BABAANNE İRFÂNI MI DEMİŞTİNİZ?

BABAANNE İRFÂNI MI DEMİŞTİNİZ?

Aşağıda 6 Eylül 2014 tarihli bir haber:

Başbakan Ahmet Davutoğlu, memleketi Konya’nın Taşkent ilçesini ziyaret etti. Kendisini karşılayanların, babaannesinin, “Oğlunla ordu, kızınla oba olasın. Koç koç oğlanların ardına düşe. Dünyalar ayaklarına gele. Herkes sana akıl danışa” şeklindeki duasının yazılı olduğu pankart açması üzerine Başbakan Davutoğlu: “O duayı hiçbir zaman unutmadım, hiçbir zaman unutmayacağım. Babaannemi hatırlayan Konyalılara, gençlere de selam olsun. Ona bir Fatiha bağışlayın ki onun irfanını her yerde egemen kılabilelim” diye konuştu.

Davutoğlu: “Sabah okula giderken, babam işe giderken hepi­miz sıraya girer babaannemin elini öperdik. Bu tören babaannem 83 senesinde 95 yaşında ölene kadar hiçbir zaman aksamadı. Biz ayrılırken daha dua etmeye baş­lardı, akşam da aynı şekilde karşılardı. Akşama kadar hep hissederdik ki, onun duası yanımızda, yakınımızda.”

Başbakan Davutoğlu konuşmasının devamında, “Bizler hiçbir şey yapmadık, bizlerin yaptığı sadece ve sadece dedemizden, babaannelerimizden, ninelerimizden gördüğümüz o duadır, niyazdır ve hep hayırla yola çıkmış, salih amel için yola çıkmış insanların duasıdır” dedi.

İnsan zihninde olunması gerekene dair bir imaj mevcut ise, bu imajın maddi varlık alanına yansımaları, bedeni, giysileri, konuşması, insan ilişkileri, zamanı kullanma biçimi, yiyecek ve içecek tercihleri, ev, otomobil, tatil seçimleri vb. İnsanın hayat tarzını ve hayat üslûbunu gösterir.

İnsan zihninde mevcut imajın, büründüğü kalıplardan birisi de “mekân”dır. Olunması gerekene dair imaj, mekâna kendi kimlik ve üslûbunu verdiği gibi, birbiriyle etkileşim hâlinde, içinde hayat sürdüğü mekânın da insan hayatını şekillendirmesi, ona kendi şartları istikametinde bir yapı, bir hayat tarzı, giderek bir zihniyet kazandırması da söz konusudur.

Bu sebeple, bir mekânda niçin yaşadığımız ve nasıl yaşadığımız sorusuna verilecek cevap, olunması gerekene dair bir imaj sahibi olunup olunmadığının da cevabıdır aynı zamanda.

Unutulmamalı ki, psikolojide insan karakterini şekillendiren unsurlar arasında başköşeye oturtulan “çevre” faktörünün muhtevasında, en geniş anlamıyla “mekân” kavramı da saklıdır. Bu mekân kavramının sınırlarını derece derece genişletirseniz, evden sokağa, sokaktan şehre, şehirden ülkeye doğru bir genişleme ile karşılaşırsınız.

“Vatan”da bir milletin büyüklük, hürmet ve muhabbet duygularıyla benimsediği ve şahsiyetini içerisinde bulduğu bir “mekân” değil midir?

İşte belki de mekânın bu önemi ve fonksiyonu yüzündendir ki, Allah Kelâmı bize, geçmiş kavimlerin kıssalarından örnekler verirken, sık sık onların perişan yurtlarından, harap olan şehirlerinden de bahseder.

İnşâ ettikleri görkemli İrem şehrinde azgınlaşan Âd kavmi, dağlarda kayalardan muhkem şehirler yontan Semûd kavmi, şehirlerinin şatafatı içerisinde Hz. Salih peygamberi yalanlayan Medyen ahalisi, bize uyarıcı örnekler olarak anlatılır. Bu geçmiş topluluklar, mekânı deforme ederek, nefislerine hoş gelecek şekilde, israf ve şatafatla yoğurmuşlar ve neticede inşâ ettikleri mekânların azameti, bu azamet ve görkemin kendilerine zerk ettiği gurur ve kibir, o toplumları harap etmiştir.

Bugün Türkiye’de, büyükşehir, metropol, mega-city, adına ne dersek diyelim, bugünün modern kentleri, alışveriş merkezleri, etrafı duvarlarla çevrili yüzme havuzlu siteleri, rezidansları, 1+1 daireleri, İrem yahut Medyen şehirlerine benzer bir şekilde, içinde yaşayanları yutuyor, kuşatıyor, iyilik, güzellik ve insanilik gibi, olunması gerekene dair imajların, zihinde oluşumuna izin vermiyor, onları cılızlaştırıp boğuyor.

Başbakan Davutoğlu, isterse iyi niyetle yukarıdaki cümleleri kurmuş olsun. Cumhurbaşkanı Erdoğan, istediği kadar “Biz, seher vakti alnı secdede, gözyaşları içerisinde bize duâ eden ihtiyar dedelerin, ninelerin duâlarıyla ayaktayız” desin, netice muhafazakâr bir retorikten ibarettir. Söylemde İslâmî, muhafazakâr; icraatta ise modern ve batılı. “Çılgın” projeler, İstanbul’u uluslararası finans merkezi yapma gayreti, gökdelenler, yatlar için marinalar vesaire.

Bu sebepten olsa gerek, Davutoğlu’nun ve Erdoğan’ın konuşmalarında duâ eden örnekler, hep köydeki yüzü yaşmaklı teyze, secdede gözü yaşlı ihtiyar dede üzerinden.

Siz hiç, Ataşehir’de, lüks bir sitenin 38’inci katında, stüdyo tipi dairesinde, gözyaşları içerisinde duâ eden bir örnek duydunuz mu Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın ağzından.

Duyamazsınız!.. Zira, miras aldığı geleneğin ruhunu yansıttığı mekânda, o duâların edileceği iklim hayat bulabilirken, miras bıraktığı gelenekte, o ruh iklimine o duâya yer yok.

Nasıl olsun ki?.. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, o pek “veciz” ifadesiyle, “Batı’nın ahlâkını almayacağız! Modernliğini ve teknolojisini alacağız!” dediği Batının modernleşmesi, esasen Hristiyanlığı kiliseye hapseden batının, yenidünya kurgusuydu. Ve bu dünyada, ahiret üzerine yapılan hesaplara yer yoktu. Tek boyuttan ibaret bu yeni hayat, ahiretle beraber, ifâde ettiği tüm anlam dünyasını da reddediyordu.

Düz bir çizgide, dünyevi bir hat üzerinde hakikati arayan insanın, kafasını kaldırıp “yukarı” bakması ne kadar mümkün?

Ve böyle bir insanın, ellerini “yukarı” kaldırıp, diğergâm bir duyguyla bir başkası için duâ etmesi, ne kadar imkân dahilinde?..

Zihnindeki imajın, mekâna yansıyan şekli, Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in “Şehrin Kalbi” noktalamasında:

Nur yolunu tıkıyor yüzbir katlı gökdelen/ Bir küçük iğne yok mu, şehrin kalbini delen?” diyerek vasfettiği, yüzbir katlı gökdelen olan bir anlayışın, gerçekten, “babaannesinin irfânını” her yerde hakim kılmayı, samimiyetle istediği düşünülebilir mi?

“Modernliğini ve teknolojisini almak” istediği Batının, hayat tarzını da beraberinde getirdiğini anlayamayan bir “babaanne irfânı”;

Ve bu hayat tarzının, eve, mekâna yansıyan karakterinin,  işlevsellik yerine imaj, fazilet yerine haz, mahremiyet yerine hayatı açıkta ve görünür yaşama olduğunu sezemeyen bir “babaanne irfânı”;

İnşâ ettiği rezidanslarda, 1+1 denilen ve bir ailenin mahremiyetini sağlayamayacak yapılar inşâ eden “babaanne irfânı”;

Etrafı yüksek duvarlarla çevrili siteler inşa edip, bütün blokların ortasına açık yüzme havuzu konduran, balkona veya cama çıktığınızda sizi, havuzda yüzen veya güneşlenen komşunuzu, yarı çıplak izlemek “bahtiyarlığı”na eriştiren “babaanne irfânı”…

Şimdi, böyle bir sitede yaşayıp büyümüş bir babaanne tahayyül edin… Sabah kalkıp sitenin parkurunda yürüyüşünü yapıyor. Öğlen mayosunu giyip sitedeki diğer erkek ve kadın komşularıyla birlikte havuzda yüzüp güneşleniyor. Daha sonra sitenin restoranında kokteylini yudumlarken havuzda yüzen diğer site sakinlerini seyre dalıyor. Arada bir sitedeki diğer komşularıyla tavla partisi yaptığı da oluyor.

Hayat tarzı ve günlük yaşam rutini bu şekilde olan bir babaannenin, oğlundan, torunundan, hayır duâsını eksik etmediği bir görüntüyü zihninizde canlandırabiliyor musunuz?

Zannetmiyorum…

Sınava gireceği gün, annesinin sabah namazını kıldıktan sonra 313 Âyet-el Kürsî okuduğu bir bardak suyu, annesinin yönlendirmesiyle kıbleye dönüp, Besmele çekerek içen bir insan olarak, zannetmiyorum.

Söylemde, “duâ eden babaanne” alegorisi üzerinden halkın müspet duygularına hitap edip, onların oylarıyla iktidar olurken, fiîlde, sitenin yüzme havuzunda mayosuyla arz-ı endâm edecek babaanne tipini; böylesi bir hayat tarzını inşa etmek!

Meydanlarda, “Biz, 1400 yüzyıl önce, Mekke’nin sarp kayalıklarına inen değerlerin takipçisiyiz” derken, uyguladığı ekonomi politikaları, çıkardığı imar yönetmelikleriyle, tüketimin ve hazzın esas olduğu, Batılı modern hayat tarzına, onun mekân anlayışına ve o mekânın yoğurduğu insan tipine vücut vermek!

Ne diyordu Başbakan Ahmet Davutoğlu:

Sabah okula giderken, babam işe giderken hepi­miz sıraya girer babaannemin elini öperdik. Bu tören babaannem 83 senesinde 95 yaşında ölene kadar hiçbir zaman aksamadı. Biz ayrılırken daha dua etmeye baş­lardı, akşam da aynı şekilde karşılardı.Akşama kadar hep hissederdik ki, onun duası yanımızda, yakınımızda.

Ve “Babaanneme bir Fatiha bağışlayın ki, onun irfânını her yerde hâkim kılalım

Reklam ve enformasyon yoluyla, imajlar ve fragmanlar üzerinden, hayatın adetâ bir gösteriye dönüştürüldüğü…

Tüketimin olabildiğince hoyratlaştığı,“değer”in yerini imajın aldığı bir dünya.

Önce ihtiyacın reklam ile üretilip, sonra alıcısı hazırlanan metânın, pazara sürüldüğü bir dünya.

İnsana, “standart paketler”de, yiyecek – içecek,  giysi, bilgi, hayal, sevgi – nefret, insan ilişkileri, ev, otomobil, tasarım, eğlence ve “boş zaman” meşguliyetleri pazarlanan bir dünya.

Böyle bir dünyada, sizden “her dâim duâsını eksik etmeyen bir babaanne ve onun her yerde hâkim kılınacak irfânı” mı demiştiniz?

 

Adımlar Dergisi, 1. Sayı, Shf: 39

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: