetin farlı veçheleri. Hepsi de bağımsız olmadığımızın ilgili alanlardaki göstergeleri. Temel meselemiz bağımsızlık. Nasıl bağımsız oluruz? Mevcut sistem içinde, iktidara kim gelirse gelsin bağımsız olamayacağı AKP iktidarı ile öyle bir tescillendi ki bundan sonra artık tek çıkar yol kaldı: Tam bağımsızlığı elde edebilmemizin yegane yolu olarak İslâm ihtilâli. Bunun için de ihtilâlci bir örgüt zarureti.
“Bu topraklarda Amerika’nın işi ne?” diye tavrını ortaya koyan ve bunun da gereğini yerine getiren, bunu yapabilmek için ödenmesi gereken bedeli kan ve can pahası ödeyebileceğini defalarca ispat etmiş olan kim var? Çocuklarımızın, vatanımızın, dinimizin, imanımızın, varlığımızın bekası bu sualin cevabına bağlı. Ya gerçek bir oluş ve kurtuluş hamlesi, ya da zilletin, Haçlı işbirlikçiliğine büyük strateji atfetmenin rezilliği.
(*) Müslümanlar olarak yıllar boyu, Kemal Tahir’in Kemalizm’in sahte kurtuluşçuluğuna getirmiş olduğu eleştirileri baş tacı ettik. İngilizlerin niçin tek mermi atmadan İstanbul’dan çekip gittiğini izah etmeden bir Kurtuluş’tan bahsetmeyi, aşağılık bir devrin propagandası olarak gördüğünü söyleyen Kemal Tahir’i referans verdik. Şimdi ise, bize, San Francisco diktesi ile gelen demokrasiden -sandıktan- bunun şartlarlını ouşturmadan, nasıl olur da bizim istediğimiz, gerçekten tam bağımsız, millî bir iktidarın çıkabileceğine inanmaya başladık? Bu, yeni bir aşağılık devrin aşağılık bir propagandasından başka ne olabilir ki? San Francisco diktesini yapanlar, sandığı, bu milletin hislerine tercüman olacak birileri çıksın diye mi koymuştu? (İngilizler İstanbul’dan çekilirken geride bıraktıklarından ne kadar emindilerse, kendi koydukları sandıktan da kendi istedikleri dışında -stratejik olarak kendilerine ters düşmeyecek- bir iktidarın çıkmayacağından o kadar emindiler; ufak tefek, sistemin aslına taalluk etmeyen, stratejik hesaplardan sapma göstermeyen sürtüşmeler her zaman mümkün ve sistemin bekası açısından da -gaz alabilmek için- zaten elzem. Stratejik sapma noktasına gelecek ayrımlar için de sistem içinde çeşitli emniyet sübapları, denetim mekanizmaları zaten mevcut ki, Mirzabeyoğlu’nun “Başyücelik Devleti” adlı eserinin “Demokrasi İçin Zorlama” adı bölümüne baş vurulabilir. Unutulmasın ki, Amerika’nın ideolojik takıntıları yoktur, o tamamen pragmatisttir. İktidarda kim olduğuna değil, kendisine faydalı olup olmadığına bakar.) Öbür türlüsü zaten “siyaset”in tabiatına ters. Bizzat Batılı siyaset bilimcinin tesbit ettiği üzere, eğer sandıktan, sandığı koyanın istediği dışında bir şey çıkacak olsa, sandık konmazdı zaten. Siyasetin ticaretle alakasını kuran Clausewitz’in ilhamıyla söyleyecek olursak, hiç kimse kendi ticarethanesinin idaresine, o ticarethaneyi batıracak, kendi aleyhine kullanacak bir kimsenin gelmesine müsaade etmez. Öyle bir görüntü varsa, işin içinde başka hesapların olduğu bedahet… San Francisco diktesi ile kurulan demokrasi ticarethanesini ülkemizde Haçlılar adına idare etmekle vazifelendirilen bütün liderler sandıktan çıkmıştır. Her devirde sandıktan çıkan lider, o devrin insanları tarafından “kurtarıcı” olarak görülmüş ve ümit mihrakı olarak takdim edile gelmiştir. (Menderes’ten başlayarak Demirel, Özal ve diğerleri…) Ve Müslüman Anadolu ahalisinin, bu sistem-tezgâh dışında bir düzen-iktidar değişimi alternatifi düşünmemesi için ne gerekiyorsa yapılmıştır. Bu tezgâh içinde çıkan, sandığa gelen liderler ne kadar kuvvetliyse, milletin Batıcı rejime olan bağılığı ve payanda oluşu da o derece fazla olmuş ve sistem kendisini bu liderler üzerinden yürütmeyi bilmiştir.
Bâki Aytemiz
ADIMLAR