ALİ OSMAN ZOR’UN BU YAZISI, TEKRAR TEKRAR OKUNMALI
ADIMLAR Dergisi’ne 25 Mart 2015 Çarşamba günü düzenlenen bombalı katliam girişiminde ADIMLAR Kadrosu’ndan Ünsal ZOR şehîd olmuş ve aralarında ADIMLAR Plâtformu Genel Başkanı Ali Osman ZOR’un da bulunduğu 4 gönüldaşımız yaralanmıştı…
Takipçilerimiz tarafından tekrar okunmasında büyük fayda gördüğümüz aşağıdaki yazı, saldırının sebeblerini, gerekçesini ve tabiî ki hedefinin ne olduğunun anlaşılması açısından önemlidir.
İktidar ve muhalefetin, ne vatan, ne millet ve ne de din karşısında ahlâkî hiçbir kaygıyı taşımadığı…
İktidarı, muhalefeti, İlâmcısı, Ulusalcısı, Solcusu; bütün kesimler içine sızmış ve zerkedilmiş Şiî Şövenizmi ve Etnik Kürtçülük zehrini…
Başta Anadolu’da iktidarı işgâl edenlerin bölgemizde Ehl-i Sünnet Türk ve Arab’a karşı yürütülen saldırıların, Hükümet politikalarıyla inkâr edilen ve sulandırılan “savaşçı millet” ruhu kuşanılmazsa, Türk’ün, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacağı bir neticeye doğru gittiğimizi…
“Yeni Türkiye”nin Topyekûn Vatanın Parçalanması sürecinin adı olduğunu…
Bunun karşısında tek çârenin Milletçe başımızın çâresine bakmak ve bunun şuurunda olmak olduğu…
Ve nihâyet son cümlesiyle, adetâ ŞEHİDİMİZ ÜNSAL ZOR’un şahsında örnekleştirdiği, SAHABÎLER kadrosunun vasfı olarak takib edilecek istikâmeti işaret ediyor Ali Osman ZOR:
“Bunun önderleri de “kılıcını şiir kınında taşıyanlar”ın izinden gidenler olacak.”
Aşağıda okuyacağınız 1 Mart 2015 tarihli ADIMLAR Dergisi’nin 6. Sayısının başyazısı olarak yayınlanmış olan makale okunmadan, ne ADIMLAR’ımızın tuttuğu iz ve ne de Ünsal Zor’un tuttuğu mevzi anlaşılabilir.
ADIMLAR Dergisi
YENİ TÜRKİYE: PARÇALANARAK BÜYÜME(!)
Ali Osman ZOR
Şu kesin ki, epey bir zamandır kimsenin kafası “iktidarın ele alınışı” ile meşgul değil. Bunun yerine “bu iktidar gitmez!” düşüncesinin tezahürü hâlinde iktidarın etrafında, fakat iktidarı rahatsız etmeyecek bir şekilde, herkes kendisine bir yer arıyor.
İktidar çevresinde yapılması gereken siyasetin işlevini yitirdiği bu durumun sona ermesi muhalefetin iktidar talebinden ziyade, hükümetin gücünü yitirmesiyle mümkün olacağını düşünüyoruz. Bu dönem içerisinde rahatlıkla söyleyebiliriz ki hükümet, mevcudu korumaktan da geriye giderek hızlı bir şekilde kan kaybetmeye devam ediyor.
Cumhurbaşkanlığı seçiminden itibaren meclisteki tüm partiler sistemin tehdid altında olduğunu hissettiklerinden ve düşündüklerinden hükümetin hemen hemen yaptığı her icraata örtülü veya açık destek verdiler.
Muhalefet görüntüsü altında attıkları can simitleriyle hükümettin elini hükümet çevrelerinden daha çok güçlendirdiler.
Ne milliyetçi olduğunu iddia eden parti ne de Cumhuriyeti kurduğunu bugüne kadar olur olmaz her zeminde ifâde eden parti mensubu oldukları siyasi anlayışların gereğini yerine getiremediler. Muhalefetin bu “iktidar yamağı” pozisyonundan dolayı da toplumdaki siyasi ayrışma mecliste gurubu bulunan partilere göre olmayıp, Meclis dışından iktidar mücadelesi vermeye çalışan farklı siyasi aktörler üzerinden yaşanıyor.
Toplumun her kesiminde ve devletin her kurumunda 13 seneden beri yaşanan tahribata sebeb olan iktidar, muhalefetin bu durumundan dolayı “muhalefet görevi”ni de kendisi yerine getirmiştir.
İktidarın yaptığı çeşitli operasyonlarla muhalefeti güçsüzleştirmesi ve güçsüzleşen muhalefetin de iktidar üzerinde hiçbir tesirinin bulunmamasının toplumda bugüne kadar benzerlerine şahid olmadığımız etkilerinin meydana çıkmasını da beraberinde getirdi.
Muhalif cephede veya iktidarın yanında yer alan herkes mevcut sistem içi siyasetin bu yürüyüşünden dolayı siyasî ve sosyal ilişkilerinde kendini iktidara göre konumlandırmış ve tepeden aşağı hükümetin kendi şahsında yaşattığı ahlâk anlayışını da benimsemiştir. Bunun neticesi olarak da “anomi” denilen bir tür toplumun etkisi altına alan hastalık peyda olmuştur.
İçtimaî yapının özelliklerinden kabul edilen ve yukarıda ifade ettiğimiz üzere bir tür hastalık da kabul edilebilecek olan “anomi”, fertlerin amaçlarının peşinden koşarken ahlâkî hiçbir kaygı taşımadıkları bir durumu karakterize eder. Bu durumun ise daha çok fert ve toplumdaki değişim süreçlerinde ortaya çıktığı söylenmektedir.
Yaşadığımız dönem itibariyle söyleyecek olursak şu ân dünya çapında bir “anomi” yaşandığı ve krize dönüşen, krize dönüştüğü yetmiyormuş gibi kronikleşen bu durumun arkasından neyin geleceği hususunda “idare eden” sınıfın adetâ çaresiz kaldığı ve herhangi bir fikirlerinin olmadığı müşahede ediliyor.
Özellikle sorumluluk sahibi iktidarlar, ne yapmaları gerektiği konusunda bir fikir sahibi olmadıkları gibi, kendilerine göre belirleyip topluma deklere ettikleri hedeflere nasıl ulaşacaklarının bilgisine de sahip değiller. Görünen ve yaşanan bu kaotik durumu hangi fikir, hangi ilim, hangi siyasî anlayış ve kim düzene sokacak?
Bu soruların tartışılmadığı hiçbir zemin ve buna nisbetle ortaya konulması gereken mücadelenin dışındaki hiçbir politika bizim için “derde devâ” sınıfından olarak değerlendirilemez.
İktidarların ve onun etkisi hâlinde de toplumu oluşturan kesimlerin yaşadıkları dünya çapındaki bu çaresizliğin farklı davranış kalıplarıyla aşılmaya çalışıldığını da söylememiz gerekir.
Sosyolojide bir görüş olarak savaşçıların ortaya çıkışı dini düşüncelerin güçlenmesinin alâmeti olarak ifâde edilmekte. “Din” dediğimiz ândan itibaren de İslâm’dan başka –Mutlak’ın konuşması– herhangi bir isim akla gelmemekte. Dolayısıyla tüm dünyada her geçen gün çoğalan ve biraz daha güçlenen savaşçıların ideallerine ve bu ideallere nisbetle ortaya koydukları siyasî hedeflere baktığımızda güçlenen düşüncelerin İslâm’a nisbet içinde olduklarını anlıyoruz.
Sosyolojinin bu belirlemesi üzerinden gidersek eğer “bütün kesimler ve fert fert her insan üzerinde etkileyici ve belirleyici dünya görüşü hangisi olacaktır?” diye sorduğumuzda, cevabının da, İslâm’a nisbet içerisinde verilebileceğini söylemiş oluyoruz.
Şartlar benzeri sorular etrafında insanları tartışmaya biraz daha zorlarken, savaşçıların her geçen gün bir aktör olarak daha da öne çıktıkları bu dönemi, yeni bir medeniyeti inşâ aşaması olarak da değerlendirdiğimizi söylemeliyiz.
Çünkü Doğu’da veya Batı’da hangi medeniyete bakarsanız bakın, kuruluşlarının temelinde savaşçıların kanını görürsünüz.
Savaşçıların Azalması ve Artması…
Sosyolojik bir gerçeklik olarak ifâde edilen bu görüş doğruysa eğer, yani savaşçıların artışıyla dinî düşüncelerin kuvvetlenmesi arasında bir paralellik varsa, o zaman bunun tersini söylemek de pekalâ mümkündür;
Bu çerçevede savaşçıların azlığı, dinî düşüncelerin zayıflamasıyla da izah edilebilir. Başka bir ifâdeyle seküler-dünyevî hayata alışan insanlar, zamanla mensub oldukları dinî düşüncelerden imanları zayıflayarak uzaklaşırlar. İnsanı ölüme yabancılaştıran bu durum, kişinin savaşçılığının yok olmasını beraberinde getireceğinden, savaşanların sayısında yaşanan azalma gayet tabiîdir.
Buradan da şu neticeye varmakta güçlük çekmeyiz;
Savaşçıları azalan veya az olan toplumlar, dinden uzaklaşıp, ölümden sonrasına göre hazırlığı olmayan ve sadece dünyevî olana meyleden toplumlardır. Savaşçılarla karşılaştıklarında ise, bu dünyevî toplulukların yok olması neredeyse mukadderdir.
Yaşadığımız topluma döndüğümüzde ise, 13 senelik tahribatın en yoğun yaşandığı alan olarak bu sekülerleşme-dünyevîleşmenin olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Direniş ruhu tam olarak kırılmamış olmakla birlikte, hemen hemen bütün kesimler çeşitli operasyonlarla, tehlike olarak görüldükleri dönemlerde “nötr” hâle getirildiler.
Bu nötrleştirmenin tabiî neticesi olarak da başta söylediğimiz “iktidarın ele alınışı” ile ilgili çabalar azalarak, sahte bir muhalefet meydana çıkarmış, hattâ muhalefet görevini de hükümetin kendisi üstlenmiş olarak iktidarını sürdürmüştür.
İktidarın ele geçirilmesi-fethedilmesi duygusunun örselenmesiyle birlikte bu duygunun tatmini, zamanla farklı mecrâlarda aranmaya başlandı. 13 yıllık tahribatın göründüğü bir diğer alan da burasıdır:
Her kesim, iktidarı ele geçirme düşüncesini kafasından attıktan sonra, adetâ içine döndü. Düşmana “düşman!” diyemeyip savaşçı karakterinden her geçen gün biraz daha uzaklaşanlar, onu kendi içlerinde aramaya başladılar.
Kaçınılmaz olarak da bu tavrın arkasından iktidarla kendilerini özdeşleştirenler ve özdeşleştirmeyenler olarak ayrışmış taraflar ortaya çıktı. Bu ayrışmalar her ne kadar ideolojik ve siyasî kılıflarla gerekçelendirilmeye veya perdelenmeye çalışılsa da, bizim için iktidarla kendini özdeşleştirmek, ayrışmanın gerçek sebebidir.
Her kesimin beklentilerine, ümit ve korkularına hitab edebilen bir kadro karşısında böyle bir ayrışmanın normal olabileceği söylense de, bizce bu kabul edilemez!
Çünkü, ayrışmaya sebebiyet veren temel husus ideoloji ve ideolojinin gerektirdiği siyasi anlayıştan uzaklaşma veya iktidarın anlayışını getirip kendi anlayışının içine yerleştirme hareketidir.
İktidarın ele geçirilmesi düşüncesinin zayıfladığı nokta tam da burasıdır.
Her kesimin kendi içinde yaşadığı bu ayrışma, aslında ülkemizde ve onun içinde bulunduğu coğrafyada yaşanmakta olan kutuplaşmanın adetâ içe dönük hâlidir.
Dolayısıyla bu kutuplaşmanın esas itibariyle ne üzerinden meydana çıktığını tesbit etmemiz gerekir. Bu tesbit doğruya en yakın şekliyle yapılabilirse, ancak o zaman tekrar bütünleşme ihtiyacı kendisini dayatabilir.
Parçalanmaya Karşı Savaş
Tarihin çok hızlı akmaya başladığı bu dönem içersinde, artık hiç kimse içindeki gerçek niyetini gizleyemiyor.
Bu açıdan bakıldığında ideolojik ve siyasî açıklamalar ve çıkışları, söylenenin ve yapılanın arkasında fazla bir sebeb aramadan kabul etmekte mahzur yok. Kaldı ki, siyasete yön veren güçler fiîlî olarak da hem yaptıkları açıklamaların arkasında duruyorlar ve hem de fiilî olarak arkasında durdukları bu politik tutumlarının haklılığını izah etmeye çalışıyorlar.
Türkiye açısından da bakıldığında siyasetin bu seviyeye yaklaştığı söylenebilir. Sözle fiil arasındaki uçurum kapanmakta ve yalancılık devrinin bittiğinin işaretleri zuhur etmekte.
Ortaya çıkan bu durumdan dolayı, siyasî saflaşmanın ne üzerinden yapıldığını söylemek ve bunu anlamak çok da dikkat ve zekâ gerektirmemekte. Gayet açıktır ki söz konusu saflaşma,Irak’ın Kuzeyi’ni merkez edinmiş Yasadışı Yapılanma üzerinden gerçekleşmektedir.
Batı’nın bugüne kadar yaptığı bütün operasyonlarda ulaşmak istediği siyasî hedef Irak’ın Kuzeyi’nden İsrail’in sınırına kadar dayanan ve Ehl-i Sünnet Arab’la Ehl-i Sünnet Türk’ün arasına, onların bir daha birleşmemesini sağlayacak bir Siyonist Duvar çekmek. İç ve dış bütün siyasi hamleler de Erbil merkezli bu ihanet şebekesinin inşâsı temeli üzerine yapıldı.
Batı, Anadolu’yu ve İslâm coğrafyasını bölme hedefine bu işbirlikçi yapı üzerinden ulaşmaya çalışırken, İslâm muhtevâlı olduğu imajını veren iktidarlar ise bizzat bu yapının koruyucusu ve besleyicisi oldular.
Bu yasadışı yapı için mücâdele edenler her geçen gün güçlenirken, bunların “çözüm ortakları” ise kendi kitlelerini pasif bir seyirci hâline getirerek bütün savunma mekânizmalarını etkisizleştirdiler.
Neticede “çözüm” diyerek ortaya konulan projede Batı’nın yeni “Stratejik Müttefik”i, siyasî ve askerî olarak onun verdiği destekle gücünün zirvesinde bugün tüm şımarıklığıyla meydan okurken, Anadolu’nun gerçek sahibi olduğunu düşünenler, bu şımarıklık karşısında ne yapacağını bilemez şekilde şaşkınlığın zirvesinde…
“Çözüm” adı altında Batı işbirlikçiliği savaşçı bir pozisyona getirilirken, Batı karşısında yer alması gereken unsurlar ise naifleştikçe, naifleştirildi.
Ümmetçilik söylemi etnikçiliği şımartırken, Ümmet’in ana unsurunu zayıflattı… Bu da şu ân ülkeyi bölünme ve parçalanmanın eşiğine getirdi.
Bir taraf “halkların kardeşliği” edebiyatıyla Batı politikaları doğrultusunda bu bölünme ve parçalanmayı sağlarken, diğer taraf da sözde “ümmetçilik” edebiyatıyla buna yakıt oluyor.
Bugünkü neticeye baktığımızda görüyoruz ki, Amerika iki unsur üzerinden bölme ve parçalama operasyonlarını gerçekleştiriyor: Biri Şiî Şövenizmi, diğeri ise Etnik Kürtçülük…
İslâmcısından Atatürkçüsüne kadar hangi kesime bakarsanız bakın, herkes bu iki unsurun zihinlere akıttığı zehirin tesiri altında…
Hadiselerin geldiği nokta gayet açık;
Ya parçalanarak yok olacağız;
Ya da bütünleşerek coğrafyamızdaki varlığımıza devam edeceğiz…
Parçalanmanın sebeblerini bilmeden, bütünleşebilmenin de nerenden gerçekleştirilebileceğini hesab edemeyiz.
Bugün “Yeni Türkiye” denilen şey, her türlü ihânetin, ahlâksızlığın, yolsuzluğun, fitne ve fesadın kendisi gibidir. Bizim anladığımız Yeni Türkiye ile uzaktan yakından bir alâkasının olmadığı da açık.
Amerika’nın öncülüğünde Irak’ın Vatansever Ehl-i Sünnet Mücahidlerine karşı saldırıya geçen Şiî Şövenizmi, Etnik Kürtçülük, PKK/AKP Koalisyonunun yaşadıkları menfî durum ve güçsüzlüklerini örtme gayretinde oldukları saklanmaya çalışılan gerçekler arasında.
İslâm Devleti şeytanlaştırılması üzerinden –geçmişte aynı şeyi BAAS şeytanlaştırılması biçiminde yapmışlardı– İslâmcılar başta olmak üzere, buradaki Batı karşıtı unsurların efsanevî bir direnişe sahip çıkmalarını engellemeye çalışıyorlar.
Biliyorlar ki, Anadolu bu direnişe sahip çıktığı zaman, mevcut iktidarla birlikte zayıflamaya yüz tutmuş bütün güçler ve dağıtılmaya müsait Irak’ın Kuzeyi’ndeki işbirlikçi yapı, kendilerini güçlü gösterme çabalarına karşın, bir ânda büyüleri bozulup darmadağın olacaklar.
Amerika’nın “düşman kardeş”i İran Emperyalizmine ve İslâm Milleti karşısına laik bir ırk olarak çıkarılmaya çalışılan Etnik Kürtçülük’e karşı durarak Batı’nın bütün hesaplarını altüst edip bölgemizden kovmanın tek yolu, Anadolu’daki Türkler başta olmak üzere, İslâm Milleti’ne mensub bütün unsurların tekrar savaşçı kimliğini kuşanmasından geçmektedir.
Kendini korumasız hissedip savunmayı ve düşmana karşı saldırıyı bizzat kendi imkânlarıyla yapması gerektiği ân, bu kurtuluş tabiî olarak gerçekleşecektir.
İşlerine geldiğinde Sevr’den bahsedenler, bugün Sevr’in tatbiki için Bağdat’taki Yasadışı İşgâl Hükümeti’ne uçaklarla askeri malzeme gönderiyorlar.
Medya gücü ile yaptıkları “şeytanlaştırma” operasyonuyla da bütün İslâmcıları ve Millicileri ya peşlerine takmaya ya da bugüne kadar olduğu gibi en azından nötr hâlde bırakma gayreti içerisindeler.
Yani, kendisine bir itaat söz konusu olmasa da, Batı’ya karşı kurulacak cephede yer alıp silaha sarılmasının önüne şimdiden geçilmek isteniyor.
Kim, hangi mânâya sahip olduğunu iddia ediyorsa, o mânâya göre davranmalı.
Biz, Batı karşısında hiçbir zaman onun önümüze koyduğu politikaların bir neticesi olan parçalanmayı kabul etmeyeceğiz!
Her şeyin açık açık söylendiği bu dönemde, işin “güç”e gelip dayandığının, yani oyunu “zor”un bozacağının şuurundayız.
Bu ölüm-kalım şartlarında hükümetin halkı hazırlamak için bir adım atmaktan ziyâde, bilâkis yaptıklarıyla Hak ve halk düşmanlarını cesaretlendirdiği ve güçlendirdiği gayet açık.
İnsanlar başka hiçbir çıkış noktası kalmadığının şuuruna vardıklarında başlarının çaresine bakarlar.
Bugün Anadolu’nun, Trakya’yı da içine alacak şekilde başının çâresine bakma zamanı gelmiştir.
Bunun önderleri de “kılıcını şiir kınında taşıyanlar”ın izinden gidenler olacak.
ADIMLAR Dergisi – 6. Sayı – 1 Mart 2015