Jiyan.org: 7 SORUDA İBDA VE MİRZABEYOĞLU

Jiyan.org: 7 SORUDA İBDA VE MİRZABEYOĞLUFikriyatından örgütlenmesine, İslami kesimle farkından ortaklıklarına: 7 soruda İBDA ve Mirzabeyoğlu

İsmail Azboğlu – Hasan Rua

“1500 kişi dediler, 4500 kişi geldi” diyor “Yahu koskoca kongre merkezinde nasıl su kalmaz?” diye sorduğum görevli. Geçmişte Tekbir Giyim mağazası bombalayan örgütün fikri liderinin konferansı, İslami kesim için büyük heyecan ve ilgi yaratmış; afişlerle günler öncesinden duyurulan etkinliğin yapıldığı salon hınca hınç dolu, “fevç fevç” akan beklenmeyen kalabalık için salonun dışına özel ekranlar kuruluyor. O gün aynı kongre merkezinde başka bir ticari panel de var. Bitmiyor: Mirzabeyoğlu’nun konuşma yapacağı salonun hemen yakınındaki bir başka binada da Cumhurbaşkanı var. Yine bitmedi: Papa Hazretleri de Ekümenik Fener Patrikhanesi’ni ziyaret ediyor. İBDA fikriyatına gönül veren arkadaşımla Haliç’e bakıp sigara içerken bu ilginç durumdan şöyle söz ediyor: “Biz Pera’da kaldık, Papa Hazretleri Dersaadet’te.”

210651_mirzabeyoglu_1-2

Benim aklımda ise daha başka bir soru var: bu kalabalık ne demek? İslami kesimin özellikle genç ve entelektüel kesiminin ilgiyle takip ettiği; fikriyatı, örgütü, 28 Şubat “gerçek” mağduriyeti ile sembolleşmiş bir isme duyulan merak mı, yoksa İslami kesimde en yakın örneği Has Parti deneyimi ile varlığından söz edilebilir hale gelen “yeni bir arayış” mı?

Kadın-erkek karışık oturulan salonun atmosferi, hiç şüphesiz Ramazan’da iftar öncesi Nihat Hatipoğlu’ndan menkıbe dinleyip onu da anlamayan kitlenin atmosferinden farklı. Burada hiç kimse bir “mütefekkir” olan “Kumadan’a” orucun hangi hallerde bozulduğunu sormayacak. Burada hiç kimse birazdan Salih Mirzabeyoğlu’nun çeşitli İslam alimi ve Allah dostlarının başından geçen aşırı hüzünlü olayları anlatmasını beklemeyecek. Bir gözyaşı şovu yok, bir marketing yok. Hiç şüphesiz bir fikir, o fikri takip eden kişiler, o fikri takip eden yayınlar ve o fikri büyük ölçüde şekillendirmiş bir mütefekkir var. Konferans salonunun dışında masaj aleti, İhlas Şohben, kıbleyi gösteren seccade değil Mirzabeyoğlu’nun kitapları satılıyor. Mirzabeyoğlu’nun Matematikle ilgili “Erkam” (sayılar) ve Madde Nedir? İsimli kitaplarını alarak, su bulamadığım için Cappy Portakal Suyu içerek girdiğim salonda Mirzabeyoğlu’nu bekliyorum. Salon hınca hınç dolu; kadınlar ve erkekler, gençler ve yaşlılar, ateş ve gül, gül ve diken, ben ve birkaç sıra ötemde Gökçe Fırat (evet, Türksolu dergisinin başyazarı olan) 16 yıldır hapiste olan Salih Mirzabeyoğlu’nun ilk konuşmasını dinlemek üzere hazır bekliyoruz.

Konuşmadan önce Salih Mirzabeyoğlu’nun hayatını, fikirlerini, Necip Fazıl Kısakürek’le olan ilişkisini anlatan bir sinevizyon gösterisi yayınlanıyor. Ardından “yaşasın Kumandan Mirzabeyoğlu” ve tekbir “sloganları” arasında Salih Mirzabeyoğlu salona giriyor. Mirzabeyoğlu konuşması boyunca güncel hiçbir konuda yorum yapmıyor, bir cümlede “çevreciliğin başka meselelere alet edilmemesi” gibi kısa bir vurgu duyuyorum, ama üzerinde durmuyor. Hükümet övmüyor, Gezi’den de bahsetmiyor. Peki neyden bahsediyor? Hakikatten, onunla kurulacak olan ilişkinin biçiminden, 80 öncesi siyasi hareketlerden, maddeden, mantıktan, sayılardan bahsettiği “ağır” bir konuşma yapıyor. Belki yaşı, belki yıllar süren hücre hayatı nedeniyle dağınık bir konuşma yapsa da özellikle ikinci kısmında daha düzenli bir konuşma yapıyor. Konuşmasının başında telegramcıların halen kendisiyle uğraştığını, bu yüzden eğer menfi bir laf ederse onlardan bilmelerini söylüyor. Konuşmalarına şahit olduğum dinleyiciler, Mirzabeyoğlu’nun dağınık konuşmasının “telegram müdahalesi” yüzünden olduğunu söylüyor. Oysa, ortada aslında sadece seçtiği konu ve anlatım biçimi olarak ağır denebilecek bir konuşma var. Yalnızca menkıbe dinlemeye alışmış bir kesim için, alışılmadık biçimde.

Karşımızda kim var, İBDA nedir, Mirzabeyoğlu’ndan korkmalı mıyız? Duygu ve önyargıların kanaat zannedildiği ve öylece de sunulduğu ülkede özellikle böyle konularda “izlenimlerden” fazlasına ihtiyacımız var. Bu nedenle, özellikle sosyal medyada, bu konuyu merak edenlerin soracağını düşündüğüm bazı soruları, İBDA hareketini ve yayınlarını yakından takip eden İsmail Azboğlu’na sordum.

Gökçe Fırat’ın neden Salih Mirzabeyoğlu konferansında olduğunu sormadım ama. Kimsenin buna makul bir cevabı olacağını sanmıyorum.

 

1990’lı yıllarda Salih Mirzabeyoğlu ve İBDA’yı tanımlamak istesek, hem bağımsız bir hareket olarak kendileri, hem de genel İslami kesim içerisinde bu hareketin manası nedir? ibda-300x199

Biraz geriye gitmek gerekiyor. 70’li yıllarda Seyyid Kutub, Hasan el-Benna, Abdulkadir Udeh gibi Mısırlı, Mevdudi, Hamidullah gibi Pakistanlı ve kısmen de Ali Şeriati gibi İranlı İslamcı yazarların kitapları ve fikirleri Türkiye’deki İslamcı camiada ama özellikle gençlikte yayılmaya başladı. Bir yandan da yerli bir dinamik var: Bir yanda Said Nursî ve takipçileri irili ufaklı onlarca cemaat, Necmettin Erbakan’ın MSP’si ve Necip Fazıl’ın etrafında biriken bir gençlik. Bu manzarada dinamik gençlerle daha geleneksel yaşlı kuşak arasındaki çatışmayı, büyük bir hızla yükselen sol hareketleri, bu yükselişi devlet desteğiyle sokakta bastırmaya çalışan milliyetçi-mukaddesatçı gençliği, solun ideolojik hegemonyasına karşı durmaya çalışan İslamcı ve milliyetçi entelijansiyayı bulabiliriz. Bütün bunlara 79 İran İslam devrimini de eklersek manzara aşağı yukarı tamamlanır.

Mirzabeyoğlu 70’li yılların sonunda Necip Fazıl ile şahsen tanışıyor. Necip Fazıl’ın 1983’teki ölümüne kadar da aralarında yoğun bir fikir alış-verişi, dostluk, öğrenci-hoca, mürid-şeyh, halef-selef ilişkisi doğuyor. Ölümünden önceki son yazılarında Mirzabeyoğlu’nu Büyük Doğu davasının kendinden sonraki devam ettiricisi olarak gördüğü anlaşılıyor.

Bu genel çerçeveden sıyrılıp biraz hareketin kendisini anlamaya çalışırsak, belki ne olmadığını söylemek daha kolay: Bir kere bildiğimiz klasik tarikat cemaat yapılanması yok. Siyasî bir gündemi ve iddiası olan bir hareket olmasına rağmen bir parti yapılanması da yok. Fakat sadece bir fikir adamı ve onu beğenen takipçileri durumundan da fazlası var.

Necip Fazıl’ın birçok takipçisi vardı, işte Sezai Karakoç’tan Abdullah Gül’e kadar. Erdoğan da sık sık Necip Fazıl’dan alıntılar yapıyor, onun davasının takipçisi olduğunu düşünüyor.

 

“İBDA, diğer İslamcı grupları rejimle işbirliği yapmakla suçluyordu, Kürt hareketiyle ilişkileri vardı.”

Mirzabeyoğlu 1984’te İBDA’yı kuruyor. Arapça bir kelime; sanatlı ve orijinal bir şekilde yaratmak demek. Fakat İbdacılar bu ismin İslami Büyük Doğu Akıncıları şeklinde okunmasına hiçbir zaman itiraz etmedi; medyada da bu şekilde kabul gördü. 1990’a kadar imza günü, konferans, dergi çıkartmak gibi faaliyetler içindeyken Şubat 91’de Mirzabeyoğlu’nun gözaltına alınması ve işkence görmesiyle işin rengi değişmeye başlıyor. O dönem ABD’nin Irak’a saldırması, Özal’ın ABD ile birlikte Irak’a girme isteği ve buna karşı yükselen toplumsal muhalefet var. Cuma namazı çıkışlarında büyük protesto gösterileri oluyor. 91’den sonra İbdacıların silahlı mücadeleye giriştiklerini görüyoruz; İbda-c denilen olgu. Genellikle küçük çaplı eylemlerdi bunlar; birahane molotoflama, ADD şubelerini bombalama, kiliselere saldırı gibi. Burada bir noktayı vurgulamak lazım: İbda-c diye bir örgüt yok. Yani merkezi düzeyde kararlar alan, emir-komuta zinciri içinde hareket eden, hiyerarşik bir yapıdan bahsetmiyoruz. Birbirinden habersiz şekilde, koordine olmamış, kendi başlarına inisiyatif ve karar alan yerel örgütlenmeler. Zaten İbda fikriyatı da “kendinden zuhur diyalektiği”, “gereken yerde gerekeni yapma” gibi formüllerle bunu kavramsallaştıran bir dünya görüşü. Mirzabeyoğlu hiçbir zaman illegal alana kayılmasını, yani silahlı mücadeleyi reddetmedi; diğer birçok İslamcı hareketten farklarından biri de bu. Rejim ve iktidar değişikliği perspektifi, bunun silahlı mücadele yoluyla yapılması diğer birçok İslamcı grubu irkilten bir şey oldu. Diğer İslamcı gruplar her zaman devletle iyi geçinme, devlete yetiştirilen kadrolar vasıtasıyla sızma, seçim pazarlıklarıyla AP ve devamcısı partilerden maddi-manevi Imtiyaz kopartma gibi ilişkilere girerken İbda bu yola girmedi. Bu bağlamda İbda-c’ler diğer İslamcı gruplara karşı şiddet uygulamaktan da çekinmedi. Tekbir Giyim’in bombalanmasından tutun Fethullah Gülen’e suikasde, İhlas yayınevlerinin bombalanmasından müftülüklere saldırılara kadar örnek verilebilir. Bu sadece eylem düzeyinde değil, söylemde de böyleydi. O dönem çıkan dergilerin hemen hepsinde, işte Taraf’tan Tahkim’e, Akıncı Yolu’ndan Siyah Bayrak’a kadar diğer İslamcı gruplar kafir devletle işbirliği yapmakla suçlanıyordu. Başka bir ilginç nokta, İbdacıların 90’lar boyunca illegal sosyalist gruplar ve Kürdistan Özgürlük Hareketi ile geliştirdiği ilişkilenme biçimi. Malum, 90’larda hem illegal sosyalist yapılanmalar oldukça aktifti ama bundan daha önemlisi Kürdistan’da gerilla ile rejimin savaşı muazzam boyutlara ulaşmıştı. 90’lar boyunca İbdacılar dergilerinde hem gerillanın savaşını hem illegal sosyalist yapıların mücadelesini takdirle anıyorlardı. Bu durum, kendi okuyucularından bile tepki alabiliyordu zaman zaman. Baştan ayağa  milliyetçi-muhafazakar devletçi ideoloji ile donanmış geleneksel İslamcı grupların neler hissettiklerini tahmin etmek zor değil.

Bunlar işin güncel ve görünen boyutu. Fikri seviyede de İbda diğer İslamcı gruplardan oldukça farklıydı. İbda da Türkiye’deki pek çok İslamcı grup gibi Sünni idi ve tasavvuf ideolojinin temel bileşenlerinden biri. İbda’nın Sünnilik’i militan, Şia düşmanı bir Sünnilik. Aynı zamanda ilahiyat akademilerinde gelişen ve Sünni geleneğin eleştirisine dayanan, Yaşar Nuri Öztürk gibi ilahıyatçılarda somutlaşan Kur’ancılık’a da sert şekilde karşılar. Tasavvufi geleneğin sahiplenilmesinde özellikle Nakşi ekolünün büyük bir önemi var. Mirzabeyoğlu yanlış hatırlamıyorsam bir şiirinde “Nakşi sırrıdır kavgam” diyordu. Bunda, Necip Fazıl’ın yön değiştirmesini sağlayan Nakşi şeyhi Abdulhakim Arvasi’nin de büyük rolü var ki, aynı zamanda Arvasi Mirzabeyoğlu’nun da uzaktan akrabası. İbda ideolojisinin şekillenmesinde İmam Gazzali, İmam Rabbani ve İbn Arabi’nin büyük önemi var. Her ne kadar bu üç ismin birbiriyle uzlaşması zor olsa ve İbn Arabi İslam tarihi boyunca ulemanın önemli bir kısmı tarafından tekfir edilse de, Mirzabeyoğlu’nun kitaplarında bu isimlerin izleri bolca görülüyor. İbda’nın tek ideolojik dayanağı Sünnilik ve tasavvuf değil; Batı felsefesi de genişçe faydalanılan bir alan. Hegel, Nietzsche, özellikle son dönem eserlerinde Marks ve Engels; hatta kuantum fiziğini incelediği kitabı Sefine’de genişçe atıfta bulunduğu Bohm gibi fizikçiler, Jung gibi psikologlar, Croce gibi estetikçiler. Kısacası Mirzabeyoğlu orijinal bir düşünüş çabasına girişmesiyle diğer İslamcı gruplardan ayrılıyor. Mümkün olduğunca çok adam kazanıp Mızraklı İlmihal çerçevesinden öteye gidemeyen bir din anlayışıyla insanları örgütleme alışkanlığındaki İslamcı gruplardan oldukça farklı. Diğer yandan Ali Bulaç’tan Mehmet Metiner’e, İsmet Özel’den Nuri Pakdil’e kadar farklı noktalarda maceralarını tamamlayan İslamcı entelektüellerden de farklı. Başka bir açıdan da, Mirzabeyoğlu diğer pek çok İslamcı grup gibi radikal Osmanlıcı. Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’sunda da görülen, Osmanlı’nın özellikle kuruluş ve yükselme çağını yüceltme tavrı İbda’da mevcud.

 

“İbda’nın tek ideolojik dayanağı Sünnilik ve tasavvuf değil; Batı felsefesi de genişçe faydalanılan bir alan.”

 

Mirzabeyoğlu’nun Mahir Çayan gibi Türkiye sosyalist hareketinin teorisyenlerinden etkilendiği, onları taklid etmeye çalıştığı sıkça söylenen bir söz. Delil olarak da THKP-C’den etkilenen İbda-c’yi, Çayan’ın PASS’ına karşı (Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi) Mirzabeyoğlu’nun İdeolocya ve İhtilal kitabını koyuyorlar. Haklılık payı olabilir; fakat resmin tamamı bu değil.

 

Bu hareketin 90’lardaki anlamı İslamcı camiaya rejimden ve onun ideolojisinden bir kopuş teklif etmesi. Bu kopuş teklifi, ‘laiklerin’ yılbaşı eğlencesine karşı Mekke’nin fethi kutlaması veya ‘laiklerin’ moda defilesine karşı tesettür defilesi veya ‘laiklerin’ holdingine karşı yeşil sermaye holdingi türünden bir paralel ve alternatif hayat üretme teklifi değil. İdeolojik olarak Türkiye Müslümanlarının temel kabullerine dokunmayan bir durum var. Yani bir yandan ‘ilklerden başka örnek tanımaksızın diyerek sahabiler döneminden, İslam’ın Asr-ı Saadet’inden başka örnek tanınmaması gerektiği fikri var. Öte yandan da İslam tarihinin ana gelenek ekseni sahipleniliyor. Bu rejimden kopuş teklifi devletin resmi ideolojisiyle tam olmasa da bir hesaplaşmayı da içeriyor. Yani Kemalizm olarak adlandırılabilecek ilke ve inkılapların, yakın tarihin İslam üzerinden sorgulanması, rejimin karakterini ‘İslam düşmanlığı’ olarak belirleme ve sistemi pratik düzeyde açıktan karşısına alma tavrı. Fakat bu rejim düşmanlığı hiçbir zaman tutarlı ve bütünlüklü bir halkçılaşmaya evrilmedi.

İBDA fikriyatı, takipçilerinin iddia ettiği gibi bağımsız ve özgün bir külliyat mıdır? İBDA fikriyatı bize ne söyler?

Bir açıdan bakarsanız hiçbir fikriyat özgün ve bağımsız değildir. Bütün düşünüşler, kendinden önceki düşünüşleri derleme ve sistemleştirme çabasıdır. Eski Yunan felsefesi Mısır, Babil, İran, hatta Hind felsefelerinden beslendi; Hıristiyanlık Yunan felsefesi, Ortadoğu dini hareketleri ve Yahudilik’in bir senteziydi; İslam Yahudi-Hıristiyan geleneğini eleştirerek sahiplendi ve özgün politik şartların sonucunda doğdu; Aydınlanma Rönesanslar, Reformlar ve değişen ekonomi-politik şartlarla yükselen burjuvazinin dünya görüşü oldu;  Marksizm, Alman ideolojisi, Fransız ütopik sosyalizmi ve İngiliz ekonomi-politiğinin, ayrıca İbn Haldun ve romantizmin orijinal bir sentezi idi. İbda da, yeryüzünde ortaya çıkmış, çıkan ve çıkabilecek hiçbir ekol de bu durumdan farklı değil.

İbda özet olarak bize şunu diyor: İslam medeniyetinin temsilcisi olan Osmanlı Kanuni ile birlikte çöküşe geçti, çünkü aşk ve şevk kayboldu. Söz, Necip Fazıl’ın tabiriyle kaba softa ham yobaza kaldı. Daha sonra Batı taklidçiliği ile yine Necip Fazıl’ın tabiriyle “cebimizdeki güneşi” kaybettik ve bu felaket günlerine geldik. Beş asırdır İslam dünyası bir yenilenme bekliyor. Bu yenilenmeyi, yapacak da bir mütefekkir. Bu mütefekkir, yine kendi tabirleriyle söyleyeyim, Batı tefekkürünü İslam önünde hesaba çekecek ve yeni bir ruh üfleyecek. İslam medeniyeti ayağa kalkacak ve Batı’yı yenecek. Bu sadece askerî bir zafer değil; bilimden sanata, devletten teknolojiye kadar her şey; moda tabirle medeniyet hamlesi.


“Zaman ve Türkiye gibi gazeteler İbdacıların İslamla ve Müslümanlarla ilgisi olmadığını isbat gayretindeydi.”

İBDA’nın onu genel İslami camiadan ayıran yanı nedir? unnamed-7-300x187

İlk soruda kuş bakışı 90’larda İbda’nın İslamcı camia ile farklarını tesbit etmeye çalıştık. Sünnilik ve tasavvuf İslam ile ilişkilerinin temelleri. Fakat bu tasavvuf ilgisinin evliya menkibesi düzeyini aşıp bir tefekkür çabasına evrilmesi gayretini not etmek lazım. Diğer İslamcı camiadan özellikle 90’larda rejim düşmanlığı ve bu düşmanlığın silahlı mücadeleye evrilmesi ile ayrılıyordu. Bu mücadelede rejime karşı pasif kalmakla suçladıkları diğer İslamcı gruplara hem eylemde hem söylemde yönelmekten çekinmediler. İslamcı camia içinde İbdacılar, o yıllarda maceracılıktan MİT ajanlığına kadar pek çok şeyle suçlandılar. Akit gazetesi bile İbda’ya karşı oldukça mesafeliydi. Zaman ve Türkiye gibi gazeteler İbdacıların İslamla ve Müslümanlarla ilgisi olmadığını isbat gayretindeydi. Milli Görüş hareketi ile ilişkileri ezelden beri iyi değildi; Necip Fazıl zamanında bile Erbakan’a “şerbakan” deniyordu. Kısacası 90’larda İbdacılar, İslamcı camia içinde tamamen yalnızlardı. İbdacılara destek veren tek grup, 28 Şubat sürecinin önemli simalarından Müslüm Gündüz liderliğindeki Aczimendilerdi.

28 Şubat sürecinin olanca hızıyla devam ettiği 98 yılının Aralık ayında Mirzabeyoğlu bir kere daha gözaltına alındı. Zaten o zamana kadar hapiste önemli mikdarda İbdacı birikmişti. Bundan iki ay sonra Öcalan yakalandı ve Türkiye’ye getirildi. Mirzabeyoğlu 1999 yılını ümmetin kurtuluş yılı ilan etti ve İbdacıların hareketliliği arttı. 99 yılının sonu ve 2000 yılının başlarında, dönemin hükumetinin adına Hayata Dönüş operasyonu adını verdiği hapishanelerdeki siyasi mahkumlara saldırı dönemi başladı. Bu operasyonlarda onlarca sosyalist mahkum öldürüldü. Aynı kapsamda bir operasyon da İbdacıların kaldığı Metris cezaevine düzenlendi; İbdacılar direndiler fakat sonunda Mirzabeyoğlu ve arkadaşları Kartal cezaevine nakledildi. Buraya naklinden birkaç ay sonra Mirzabeyoğlu’nun Kartal F-tipi cezaevi hücresinde intihar teşebbüsünde bulunduğu haberleri medyaya yansıdı. İbdacılar bunun bir intihar teşebbüsü değil, kendisine uygulanan telegram işkencesine karşı bir feda hareketi olduğunu söylüyorlardı. Şimdi karşımıza iktidar ın propaganda bülteni olarak çıkan Sabah’ından Star’ına kadar pek çok gazete bu durumla ilgili alaycı haberlerini hatırlıyorum. Ki aynı Star, Metris operasyonunda zorla saçı sakalı kesilen ve darp edilen Mirzabeyoğlu’nun fotoğrafıyla “burasını ranzaya çarpmış”, “şurası dipçiğe kafa atmış” diye iğrenç bir şekilde alay ediyordu. Hadi Sabah ve Star el değiştirdi diyelim; o dönem Akit’inden Yeni Şafak’ına kadar pek çok gazete bu durum karşısında sus pustu; şimdi bütün bu geçmiş unutuldu sanırım. İbdacıların Fethullah Gülen ve hareketiyle ilişkileri hiçbir zaman iyi olmadı; Zaman gazetesi Mirzabeyoğlu’nun oruç tutmadığı, İbdacıların evlerinde porno dergiler bulunduğu gibi aptalca propaganda peşindeydi.

Mirzabeyoğlu’nun teorik çabaları ise pek çok İslamcı tarafından anlaşılmaz, Batı felsefesinden fazlaca etkilenmiş, yahut evliya menakıbnamesi gibi, veya solcu özentisi, fazla soyut vs. bulunuyordu. Teorik çaba Türkiye’nin hakim kültürüne yabancı bir şey nihayetinde.

 

“İbda’dan bir sosyal İslam, bir Eliaçık çıkmasını beklemek çok zor. “

Bir dönem İBDA’nın adı Tekbir Giyim’in bombalanmasıyla da duyulmuştu. Uzun bir hapis döneminin ardından, Salih Mirzabeyoğlu’nun AKP döneminde daha somut bir olgu halini alan “yeni zengin muhafazakar” kitle ve onun yaşam/görüş biçimiyle ilgili söyleyecekleri neler olur?

Şimdi tabii bir kehanette bulunanam; fakat bu konuda çalışmış, çeşitli İslamcı gruplarla görüşmeler yaparak Ayet ve Slogan kitabını yazmış olan Ruşen Çakır’ın İbdacılar için kullandığı “kenar mahalle aristokratları” tabirini hatırlayalım. Bunu Ruşen Çakır’ın küçümseme veya aşağılama amacıyla kullanmadığına eminim. Hakikaten de İbda, mensuplarını kenar mahallelerde yaşayan, orta ve alt gelir grubundan, o dönem üniversite öğrencisi gençliğin içinden devşirdi. Tekbir Giyim bombalamasıyla sembolleşen şey, bu gençliğin, orta yaşlı, zenginleşmeye ve zenginleştikçe de rejimle bağları güçlenmeye başlayan, bir zamanlar ‘Anadolu Kaplanları’ denen ve üstüne çok sosyolojik analiz ve hatta güzellemeler döktürülen kesimlere karşı öfkesiydi.

Fakat İbda, ideoloji olarak bu öfkenin fikirleşmesi, bunun sınıfsal bir perspektifle yoğrulmasına müsait bir ideoloji değil. Yani daha anlaşılır söyleyeyim: İbda’dan bir sosyal İslam, bir Eliaçık çıkmasını beklemek çok zor. Zira elli küsur kitaplık İbda külliyatına baktığınızda bir toplumsal analiz teorisi bulamazsınız. Elbette geçmişteki ve şimdiki İbda dergi yayınlarına baktığınızda toplumsal elitlere karşı bir duruş sezilebilir. Fakat en nihai noktasında bile bu, Batıcı elite karşı Müslüman halk ikileminin ötesine gidemez.

Mirzabeyoğlu sanatla ilgilenen, şiir yazan, resim yapan ve bunların teorisi üstüne yazan bir insan. Kişisel olarak da zarafet kaygısı olan bir insan aynı zamanda; konuşmasından anlamışsınızdır. Dolayısıyla estetik bir bakışla bu yeni zengin muhafazakarların rüküşlüğü, zevksizliği, sâkilliği, sonradan görmeliği, özentiliği her makul insan gibi onu da rahatsız ediyordur. Fakat bu zevksizlik nereden kaynaklanıyor, hangi süreçlerin sonucu oluşmuş olabilir gibi soruların cevabı olarak toplumsal süreçlerin analizi konusu gündeme geldiğinde İbda’nın bize söyleyebileceği şey eski medeniyetimizin zarafetinden uzak düşmüş olacağımız, İslamcıların tefekkür çabasızlığının sonucu ahlaki ve estetik normlarımızı bulamadığımız olacaktır.

Bir yandan da kamusal kaynakların yağması var eğer yeni muhafazakar zenginlerden bahsedeceksek. İhaleler, yolsuzluklar, adam kayırmalar, kadrolaşmalar. Yani kısaca yeni oligarşinin oluşumu. Mirzabeyoğlu iktisat ve para teorisi üstüne kitap yazmış bir isim. Fakat insanlığın kategorik problemlerini kabuktan çekirdeğe doğru milliyet, din, cinsiyet ve mülkiyet diye sıralarsak, mülkiyet bahsi Mirzabeyoğlu’nun en az yoğunlaştığı alanlardan biri olduğunu görürüz; din ve ona bağlı tefekkür dışındaki konular da böyledir. Başka bir açıdan, üç tahakküm biçiminden servet, bilgi ve iktidar konularında da yoğunlaşmadığını görebiliriz. Yani kısaca demek istediğim şu: İbdacıların, Türkiye’deki pekçok muhalif grup gibi, ortaya çıkan bu durumdan insanî içgüdü seviyesinde rahatsız olmakta diğer gruplardan farklı olmayacaklarını tahmin etmek zor değil. Fakat nasılını ve niçinini izah noktasında da farklı olmayacaklarını da.

Necip Fazıl ve Mirzabeyoğlu’nun öngördüğü devlet düzeni herhangi bir türden demokrasi değil; “aydınlar aristokrasisi” dedikleri, yine kendi tabirleriyle ‘fikir sosyetesi’nin toplumun geri kalanını yönetmesi ve her şeyde tam bir devlet kontrolü. Bu açıdan bakarsanız yeni oligarşinin kendi hegemonyasını milli irade formülüyle pazarlaması İbda ile ideolojik olarak uyumlu değil. Ama güncele dair tavır almalarda ideolojilerin pek umursandığını sanmıyorum. Dolayısıyla, aynı pazarlamayı milli irade değil de laik Batıcı elitlere karşı mazlum Müslüman halkın iktidarı diye yaparsanız, o zaman bir örtüşme mümkün olur. 

salih-mirzabeyoglunun-konferansina-yogun-ilgi-h1417343410

 Bugün İBDA’nın durumu nedir? İBDA güncel tartışma ve çatışmaların neresine düşer?

2000’li yılların ortalarına doğru İbdacılar tekrardan yayın faaliyetlerine ağırlık verdiler; dergiler çıkartmaya başladılar. Ki o dönem Gülen’den Süleymancılara kadar pek çok ‘ılımlı’ İslamcı grup ve cemaatin AKP’yi desteklediği dönemdir. Bu dönemde çıkan dergiler AKP hükumetine ve politikalarına, özellikle Erdoğan’a karşı muhalif dergilerdi. Mirzabeyoğlu Erdoğan için mürtedd (dinden çıkmış) ve yürüyen takım elbise diyordu. En önemli muhalefet noktaları Irak işgaline karşı AKP’nin ABD yanlısı politikası, AB süreci, yabancılara mülk satışı gibi konulardı. 11 Eylül sonrası el-Kaide’ye karşı açık bir destekleri vardı. Ergenekon sürecinde ise, İbdacıların çıkarttığı Aylık ve Baran dergileri gittikçe artan dozlarda Ergenekon yanlısı bir tavır aldılar. Her sayıda bir ulusalcı isimle röportaj yapılıyor, hatta M. Kemal’den mücahid gazi diye bahsediliyordu, 1919 şartlarında olduğumuz belirtiliyordu. Yani o dönemdeki ulusalcı-Kemalist cenahla aşağı yukarı aynı çizgideydi. Fakat bu durum İbdacıların içindeki bazı kesimleri rahatsız etti. AKP’nin gittikçe artan muhafazakarlığıyla birlikte, İbdacıların önemli bir kısmı mahcub ifadelerle hükumeti destekleyen bir çizgiye savruldu. Ergenekoncu diyebileceğimiz çizgi ise, anti-emperyalizm söylemiyle Türkçü, Kürdistan Özgürlük Hareketi düşmanı, AKP karşıtı bir çizgiye. Bu Ergenekoncu çizgi şimdilerde IŞİD’i destekliyor.  Bu minvalde geçmişte Hizbuşşeytan veya Hizbulkontra dedikleri Hizbullahçılarla temasları var. Mirzabeyoğlu’nun konferansına Gökçe Fırat’ın katılmasının arka planı böyle.

Şimdi bütün bu manzaraya bakınca hükumet yanlısı İbdacıları diğer İslamcı gruplardan, Ergenekoncu İbdacıları da ulusalcı-Kemalistlerden ayıran pek bir şey kalmamış oluyor. Ortada ideolojiden ziyade duyguya düşünce tedariki olunca, yaldızlar dökülüp altındaki asıl cevher gözüküyor.

Ergenekon süreci ve sonrasında kristalleşen bir durum var: Bir yanda açıkça dillendirmeden hükumet yanlısı olan İbdacılar var; bir yanda da hükumet muhalifi Türkçü-Ergenekoncu bir grup. Sayısal hesapla bakarsanız aslında “ben İbdacıyım” diyen insan sayısı herhalde üç haneyle ifade edilir. Fakat toplumsal etki hesabı böyle yapılmaz. Mirzabeyoğlu’nun tahliyesiyle birlikte hareketliliğin artacağını tahmin etmek de kehanet olmaz. Ergenekoncu diye isimlendirdiğim grubun ulusalcılardan Hizbullahçılara kadar, ortak paydası Kürdistan Özgürlük Hareketi karşıtlığı olan kesimlerle ittifak arayışında olduğunu ve bunu arttıracağını da öngörmek mümkün. Kendi iç anlaşmazlıkları, AKP hükumetinin ve yeni hegemonyanın gittikçe muhafazakarlaşması, bölgesel gelişmeler gibi çok parametreli bir sistemde bu hareketin nereye doğru evrileceğini kestirmek çok kolay değil.

Bugün toplumsal ve siyasi konumlanışa bakıldığında üç büyük güç birikimi görülüyor: Bir yanda devletin bütün kurumlarına artık yerleşmiş bulunan bir muhafazakar yeni hegemonya, çalkantılar sonucu evrimleşse de kategorik olarak eski hegemonyanın savunucuları ve kendini üçüncü yol olarak tahkim etmeye çalışan Kürdistan Özgürlük Hareketi ve müttefikleri. Gündem dediğimiz şeyin bütün maddeleri bu üç odak arasındaki ihtilaflardan kaynaklanıyor ve her bir gündem maddesinde taraflar başka başka pozisyonlarda konumlanıyor.

AKP ile temsil edilen ve yeni hegemonya veya oligarşi dediğim şey Türkiye’deki bütün grupları bambaşka noktalara savurdu; özellikle şu 6-7 sene. Artık dindarlar kendini devletin ve ülkenin sahibi olarak hissediyor. On yıl önce ‘İzmirli Kemalist teyze’ söylemi diye alay edilen şeyi bugün bir İbdacının ağzından rahatlıkla duyabilirsiniz mesela.

Anti-kapitalist Müslümanlar Mirzabeyoğlu’nun konferansından sonra bir bildiri yayınladılar. Tamamını alıntılamayacağım ama şu paragraf önemli:

“Mahpuslukta güce boyun eğmeyen insan gibi insan; özgürlükte ise güce yanaşma adına İktidara teşekkür etme ihtiyacı duyan insancık. Evet, görünen şekliyle, Mirzabeyoğlu’nun tabiri ile telegram yöntemi ile bir kontrol mevcut, lakin kontrol edeni Mirzabeyoğlu’nun aradığı yerde aramak nafile ve yanıltıcı bir çabadır. Açık olan bir gerçek var ki, kontrol merkezi gücü elinde bulunduran iktidardır ve konferans vesilesi ile müşahhas olarak görülmüştür ki, Mirzabeyoğlu kendisine reva görülen bu iktidar menşeli telegramı görmezlikten gelmekte, ıskalamakta ve bu vesile ile dinleyicilerinin de aynı telegrama muhatap olmasına maalesef vesile olmaktadır. En acınacak durum ise Mirzabeyoğlu’nun bu tavrı iktidarla rızalaşarak yapıyor görüntüsünü veriyor olmasıdır.”

Aynı fikirde olduğum için alıntılamadım. Aralarındaki tartışmayı önemli gördüğüm için aktarıyorum. Bunu bile açıklaştırma ihtiyacında olmak acı.

 

“30-40 yıl önce Mirzabeyoğlu diyalektik kavramını eserlerinde kullandığı için komünist olmakla suçlanıyordu.

Salih Mirzabeyoğlu’nu farklı kılan nedir, görüşleri ve onu klasik bir İslamcı’dan ayıran ve ayırmayan yanları nelerdir?

Mirzabeyoğlu’nu farklı kılan şey en başta orijinal ve samimi bir düşünce çabası içinde olması. Son yüzyıla baktığınızda böyle bir çaba içinde olan aydın sayısı çok azdır. İdeolojik ayrım yapmıyorum: Cemil Meriç’ten Hikmet Kıvılcımlı’ya, İdris Küçükömer’den Nurettin Topçu’ya kadar. O haklıydı, bu gericiydi, filan sağ sapma içindeydi neyse ne. Şu noktada ona bakmıyorum; önce bunu bir tesbit edelim. Fikirlerini beğenmediğin adamı yok saymak, tahkir etmek aşağılık bir şey ve Türkiye’de bir şeye karşı çıkma metodu.

İkinci tesbit edilmesi gereken nokta bir düşünce sistematiği kurmaya çalışması. Devlet, toplum, iktisat, sanat, fizik, kadın, ahlak… Birçok alanda, kendi kurmaya çalıştığı sistematik yaklaşımıyla düşünce üreten bir insan.

Bunları tesbit ettikten sonra Mirzabeyoğlu pek çok konuda diğer pek çok İslamcıyla temel yaklaşımları paylaşıyor. Saymaya çalıştım: Batı medeniyetine karşı İslam medeniyeti, Osmanlıcılık, Sünnilik, tasavvuf. Ayrıldığı noktalarsa rejim muhalifliği, Batı felsefesinden faydalanarak bir senteze ulaşma çabası. Şunu da aklıda tutmak lazım: Bugün pek çok İslamcı entelektüel Derrida’dan girip Foucault’dan çıkıyor evet ama bundan 30-40 yıl önce felsefe İslamcılar arasında günahtı ve Mirzabeyoğlu diyalektik kavramını eserlerinde kullandığı için komünist olmakla suçlanıyordu.

Şimdi bu kadar guya derin ve teorik konuşma yaptık ama bir lider ve onun takipçileri olarak bakarsanız, Mirzabeyoğlu’na şeyh muamelesi çeken adam da var, Necip Fazıl sayfalarca İttihat-Terakki liderleri için Yahudi uşaklığından ahmaklığa kadar türlü ‘eleştiri’ yaparken Enver Paşa için ‘ama çok delikanlı adamdı’ diyen de. Yani İbdacılar da Türkiye ahalisi ortalamasından pek farklı değil.

 salih-mirzabeyoglunun-konferansina-yogun-ilgi

Fikri veya yaşam biçimi manasında seküler olan biri, bir gayrimüslim, bir Kürt, bir eşcinsel İBDA’dan korkmalı mıdır?

Tahrik edici bir soru ve bu güzel (gülüyor)… Bana sorarasanız -ki sordunuz- Türkiye’de hiçbirimiz birbirimizden korkmamalıyız ve aynı anlama gelmek üzere herkes kendinden başlayarak herkesten ve her şeyden korkmalı. Düşünceler, ideolojiler, fikir sistemleri filan, hepsi Türkiye ahalisi için ancak kabile sancağı kadar kıymetli. Yani her şey ve hiçbir şey… Dolayısıyla düşman ve dost çok hızlı yer değiştirebiliyor; üstelik buna değişen şartlara göre tavır alma diye bir kılıf da bulabiliriz. Konuyu gürültüye getirip net cevap vermekten kaçınmak için söylemiyorum bunları. Unutmayalım; ülkücüler 80 öncesinde İslamcı gençlik liderlerinden Metin Yüksel’i (Edip Yüksel’in kardeşidir) Cuma namazı çıkışında öldürmüşlerdi. Veya sosyalistler başka fraksiyondan sosyalistleri öldürmekten çekinmediler. Veya  Kemalist 71 muhtırası Kemalist İlhan Selçuk’a işkence etmekten çekinmedi. Yani Türkiye’de insanların birbirine şiddet uygulamadan önce kullanabilecekleri meşrulaştırma argümanlarına sınır yokmuş gibi gözüküyor. 

Somut durumun somut analizini yapalım: Bugüne kadar bir grup İslamcı şiddet hareketi gördük. Hizbullah devlet desteğiyle başta  Kürdistan olmak üzere bütün Türkiye’de öncelikle PKK’ye, sonra kafir olarak gördükleri Gonca Kuriş gibi bazı yazarlara, hatta başka fraksiyondan gelen diğer Hizbullahçılara saldırdı. İslamî Hareket Süreci isimli örgüt Yahudi iş adamı Kamhi’ye suikasd düzenledi. Bugüne kadar hala aydınlatılamamış bir dizi suikasd ile 80’lerden bu yana Bahriye Üçok’tan Taner Kışlalı’ya, Çetin Emeç’ten Uğur Mumcu’ya birçok aydın öldürüldü. Bu suikasdleri gerçekten İslamcı örgütler mi yaptı bilemiyorum ama böyle bir algı var. 

Daha önce de belirttiğim gibi İbda-c’ler Atatürkçü Düşünce Dernekleri’ne, gayrımüslim azınlık kurumlarına, birahanelere, diğer bazı İslamcı gruplara saldırılar düzenledi. Madımak katliamını İbdacı dergiler “şanlı Sivas” diye selamladı. Kasım 2003’te iki sinagog, İngiltere konsolosluğu ve HSBC’ye yapılan saldırıları da sahiplenmişlerdi. 6-8 Ekim olayları diye bilinen olaylardan sonra bazı İbdacılar Hizbullahçı kurumlara destek ziyaretinde bulundu.

Yani İbdacılar da, başka İslamcılar da Alevilerden sekülerlere, Kürtlerden gayrımüslimlere pek çok toplumsal kesimi düşman olarak görebilir ve saldırabilir. İbdacıların farklı bir yönü ise, kendileriyle ilgili olsun olmasın toplumsal şiddet olaylarına olumlu diyebileceğimiz bir havayla yaklaşmaları. Yani mesela Maraş’ta Suriyeli mültecilere karşı pogroma girişen halkı bile “Maraş’ta ihtilal provası” diye selamlayabiliyorlar. En uç örneğini vereyim: 90’larda çıkardıkları dergilerde trafik kazalarını bile “Trafik akıncıları şu kadar kişiyi telef etti” diye veriyorlardı. Fakat öte yandan yaklaşık on yıldır İbdacıların herhangi bir saldırıya karıştıklarını hatırlamıyorum.

Türkiye her esaslı rejim değişikliği öncesinde ve sonrasında ciddi iç karışıklık süreçlerinden geçmiş. Beylikler arası savaşlardan Celali İsyanlarına, Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından Çerkes Edhem’e, Takrir-i Sükun’dan 80 öncesi iç çatışmalara kadar… Şu an bir esaslı rejim değişikliği süreci yaşıyor muyuz sorusu bir tarafta dursun; İbdacılar silaha başvurur mu ve eğer başvururlarsa bu daha önce İbdacılarla ilişkisi olmayan İslamcı kesimleri de hareketlendirir mi diye sorarsak soruyu, herhangi bir radikal İslamcı grubun çeşitli toplumsal kesimlere saldırma ihtimali ne kadarsa, ancak o kadardır diye cevaplarım.

Türkiye öngörü veya kehanet kaldırmayan bir ülke. Fakat bir yandan da yeni oligarşi yani AKP İsmailağa cemaatinden bazı Alevî gruplara, İbdacıların önemli bir kısmından bazı Ermeni aydınlara birbiriyle alakasız hatta zıt gibi duran toplumsal kesimleri kendine tabi kılmış durumda. Hadi diplomatik dille konuşalım, rızasını almış durumda. Bu şartlar altında, en azından şimdilik görünen ufukta, devlet destekli olmayan bir saldırı ihtimali yok. Türkiye’de tarih boyunca milliyetçi-İslamcı cenahın, 90’lardaki İbda-c’ler çıkışını saymazsak, devlet desteğini arkasına almaksızın birilerine saldırdığını görmedik.

Tesbiti somutlaştırmak için söyleyeyim: Bugün yeni oligarşinin üniformalı ve üniformasız neferleri linç ederek Eskişehir’de 19 yaşında Ali İsmail Korkmaz’ı öldürüyor, başından gaz kapsulüyle vurarak İstanbul’da 14 yaşında Berkin Elvan’ı öldürüyor, ateş açarak Diyarbakır’da 18 yaşında Medeni Yıldırım’ı öldürüyor. Yani şimdilik yeni nefere ihtiyaç yok fakat konskripsiyon bürosu kurulursa yazılmaya teşne olan da çok. Böyle görmek gerek.

 

Kaynak: Jiyan.Org

 

Not: Bu iktibastaki fikirler yazara ait olup, Adımlar’ın ideolojik ve siyasi anlayışına zıt görüşler sitemizi bağlamaz.

ADIMLAR

Bir Cevap Yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Adımlar Dergisi sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et