MÜCAHİTLERİN İZİNDE

MÜCAHİTLERİN İZİNDE

MÜCAHİTLERİN İZİNDE

İsmail UYSAL*

 

Toprak yeniden süslenmeye, börtü böceğinde henüz seçilmeye başladığı demlerdi. Sabahın ilk ışıklarıla birlikte, insana hayranlık duygusu veren bir manazra, yavaş yavaş şekilleniyor vetüm güzelliğini tekrardan sergilemeye hazırlanıyordu. Bu bölgeye Kurt Damı diyorlardı ve bu taraflara daha önce hiç gelmemiş birisi olarak bunu sebebini gece boyunca kurt seslerinden dolayı yakinen öğrenmiş bulunuyordum.

Neyse yolcu yerinde gerek. Gün doğduktan bir zaman sonra, ihtiyaten ufak bir silah bakımı yapmış ve alışıldığı üzere sağımızı solumuzu toparlayıp bir gölge gibi süzüldüğümüz patikalardan sarı tepenin eteklerine kadar inmiştik. Tam teçhizatlı süren ve daha kilometrelerce sürecek olan intikal boyunca, yürüyüş düzenimiz geçtiğimiz beldenin arazi düzenine göre değişiyor, kimi yerlerden gece geçmeyi uygun görürken, bazı mıntıkalardan gündüz gözüyle geçmeyi tercih ediyorduk. 21 kişiden müteşekkil grubumuz içersindeki en genç ve en tecrübesiz olanı, yani ben, birazdan olacaklardan habersiz, aklımda Nayban Usta’nın üzerinde sıkça durduğu şu nasihat vardı; “Geçtiğin her yeri, bütün yolları iyice kafana nakşet!”

Evet, nakşediyordum… Dağların, geçitlerin arasındaki ilerleyişimiz sürerken, ben gördüğüm yerleri ve özelliklerini adlarına varıncaya kadar hafızama istifleme gibi bir dikkat üzerindeydim. Zira ustamın söylediği doğruydu, burda bambaşka bir dünya vardı ve her şey bir hayat memat meslesiydi. Mevcut muhabere durumlarını ne kadar bilmek zorundaysak, aynı şekilde içinde bulunduğumuz arazi koşullarını da bilmek veayak uydurmakta bir o kadar elzemdi. Bu husus ustalarımız tarafından; ‘’Arazi bir savaşçının en önemli müttefikidir!’’ tarzında anlatılırdı ve arazinin sağladığı her korumayı avantaja çevirmeyi bilenler ki, kazananların onlar olduğu söylenirdi.

Geceli gündüzlü süren zorlu intikalin bu ikinci gününde, Kirman Kayalıklarının en dik yerine ulaşmış ve iki yamaç arasında tekrardan güneş ışığını almaya başlamıştık. Artık ayaklarımızın altında kirli beyaz renge sahip bir zemin vardı. Demek oluyorki, yürüyüşümüzde çok önemli bir menzil olan Yıldız Geçidi’ne yaklaşmıştık. Önümüz sıra uzanan şaşırtıcı renkteki toprak alanı adımlarken, gündüz gözüne en fazla tetikte olunması gereken bir mevkide bulunduğumuza dair tek tek uyarılıyorduk. Dediklerine göre, terk edilmesi pek de kolay olmayan bu geçitte, değil görüntü vermek, gölgen olma ihtimâli bile bombardıman sebebiymiş. Öyleki, düşman kendine karşı harekete geçilmeye cesaret edilmesin diye günün bazı saatlerinde bu mıntıkayı bombaladığı dahi olurmuş. Son derece uyanık ve tedbirli davranılması telkini altında, tek sıra hâlinde pür dikkat geçide daldık. “Yıldız’ı geçene kadar mola verilmeyecek!” bana en son söylenen söz buydu…

Doğrusu zikzaklar çizdiğimiz bu geçit bana pek zorlu gelmemiş, lakin ister istemez peydâ olan bir duygu beni daha çok meşkul etmişti. Binlerce yıl önceki uygarlıklara aitmiş hissini veren geçit, sanki bu hayret uyandıran bir durummuş gibi bende garip ve değişik bir ruh hâli yaşatıyordu. Sanırsın, göze görünmez olup, benimle birlik yürüyenler vardı. “Allah!” Bak yine içim ürperdi. Neyse, nihayet koyun sürülerinin çıkarıldığı belli olan genişçe bir çayırlığa gelmiştik. Her tarafı otların çiçeklerin yaydığı taze kokular sarmıştı. Bu kokular yarı toprak, yarı kayalık geçiti kazasız belasız aştığımız anlamına geliyordu… “Bundan sonrası kolay!” aynen böyle dediler. Bu topraklarda, kaderin beni ilk denemesine tabi tutacağı bu ilk intikâlimde, bu gün için geri kalan plânlamanın artık son etabındaydık. Dikmen Bayırı’nı inipte Işık Dağı’nın eteklerine yakın Çift Kıran düzlüğüne ulaşana kadar yolumuza devam edecek, bombardımandan kaçmış bir halkın boşalttığı bu köye girmeden dere yatağına kıvrılacak ve geleceğimiz sığınakların bulunduğu Aydost kayalıklarına tırmanacaktık. Nasıl olsa mübarek dağlar, bizden dostluğunu hiç esirgemez, bağrında başımızı sokacak bir yeri her zaman hazır olurdu…

Evet, sözde plânlama böyleydi. İşte bir daha bitiyordu ama gelin görün ki öyle olmadı. Dereye yaklaşmış olmanın sevinci ve iki saate kalmaz dağ palas konforundaki  pansiyonumuza dahil oluşumuzun verdiği rahatlıkla, bakışlarımı bir ân önüm sıra yürüyen öncülerden ayırıp, sağ yanımız sıra uzanan Çift Kıran Köyü’nün harabe görüntüsüne yönelmiştim ki, birden ortalığı kaplayan kurşun ve patlama sesleriyle kendimi yerde buldum. Köyün çok eski çağlardan kalmış, artık “tarih” olmuş diyebileceğim harabelerine takılan gözlerim, yeri göğü inleten seslerle irkilmiş ve içinde bulunduğum durumdan bir ânda sıyrılmıştım. Tam da hafif bir tepeciği yanlamasına indiğimiz sırada vukû bulan saldırıda, öncülerin mermi yağmuruna tutulduğunu görmemle de kendimi tam siper yere atmış, ortalığın çok kısa zaman zarfında cenk meydanına dönmesini bir müddet şaşkın bakışlarla izlerken, bir yandan da emniyetli bir köşe aramaya başlamıştım.

“Kapıdan çıkarken düşman görmeye hazırlan ki, yenilgiye uğrama” düsturu gereği, intikal boyunca olası her şartta hazırlıklı olan ben(!), açlıktan ve yorgunluktan bitap düşmüş hâlime rağmen, sıcak yaz gününde son gün dönümünde olduğumuzu, havanında iki saat kalmaz kararacağını, sorsalar anca söyleyebilecek bir hâldeyim… Öncüler üç kişiydiler ve onlar tecrübelerini konuşturarak ânında araziye yayılıp gözden kaybolmasını bilmişlerdi. Benimse o ân bildiğim tek şey, bu ölümcül arazide geldiğim yoldan geri çekilmeye imkânımın olmamasıydı. Mıntıkanın bu denli açık olması, gruba tekrardan katılmak için çok geç kalındığının da açık bir ihtarydı, yani iş işten geçmişti. Daha şimdiden roketler çok yakınıma düşmeye ve tessirlerini her zamankinden fazla hissettirmeye başlamıştı bile… Peki şimdi ne yapacaktım?

“Pusuya düşmüştük düşmesine, demek kısmet böyleymiş” demiştim demesine de, lakin henüz kafama yatmayan bir şey vardı; Neden sadece ön cepheden ateş yiyorduk ve ne diye bu kadar aceleci davranmışlardı? Oysa biraz beklenseydi, grubun tamamı ateş menziline girecekti ve bu şekilde grubumuz iki koldan ateş altına alınamazmıydı?

Hâliyle bu durum bana pek inandırıcı gelmemişti, bir gerginlik vardı ama ne? İşte burda hemen  savaşçı içgüdüm(!) devreye giriyordu; o zaman kesin başka bir numara vardı ve belki de daha büyük bir tuzak bizi bekliyor olabilirdi. Oldukça açıktaydım ve bir ân önce bana avantaj sağlayacak bir korunak bulmazsam kolay av olacaktım. Onca bakınmama rağmen, ciddi mânâda muhafaza sağlayabilecek bir yapının varlığı da göze çarpmıyordu. Bu çaresizlikten şunu çıkardım; “en iyisi yol yakınken köye doğru manevra yapmaktı.” Fakat ne hikmetse, düşman oradaki mesafeyi korumaya devam ediyor, bir hareketlilik gözlense de mesafe hiç değişmiyordu. Birbilerine nizamet veren seslerini duyabiliyor, arkadan sinerek gelen diğerlerini de görebiliyodum. İlginç olan ilerlemek yerine mevzileniyor olmalarıydı. Bir hazırlık vardı, bir beklenti, ama ne? İşte bu “ne?”lerin sebebini birazdan öğrenecektim!

Çakılıp kaldığım yerden sağa sola bakınırken, hiç yoktan iyidir hesabı, yolun karşı tarafında bulunan bir çıkıntıyı gözüme kestirmiştim. Önce patikanın kenarına, oradan sürünerek o hendeğe ulaşabilirdim. Fakat heyhat, daha ben adımımı atar atmaz, arı kovanına çöp dürtmüşüm gibi, yakınımda patlayan bomba ve kurşun sesleriyle ortalık büsbütün alevlendi. Ağzımdan “ah!” diye bir ses çıktı ve tepeden tırnağa sarsıldım. Dengemi kaybettim ve sendeleyerek önceden bir bombanın açtığı çukura yuvarlanıverdim. Kendimi yerde bulduğumda, başımın çevresinde küçük yıdızların döndüğünü görüyordum. Galiba ilk kurşunu yemiştim…

Bir yandan umut, bir yandan endişe içerisinde, kapaklandığım yerden kalkmaya uğraşıyor, lakin harcadığım onca çabaya rağmen, ne yerimden kalkabiliyor ne de herhangi bir kolumu oynatabliyordum. Bu acı öylesine büyüktü ki, bütün kemiklerim kırıldı sandım. Kımıldayamadığım bir yana, gözlerimi dahi açamıyordum. Düşmanı düşünemez bir hâle gelmiş, hatta çatışma ortamını bile unutmuştum. Yoktu, ortadan kaybolmuştu ve ben sanki başka bir zamana geçmiştim…

Şimdi tam hatırlamıyorum ama, acaib düşüncelere dalmıştım. Her şey bir düşten daha canlıydı, mutluydum ve içimde bir huzur duyuyordum. Anladım ki, aslında hiç bir şeyin sahibi değiliz. İllâ Allah’ın lütuf ve rahmeti…

Belki de üzerinde durmaya değmez ama içim rahat etmeyecek, o yüzden önce şu konuya bir açıklık getreyim; Emin olun, çok disiplinli bir grubumuz vardı ve düşman saflarının kelle koltokta atılmak tek bir emre bakardı. Evet, şüphe etmeyin, sadece tek bir emir yeterdi. Ve inanın, sayı gücü, silah gücü, coğrafî şartlar, yok “şu”, yok “bu”, hesapta yekûn tutmaz, hiç bir şey cesaretimizi kıramazdı. Ve yine şart olsun, geri çekilme emri vermeden veya ilk fikri komutanlar beyan etmeden, tek bir Allah’ın kulu geri çekilmeyi ağzına dahi almaz, kesinlikle itaatsizliği değil de, ölmeyi yeğledikleri görülürdü. Hesaba katmanız gereken tek şey, sadece ama sadece daha güçlü vuracağımız bir ânı kollamaktı. Savaşılacak yer ve zamanı bilmek, yani mevcut muharebe koşullarına ayak uydurmak, hepsi budur! Lütfen aklınız karışmasın…

Grup komutanı da aynen böyle yapmış ve o şartlar altında bizi yok etmek isteyenlere karşı verilebilecek en yerinde kararı almıştı; ne köye, ne de çatışmaya girilmeyecekti. Mevzi tutmanın anlamsızlığı ortadaydı, daha şimdiden taş üstünde taş kalmamış, mıntıkanın altı üstüne gelmişti. Köyde ise çok sayıda patlamamış bomba, bubi tuzakları ve mayınlar mevcuttu. Bu aynı zamanda kapana kısılmak demekti. Kuvvetler arasındaki dengesizliği bir kenara bıraksak bile, birazdan belirmeleri muhtemel hava gücünüde hesaba almalı ve tez elden diğer yamaca çekilmenin yolları aranmalıydı. Arazi yeşillikti, hâliyle doğal bir koruma sağlayacaktı. Ondan sonrası, ver elini dağlardı.

Derme çatma bir köprüden savaşçılarını karşı yakaya geçirmiş, sazlıkların ve ağaçlık arazinin yardımıyla birliğini gözden gizlemesini bilmişti. Hava kararana kadar durumu idare edecek ve sonrasında karanlıktan faydalanmak suretiyle grubunu güvenli bölgelere ulaştıracaktı. O birliğini bir yenilgiden korumalıydı ve bu yüzden başka çaresi de yoktu. Nasıl olsa daha münasip bir fırsat her zaman olacaktı. Burda aslolan, olmayacak bir şeyde inat etmek değil, o âna has incelikleri kavramış olarak, fırsatı ele geçirir geçirmez düşmanı alt etmenin yollarını aramaktı. “Lüzumsuz yere ortalığa çıkma, köşeye sıkışma ve kendini yenilgiden koru!”…

İşin özeti buydu; Kendimizi yenilgiden korumalıydık. Bu gün komutanın ne plânladığını biliyor ve bence de doğrusu buydu diyorsam da, o gün için bunları kestiremeyen ve henüz o vakitler telsiz de taşımayan ben, Işık Dağ’ının yamacına değilde, Çift Kıran Köyü’ne hamle yapmış, bilmeden yalnızlığa sürüklenmiştim. Peşimden gönderilenlerin arkam sıra seslenmelerini o curcuna esnasında duymamam, bimediğim bir arazide ters istikametlere sapmam, hata üstüne hata derken, en nihayet köyün kenar bir mıntıkasında düşmanımla başbaşa kalmıştım…

Koalisyonun savaş köpekleri ise yalnız değildi.

Biraz toparlanıp elimde kan aramaya başladığımda yanıldığımı anladım. Çünkü kan yoktu. Meğersem kurşun değilmiş. Acının kaynağı kopup gelen bir taş parçasıydı ve sapasğlam olmasamda henüz tek parçayım. Lakin sağ omuzumu halen hissetmiyorum.

İlk başlardaki şaşkın hâlimin geçip kafamın tıkır tıkır işlemeye başlamasıyla, aslında cereyan eden hadisenin âni bir karşılaşma neticesinde yaşanan tesadüfi bir çatışma olduğunu şimdi daha iyi görebiliyordum. Pusu olmasına pusuydu ama kapsamlı ve plânlı bir pusu da değildi. Kısa zaman içerisinde hazırlandığı belli olan, âni pusu dedikleri türdendi ve ilk toslaşma akebinde sert bir saldırı olmamasıda bundandı.

Anladım ki, derenin öte yamacına geçebileceğim bir noktasını bulsaymışım hiç mesele yokmuş. Evet, yaptığım hata olmasında hataydı, acemilikti, toyluktu… Bunlar tamam, hiçbir itirazım olmayacak. Lakin gelin görün ki, bu hatam grubuma faydalı olmuştu. Geri çekilmeyip ateşe başlamamla birlikte varlığımdan haberdar olan düşman, çekilmek yerine araziye yayıldığımızı, böylece mücahitlerin bölgeyi boşaltmadığını zannedip bulundukları yerde çakılıp kalmışlardı. Onlara doğru yönelmem ilerleyişlerini durdurmuş, bu da karşı yamaca ulaşmakta olan silah arkadaşlarıma zaman kazandırmıştı…

Ne kimseyi suçlamak ne de kendimi aklama derdindeyim, ama şuda bilinsin ki, farkına vardığım bu husus, bir nebze olsun yüreğimi ferahlatmıştı. Hatamın bu şekilde karşılık bulması üzerine; “Himaye Allah’tan” deyip yerimden doğruldum. Artık burdan ayrılmak gerekiyordu ve kaybedecek tek bir saniyem dahi kalmamıştı. Şimdi iş, ciddi mânâda bir yara almamışken, olabildiği kadar işgalciyi telef etmenin yollarını aramaktı. Bu niyetle uzun bir süre dayanabileceğimi düşündüğüm, bu dünyada kendime son mekân olarak seçtiğim ve yine son nefesimi vereceğim, insan sesine hasret Çift Kıran Köyü’ne doğru hamle yaptım…

Bu arada bunlar niye geride duruyorlar diyordum ya, onu da şimdi öğreniyordum; Zira az önce derenin her iki kenarlarına doğru havan atışları başlamıştı. Demek ki geri kalmalarının sebebi buydu. Önce kaçış yolları olarak gördükleri bölgeleri havan atışlarına tutarak araziyi yerle bir edeceklerdi. Bu aynı zamanda helikopterlerin gelmesin de ân meselesi demekti.

Tüm bunları bir kenara bırakalım!

Görünen ne olursa olsun, aslında bir dakika sonrasında bile ne olacağını bilmeden yaşıyoruz. Ne kadar güçlü ve ya zayıf olursak olalım, bu böyle, olacak olan oluyor. Bize düşen kulluk ve gayret, inâyet ve ihsan ise Allah’ın… Bakalım bu yol beni nereye ulaştıracaktı…

“Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler.”

* Bolu F Tipi Cezaevi – BOLU

ADIMLAR Dergisi

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: