REJİM TARTIŞMALARI

REJİM TARTIŞMALARI

İç ve dış problemlerin birikip üst üste geldiği, adetâ ufukta çözüme dair hiçbir ümit ışığının görünmediği bir döneme girmiş gibiyiz.

Uluslararası güçlerin çevre ülkeleri parçalama ve yutma siyaseti Anadolu’ya “sıra bende!” hissiyatı yaşatırken “bu parçalama ve yutma siyasetini etkisizleştirecek siyasi hamle ne olacak ve kimden gelecek?” sorusu şu ân gündemin gizli fakat ilk maddesi olarak kafalarda yerini almış durumda.

Hükümetin ümit ve korku üzerinden, beklentilere hitab eden “ağız başka söyler, ayaklar başka gider” hesâbı yürüttüğü “söylem” siyaseti Cumhurbaşkanlığı seçimiyle miadını doldurmuş görünüyor.

“Karizma” devrinin bitmesi, siyasetin bir ideolojiye nisbetle yürütülerek amaç olmaktan çıkarılıp, tekrar eski “olması gereken” araç-vasıta konumuna getirilmesi gerektiği, devletin en tepesindekinden aşağıdaki memuruna kadar kendisini hissettirirken; diğer taraftan, bütün bu sancılar içinde sınırlarına ulaşmış ve sırtı duvara dayanmış “karizma siyaseti”nin içine girdiği tıkanıklığı aşabilmek için gündeme getirilen “Başkanlık Sistemi” tartışmaları…

Bu tartışmalar içinde herkesin bilip de kiminin korkudan, kiminin içinse içini dolduramadığından dolayı telaffuz edemediği kavram “Yüceler Kurultayı”…

Korkudan ismini telaffuz edemeyenler, bugüne kadar saklanan gerçeğin tüm baskı ve engelleme gayretlerine rağmen etrafına örülmek istenen tüm duvarları yıkarak ve ne kadar engel varsa hepsini aşarak geldiğini görüyorlar. Bu gelişin “intikam”a bakan yönüne odaklanmış olarak “acaba bizim nasibimize ne düşecek?” diye düşünmeleri korkularının belki de en büyük sebebini oluşturuyor. Bunlara tek tavsiyemiz hatâdan döndüklerine inanıyorlarsa rahmet-merhamet cihetiyle bu gelişe bakmaları ve bu bakış içinde değerlendirmeleri…

“Yüceler Kurultayı” adını gelenek içinde duymuş ama bugüne kadar bu kavramın tarihi önemini kavrayamamış olanlar ise sergiledikleri anlayışsızlıklarıyla çoğu, neredeyse tüm hayatlarını bu kavramla problem yaşayarak geçirmişler; kavramın kendisini güçlü bir şekilde dayattığı şimdi ise, muhteva ile ilgili yetersizliklerini gizlemekte zorlanıyorlar.

Eğip bükerek de olsa Yüceler Kurultayı etrafında yürütülen tartışmaların şekilden öte, işin ruhuna, yani o şeklin üzerine binâ edileceği ideolojinin taşıyıcısı, siyasetin yürütücü öznesi “aydın” etrafında yapılmadığı aşikâr.

Siyasî rejimin şekli etrafında yapılan tartışmalarda niyetler farklı farklı da olsa, tartışmayı ortaya çıkaran, yani kendini dayatan bir hakikat var; bu tartışmalar ister esas meseleleri gizlemek niyetiyle, isterse de şahsi iktidar hırsının tatmini gayesiyle yapılsın, kriz alarmı veren bir ülkenin bu krizi aşma mecburiyeti ortadan kalkmıyor.

Bütün kötü niyet çabalarını bilerek ve görerek, rejim krizine odaklanmak, belki de bu safhanın bize yüklediği yegane görev olabilir. bu görevin nasıl yerine getirileceği ise bu safhada tartışmamız gereken “temel mesele” olarak önümüzde durmakta.

Geçmiş dönemlerden farklı olarak hiç yaşanmayan zorlukların bu safhada yaşanacağının hissi bu görevin nasıl yerine getirileceği sorusuna verilecek cevabın ağırlığından kaynaklanıyor olabilir.

İktidarın eski sahiplerinin tasfiyesi 2012 yılında teknik olarak da bitince, “ortak düşman” anlayışı içerisinde teşkil edilen iktidar bloğundaki çatlamanın ortaya çıkması gecikmedi: Bir dönem “destan yazanlar” bir gecede “ajan, vatan haini, kumpasçı!” ilân edilirken, eş zamanlı olarak, “destan yazanlar”ın savcıları da yine aynı merkezler tarafından “kandırılmış, saf” olarak “ak sütten çıkmış ak kaşık” ilan ediliverdi. Bir dönemin küreselcileri şimdi oldu “millici”, millicileri ise “küreselci”…

Sokaklarda sürüklenerek bir kumpas neticesi cezaevine tıkılanlar, bugün, iktidarda oluşan boşluğu doldurmaya heveslenirken dün iktidar bloğunu oluşturanlar ise, bugün sokaklarda sürüklenmeye çalışılıyor.

“Seyirci”nin ise, bulunduğu konumu muhafaza ederek, yerinden bir milim dahi kımıldamadığı ve gevezeliğe devam ettiği, değişmeyen gerçeklerden.

İktidar bloğunun kumpasını destekleyerek “Amerikancı” gözükmeyi hiç umursamayan seyirci, bugün, kumpasçıya “Amerikancı” olduğu için, sözde karşı duruyor. Ama her iki durumda da iktidarın yanında.

Niyetimiz “ikinizde aynısınız ve herşeyi beraber yaptınız” gibi hiçbir tavır içermeyen geveze seyirci psikolojisiyle hadiseleri değerlendirmek değil. Diğer taraftan şu tesbiti yapmakta fayda olduğuna inanıyoruz:

İktidar mücadelelerine şâhid olduğumuz her iki “cemaat” de geçmiş dönemlerde, “hele bir koltuklara oturalım, o zaman gerekeni yapacağız” demekteydiler. Bugün, bütün dünya şahid ki, oturdukları iktidar koltuklarında, İslâm adına, sadece itiş-kakış ve sefâlet sergilemekten başka herhangi bir meziyetleri yok. Bulundukları hâl ile başladıkları nokta arasındaki mesafenin uzaklığının dikkati çekmemesi mümkün değil.

Evet!.. Hedefe ulaşıldı…

Ama siz, başladığınız noktada değilsiniz!

Değişerek ve dönüşerek ulaşılan bu hedefte, dağılmışlığı toparlamaya dair bazı iyi niyetli gayretler zaman zaman ortaya çıkıyor olsa da, gelinen noktanın bütününe baktığımızda bu gayretlerin “olması gereken”e pek de yakın olduğu söylenemez.

“Ortak Düşman” tasfiye edildikten sonra, iktidar bloğunu oluşturan her iki tarafın da, kendi aralarında böyle bir kapışmaya girmesi, toplumun bütün kesimlerini kendi yapıları içerisinde bütünleştirme hedefli olarak değerlendirilebilir mi?

Bu soruyu bize sorduran, bu kapışmayla eş zamanlı yürüyen rejim tartışmaları. Rejim tartışmasının, yaşanan sosyal-siyasî ve ahlâkî krize mebnî olarak ortaya çıkmasından hareketle, şunu ifâde etmemiz gerekir:

Adına ister “başkanlık” isterse başka birşey denilsin; bu tartışmalardan güdülen gaye, toplumun bütün kesimlerinin yaşadıkları gerçekliğin hakikatini bulabilecekleri bir keyfiyet içinde veya etrafında bütünleştirmek ve birliği sağlamak. Doğru olan bu görüş ise, arkasından şu soruyu beraberinde getirir; bu bütünleşme ve birlik, ekonomik ve politik zeminde tartışılarak mı sağlanacak, yoksa ekonomik ve politik kurumların üzerine oturtulması gereken ahlâkî zeminde mi?

“Ahlâk olmadan müesseseleşme olamayacağı”nı düşünürsek, sorunun cevabının ahlâki zemin olduğu ortaya çıkar. Ahlâk ise, İBDA’nın tezi hâlinde, ancak “fikrin olduğu yerde” oluşur.

Sosyal ve siyasî müesseselerin bir fikir sistemi etrafında inşâ edilmesi gerekliliği ise herkesin anlayabileceği bir diğer hakikat iken, “fikrin ne?” veya “hangi fikir?” sorusu cevapsız olarak hâlâ ortada durmakta.

Tekrar rejim tartışmalarına dönecek olursak;

Birlik ve bütünleşmenin bir fikir sistemi etrafında sağlanabileceğini kabul ettikten sonra, sadece ekonomik ve politik zeminde yapılan tartışmaların birliğin ve bütünleşmenin zıddına doğru gelişme kaydedeceğini söylememiz yanlış olmaz. Bundan dolayı da, bugün yaşanan iktidar mücadelesine esas itibariyle taraf olunmasının bizim açımızdan bir mantığı yok.

*

Bütün kesimlerin bir ahlâkî-fikrî uzlaşma neticesinde ortaya çıkmayan rejimlerin toplum üzerinde meydana getirdiği yıkıcı etkileri yaşadığımız tecrübe göz önüne alındığında belli. O zaman birlik ve bütünleşmenin ekonomik ve politik bir çabadan ziyâde entelektüel bir çaba gerektirdiği anlaşılmalı.

Rejimin yürütücüsü ve inşâ edicisi sınıf üzerinde mutabakat sağlanmadıktan sonra, kurulacak yeni rejimin, eski rejimden şekli bir takım unsurlar haricinde hiçbir farkı olmayacaktır. Şeklî olarak değiştirdiğiniz rejimle, mevcut düzeni yürütmeye devam edeceğinizden dolayı, bütünleşmeyi sağlamak bir yana, muhalefeti daha da keskinleştireceksiniz.

Bütünleşmenin entelektüel bir çabanın, yani yeni bir Dünya Görüşü etrafında olması gerektiğini söylemekle, yeni rejimin inşâ edicisi ve taşıyıcısının “aydın” olduğunu da söylemiş oluyoruz. Hâliyle rejime dair şekli tartışmadan önce, rejimin hangi ahlâk ve fikir sistemine nisbetle kurulması gerektiği ve bunun siyasetinin yürütücü ve taşıyıcısının da hangi sınıf üzerinde olacağı tartışılmalı.

Toplum adına kimin konuşacağı ve karar vereceğinin tesbiti, şekilden önce gelir. İdare edecek sınıfın fikri, bu fikrin ahlâkı, bunların belirlediği ve kazandırdığı “duygu ve düşünce alışkanlıkları” değişmeden, inşâ edildiği iddia edilen siyasî rejim, mevcut düzenin faklı bir isim altında yürütülmesinden başka mânâ ifâde etmez.

Meseleyi tartışanların dünya görüşlerine, siyasi anlayışlarına, eşya ve hadiselere bakış açılarına ve ahlâkî olgunluk seviyelerine baktığımızda, gidişâtın “demokrasinin hakikati”ne doğru değil de; yine bir takım değerlerin demokrasiye tâbi kılınarak eritme niyet ve karakterinde olduklarını söyleyebiliriz. Tüm bu olumsuzluklardan dolayı gerçek tartışmaların iktidar mekanizması etrafında yürütülmesinden ziyade, ondan bağımsız her kesimle etkileşim içinde daha farklı alanlarda yürütülmesi gerektiğine inanıyoruz. İsterseniz buna, “toplumla iktidar arasında farklı bir otorite alanı” diyebilirsiniz. Belki de kirlenmemiş tek alan olarak burası kaldı.

Yeni bir iktidarın teşkil edilebileceği bu alanda, umulur ki siyaset de ideolojiye tekrar bağlanarak söz konusu kirlenmişlikten kurtulur.

Ayrıca altını çizdiğimiz bu alan düşman üretmenin değil, bütünleşmenin bir gereği olan “fetih”in ayân olacağı zemin de olabilir.

İdeolojik ve kültürel fethin ayân olması, yeni bir anlayışla, “yeni insan” taşıyıcılığında gerçek mânâsıyla yeni bir iktidarın inşâ sürecinin de ilk adımıdır.

29 Kasım’ı anlama ve anlamlandırma gayretimiz devam ediyor.

 

Ali Osman Zor

ADIMLAR DERGİSİ SAYI 5

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: