OSMANLI’DA GAYRI MÜSLİMLER (İslâm Devleti Emânında Komşuluk Modeli) -1-
Asrımızda, “çeşitli din mensuplarının bir arada ve birbirine tecavüz etmeden, adil bir idare altında insanca bir hayat sürmesi” gibi içi doldurulmaya muhtaç, ve de çoğu kez “hümanist” ve “demokratik” gibi küfürlerle doldurulan sloganlar, ve gulat-ı mürcie kelâmları ayyuka çıkmış ve bir kısım avamın da kafası bu bahiste allak bullak edilmiş, din-akide diye bir şey bırakılmamacasına insanlar ifsad edilmişlerdir. Bu makalemiz bu fitnelere de bir cevap mahiyetinde olduğu gibi, nakilden ve de tarihten çok hikmetli ve ibretlik kesitler de sunarak meseleyi Şer’i çerçevede izahata kavuşturacaktır….
Makalemizin başlığında “Zımmi” (1) değil de “Gayrı Müslim” (2) lafzının kullanmamız kasıtlı ve bilinçlidir ve bu lafız ilkine göre daha şumulludur. Zira İslâm’a göre; İslâm üzere iken dinden dönen (Mürted) ve kendisine müslüman diyen, dinden gözüken ama gulat derecede Ehli Sünnet’den sapmış olan fırka ve şahıslar (Zındık) bir yana; Ehli Kitab olsun Müşrikler vs olsun tüm “Asli Kafirler” (3) diye tarif edilenler yani bildik “Gayrı Müslimler” ancak şu dört çeşit tarifle tasnif edilir: (4)
- a) Zımmi b) Müste’men c) Muahid d) Harbi
Şimdi başlangıç olarak bu dört vasfın özelliklerine ve farklarına bakalım. Zira Osmanlı da tıpkı Abbasi ve Emevi gibi; “Şer’iat-ı Muhammedi” ve onunla terbiye edilebildiği kadarıyla “Örf” ile idare edilen bir “İslâm” devleti idi. Mezhebinde “Ehli Sünnet Vel Cemaat-Hanefilik” ve Örfünde “Türk” töresi ağır basan bu devletin, umumi mânâda evvelkilerin bir devamı olduğu ve zamanın getirdiği bazı yeni müşküllere karşı bazı içtihadlarıyla daha da zenginleşmiş olsa da aslı itibarıyla evvelki İslâm devletlerinin tabii bir süreçte zuhur etmiş devamı ve varisi idi…. (5)
Dönersek bahsettiğimiz başlıklara; Gayrı Müslimler, Müslümanlar tarafından o dört suretten birisine hükmedilerek tasnif edilirler….
Zımmi: Devletin fethettiği memalikte İslâm olmayı kabul etmeyen ve kendilerinin can, mal, namus ve dinlerinin muhafazası ve serbestiyeti karşılığında kendilerinden cizye ve toprak işliyorlarsa haraç da aldığı gayrı müslimlere denir. Tarifinde ve icrasında bazı fıkhi ihtilaflar olsa da aşağı yukarı böyle bir tarif cumhur ulemanın görüşünü ifâde eder diyebiliriz….
Müste’men: Devlet-i İslâmiyye’nin kendilerine, İslâm memleketlerine girip çıkabilmeleri için ’emân’ verdiği gayrı müslimlere denir. Bu türden, elçi, tüccar, seyyah vs gayrı müslimler, ellerinde emân belgesi ile belli şartlarla serbestçe dolaşabilirler ve belirlenen kaidelere riayet etmek şartı ile emniyet içinde giriş çıkış yapabilirlerdi…. Aşağıda zımmi için sayacağımız ‘dokunulmazlıklar’ ve ‘imtiyazlar’ın bazısı emân verilmiş gayrı müslim için de geçerli idi. Velev ki bizim vatandaşımız olmasa da, neticede emân verildiği için emân süresi -ki bir yılı aşmaz genelde- ve şartları çerçevesinde malum bazı dokunulmazlıkları vardı, ve verilen emânı ve ahdi bozan taraf olmamamızı emreden ayetler ve hadisler bu konuda işi sıkı tutmuştur…. Bir çok yabancı gayrı müslim tüccar, seyyah vs asırlarca Asrı Saadet ve, Emevi, Abbasi ve Osmanlı topraklarında emân karşılığında ticaret ve seyahat yapabilmiş ve bu esnada adalet ve ihsandan başka bir muamele görmemiştir. Olası bazı istismarları devlete bildirdiklerinde devletin derhal haklarını iade edip emâna riayet edilmesini sağladığı ve müste’men tüccar ve seyyahların haklarını koruduğunu elimizdeki belgelerden rahatlıkla görebilmekteyiz….
Muahid: İslâm Devleti bir gayrı müslim devlet ile bir süreliğine muahede yaptığında, -ki bu genelde on seneyi aşmaz- mesela bir başka devlete karşı belli konularda bir ittifak veya karşılıklı dokunulmazlık-savaşmazlık gibi bir anlaşma yaptığında, mesela; gayrı müslim olan devlet tarafında yani ‘darul harb’de yaşayan müslümanlara emân verilmesi vs karşılığında İslâm devleti de o devletin vatandaşlarına kendi memleketinde veya hariçte emân verebilirdi. Bu durumda karşılıklı bir ‘dokunulmazlık-eylemsizlik’ anlaşması olduğu için o gayrı müslim devletin memleketine ‘anlaşmalı darı harb’ de denirdi. İslâm ahdi bozmayı yasaklamıştır. Verilen sözün tutulması lazımdır. Ne o darı harbdeki müslümanlar muahede yapılan o küfür devleti hudutları içerisinde anlaşmaya ters herhangi bir hareket içerisinde olmuşlardır, ne de İslâm devleti kendisine gelip giden muahidlere herhangi bir zarar vermiştir.
Harbi: Yukarıdaki üç sınıfa da dahil edilemeyen ve kendileri ile harp içerisinde olduğumuz veya harpler herhangi bir nedenle bitmiş bile olsa, adı konmamış bir durgunluk dönemi olsa bile, bir hükme bağlanmadığı için sair gayrı müslimlere harbi yani muharebe içinde olduğumuz düşman denir. Görüldüğü yerde kanı heder kabul edilebilirdi…. Nitekim bazı savaşlardan sonraki on yıllar boyunca akıncılar Avusturya veya Venedik vs devletlere akınlar yapmıştır, ta ki işi o devletlerle belli bir muahedeye bağlayana dek…. Zaten karşı taraf da aynı muameleyi imkan bulursa fazlasıyla müslümanlara yapmaktaydı, üstelik de sivil asker kadın çocuk yaşlı ayırt etmeksizin….
Bu meselede şöyle bir genel tarif de vardır; İnsanlar üç kısımdır; a) Müslümanlar b) Muahidler c) Harbiler. Burada Muahid yani ahitleşilmiş-anlaşılmış-söz alınıp verilmiş mânâsında hem anlaşmalı ülke vatandaşları hem de emân verilen seyyahlar, her ikisi de kastedilmiştir. Neticede bildik muahid ülke vatandaşları ile bireysel olarak emân alan müste’menler her ikisi ile de artık o anda savaşılmıyor ve can ve mal emniyeti teminatı ahdi veriliyordu, buna binaen bazı mücmel tariflerde böyle ikisi bir başlıkta da ele alınabiliyor. (6)
İşte bu tasnif ve tariflerde asılda usulde icma olmakla beraber, furuatta bazı ihtilaflar olmuştur ulemamız arasında. Yani şöyle ki, mesela; selefi salihiyn olsun halef ulema olsun, bazısı arasında ‘Kimler zımmi olabilir’ sualinin cevabında bazı ihtilaflar olmuştur. ‘Ehli Kitab’ gayrı müslimlerin zımmiliği zaten ayetlerle hadislerle sabit olduğu için bunda ihtilaf yoktur. Lakin, Ehli Sünnet Ulema’dan bazısı sadece Ehli Kitab kafirlerin, yani ‘Hıristiyan’ ve ‘Yahudiler’in zımmi olabileceğini, diğerlerinin ya katledilip ya da İslâm olması zorunluluğu olduğunu; bazısı ise bunların yani Ehli Kitab’ın ve ayrıca Zerdüşti, Budist vs tüm sair din mensuplarının da, İslâm olmayı kabul etmezler ama isyan ve savaş da yapmazlarsa; yani dilerlerse İslâm olmayıp zımmi ‘vatandaş’ olarak kabul edilebileceğini beyan etmişlerdir. Ki cumhur bunda karar kılmıştır ve bin küsur sene de hemen hep böyle icra edilegelmiştir diyebiliriz….
Zımmi, Müste’men ve Muahidlerin; sebebsiz yere canına malına ve namusuna kastedilemezdi, bunu şiddetle men eden tehditvari ayet ve hadisler ve fetvalar mevcuttur. Kimse emirin idarecinin veya kadı mahkemenin bir kararı ve infazı olmaksızın ve anlık bir nefsi müdafaa vs yani arizi zaruri bazı haller olmaksızın bir zımmiye zarar veremezdi. Ve devletçe belirlenen ve yine devlet tarafından tahsil edilen cizye, ve haraç vs tahsilat dışında kimse bir zımminin malına el uzatamazdı. Benzer kaideler müste’men ve muahid için de böyledir.
İster zımmi ister müste’men ve ister muahid olsun; bir ahid verilmiş-alınmış bir hukuk oluşmuş olan bu gayrı müslimlerin can ve mal emniyeti tahhüd edilmiş oluyordu böylece. Fakat sadece can ve mal emniyeti ile sınırlı değildi verilen haklar ve beklenen sorumluluklar; bilhassa “Zımmiler”in, yani “Vatandaşımız” olan gayrı Müslimlerin; Din ve ibadet-mabed, can mal namus izni-emniyeti, kıyafet, şeair, içki, çan, haç, düğün ayin vs, mezhebi cemaati, muhakeme dava, ikamet, seyahat, ticaret, ziraat, zenaat, memuriyet, vergiler vs bahislerinde, zımmi olmayan sair kafirlere ve harbi kafirlere kıyasen bir çok imtiyaz ve farkları vardı. Buna temas edeceğiz….
Hazreti Ömer Radıyallahuanh yaşlı ve ama bir yahudiyi perişan vaziyette dilenirken gördüğünde, gençliğinde bize cizye vermiş bir zımmimizi ihtiyarlığında böylece mağdur edemeyiz diye düşünerek adama beytulmalden maaş bağlatmıştır…. Yine O’nun devrinde İslâm orduları Suriye’de bazı şehirlerden çekilmek zorunda kaldıkları zamanlarda o şehirlerin gayrı müslim ahalisine, artık onlara emniyet sağlayamayacakları için aldıkları cizyeyi geri iade etmişler ve bu adlu ihsanı gören gayrı müslim ahali de İslâm devleti lehinde Bizans aleyhinde istihbarat yapmışlardı…. (7) Osmanlı Doğu Avrupa’dan çekilmek zorunda kaldığı savaşlar ve kargaşa döneminde sürekli iç taraflara doğuya hicret eden bir çok Balkan Müslümanı gibi kendileri de içerilere göç eden bazı Katolik-Hıristiyan Polonyalı’ların, İstanbul’da bu gün Polonezköy dediğimiz yerde iskan edilmelerinden bile rahatlıkla anlayabiliriz Osmanlı’nın adaletini ve gayrı müslimlere olan adlu ihsanını…. Avusturya ve Rusya, Prusya gibi emperyal düveli muazzamaya yem olmaktansa Osmanlı’nın azınlığı olmayı tercih eden bir grup muhalif Polonyalı aile İstanbul’a göçmüştü ve hala daha aynı yerde torunları yaşamaktadır… (8) İstanbul Fatih tarafından muhasara edildiğinde, Bizans başbakanı konumundaki Notaras’ın ‘İstanbul’da kardinal şapkası görmek yerine sultan sarığını görmek daha iyidir’ sözü de ve benzer nice sayısız varidat da bu adalete ihsana delildir… (9) Orhan Gazi tarafından zabtedilen İznik Hıristiyanları gördükleri adlu ihsana mukabil ‘Nolaydı evvelce bunlar bize bey olaydı’ diye hayıflanmışlardı. (10) Hasılı tahsile, malumu ilama lüzum olmasa, ve arife gülistan şart olmasa bir gül kafi olsa gerek…
Şu da anlaşmalı darı harbe iyi bir örnektir; Emevi Arap İslâm orduları İstanbul’u muhasaralarla bunaltınca kuşatma şu şartla kaldırılır, Galata tarafında bir müslüman koloni kurulacaktı, ticaret ve sair hayatlarına Bizans karışmayacak ve kendi işlerinde davalarına bakan bir kadıları olacaktı, din, can, mal ve namus emniyeti sağlanacaktı. Bu emân ile asırlarca belki hemen her devirde bir şekilde İstanbul sur dışında müslüman bir halk yaşadı. Zaman zaman Bizans ahdi emânı bozup katliam ve zulümler de yaptı, ama belli ki ticareti canlı tutmak ve ekonomide bir ayağını da İslâm memleketlerinde olması -tıpkı Ceneviz ve Venedik kolonilerindeki gayedeki gibi- için, tekrar emân vermek zorunda kalmıştır. (Abdullah El Battal Gazi’nin bir keresinde büyük bir intikam saldırısı yaptığını biliyoruz. Zira Bizans emânı bozup binlerce müslümanı bir anda şehid etmişti) Galata ve civarı yani Sur dışındaki çeşitli kolonilerin varlığına müsade edilmesinin de arka planında ticari ve diplomatik, siyasi temasların canlı tutulması arzusu vardır. (11)
Osmanlı da bunu biraz daha sıkı tutarak devam ettirmiştir. Yahudiler, Karaim Yahudileri ve sair gayrı müslimlerin olduğu Galata, Karaköy, Hasköy ve civarı daha sonra da Endülüs’ten gelen Yahudiler için de bir mekan olmuştur. Fetih’den sonra Galata zımmileri ile bir zımmet akdi yapılmış, Cenevizliler’e de ahidname verilmiştir. (12) Yazık ki devletin yıkılış devrinde de en büyük zararı ‘Galata Bankerleri’ dediğimiz bazı Yahudi aileler ve de ‘Dönmeler’ veya ‘Avdetiler’ diye meşhur ‘Sabatayist’ bir kısım, en yoğun olarak Selanik’te yaşayan ve çoğu Selanik ve İzmir’li olan bazı aileler ve sair bazı azınlıklar vermiştir… (13) Elbette sadık vefalı zımmiler de yok değildir…
Son asırdaki Ermeni hadiseleri ve tehcirinin ise, (ki asıl banileri failleri İttihatçılardır) ardında yatan asıl sebebi anlamak için belki de sonuçtan yola çıkmak gerek. Yani; Ermeniler 1915’te sürüldüğünde onların taşınır taşınmaz nice mal varlıkları sonra hangi ailelere geçti, ve 1923-24 nüfus mübadelesinde sadece Türk ve sair Balkanlı mazlum Müslümanlar mı getirtildi yoksa bu fırsatı yaratıp da bir o kadar da Selanik ve havalisinden binlerce Sabatay da mı getirtildi, ve bu gelen bir kısım Selanikliler bu gün nerelerdedirler, mal varlıklarının öyküsü nedir, son doksan senedir ve hala daha en zengin elit kimse ve zümreler neden hep aslen Sabatay ve Yahudi çıkıyor; bu babda yazılmış bir çok tarihçinin kitapları ayan beyan elimizdedir ama bakar kör mü olduk nedir; ve TBMM’de 1924’te yaşanan meşhur ‘Karakaşzade Rüşdü Hadisesi’ ve kayıtlara geçen Sabatay cemaatleri arası tartışmalar ve o tartışmaların içerikleri nedir, dönemin gazetelerinden atışmaya devam eden ‘Karakaşlar’ ve ‘Kapancılar’ namlı iki büyük Sabetay taifesi-cemaati arasında nasıl konuşmalar geçti ne manşetler başlıklar atıldı, (14) bu suallerin cevabı ile Ermeni tehcirinin sebeb ve sonuçları hakkında daha sağlıklı bir yargıya ulaşacağımız kanaatindeyim… En azından, Ermeniler neden sürüldü sualinin yegane cevabı bulunamasa bile, bundan en çok kimler nemalandı suali cevap bulmuş olacaktır…
Zımmi, Müste’men, Muahid, Harbi vs bahsettiğimiz kavramların tariflerinde, usulünde aslında ulema ve ümeramız müşterekse de, bazı füruata girdikçe ihtilaflar olabilir. Fıkhi incelikler bizi aştığından, kısaca bu tasnifi nakledip devam edelim.
Bu arada; “müslim-gayrı müslim” demişken, çok mühim bir meseleyi isbat ve izaha kendimi mecbur hissediyorum; “Gayrı” Müslim demek, İslâmdan gayrısı-ötekisi demektir. Her dinde ötekiler, dinin dışında kalanlar “Tekfir” (15) edilir. Tekfir’in olmadığı bir din yoktur. ‘Ne olursan ol, öylece çık gel, bendensin’ gibi bir akidesi olan din, din değildir zaten. Osmanlı kanunnamelerinde zımmilerle alakalı kısımlardaki “Kefereye Mahsus Ahvâli Beyan Eyler” (16) gibi başlıklarda da görüldüğü üzere gayrı müslimlere açıkça kafir denir… “Gavura gavur demeyeceksin” kuralı, İttihat’çılık ve Jön’lüğün ilk çekirdeğini oluşturan Tanzimatçıların kafasıdır, İslâm hükümlerine aykırıdır, ve bunda yani kafire kafir demekte kişisel mânâda bir tahkir yoktur, bu bir müslümanın imanının tabii neticesidir. İslâm’ın vela-bera ahkâmının en mühim vecibesidir… Ancak her mekanda yüze haykırmak lazım gelmez hatta doğru değildir denebilir, bu başka bir adabtır. Bu mânâda gavura gavur dememek kabul edilebilir, yani her fırsatta yüzüne bunu çarpmamak… Veya, zımmi bir kafir ile harbi kafir, düşmanlıkta birmiş gibi gösteren ve yani ikisini de hain ve düşman gibi gösteren bir hava veriyorsa bazı lafızlar farklı yerlerde farklı surette kullanılabilir. Ki, Zımmi vatandaşımız ile Harbi düşmanlar, Ahlaklı ile Ahlaksızı, Düşmanlık edenle etmeyeni, Ebu Talip gibisi ile Ebu Cehil gibisi karışmasın karıştırılmasın… Biz müslümanlar zaten asırlarca her daim bu farkları temyiz ederek muamelelerde bulunduk. Lakin tekfiri toptan ortadan kaldırmak demek, diyalog ve hoşgörü sloganıyla yola çıkan bir kısım “Hümanist”lerin, esasen evvelce bir kaç dini birden “Cem” ettiğini veya barıştırdığını iddia eden 1. Konstantin, ve aynı çizgideki Yesakçı Hülagü’nün, Ekber Şah, ve Mahatma Gandhi ve F. Gülen ve saire zevatın tarihte zaman zaman yapmaya çalıştığı bir ucubeliktir, neticede ne o tarafa ne bu tarafa kimseye yaranamamazlık, zillet ve rüsvaylık, ve arka plandaki bazı menfaat ve ihanetlerin ifşa olması hasıl olmuştur sadece!… Hak Din olan İslâm’dan gayrısı ile gelenin küfür üzere olup ibadetlerinin reddolunacağı (17) Hak’kı gizlemek ve batılla karıştırmak küfrü, (18) Müminleri bırakıp kafirleri dost edinmek küfrü, (19) Allah’ın lanetlediklerine yardakçılık edip sonunda ne bizden ne de onlardan olamamak küfür ve zilleti (20) ve daha pek çok küfür ve nifak bu babda Kuran ve Hadis’te bahsedilmiştir… Konumuzu çok uzatacağı için buna fazlaca girmeyeceğiz…
Kur’ân ve Hadis’te ‘De ki ey kafirler…’ (21) gibi sayısız emir yasak ve haberde, kafire kafir dendiği ve denmesi gerektiği ve hatta bu ayrışmanın imanın aslından olduğu beyan buyrulmuştur… İbrahim Aleyhisselam’ın ‘Ben sizden de taptıklarınızdan da beriyim…’ (22) sözünde, ki Kuran’da zikredilir; kafirlerden beri olmak taptıkları putlardan beri olmaktan evvel anılmıştır, çok anlamlıdır tefsirlerde çok varidat vardır bu babda…
Yine Kur’ân ve Hadis’te Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyen, yasama-yürütme-yargıda idarede bulunmayan, kul uydurması hükümlerle hükmeden -ister bir yazılı anayasa ister bir sözlü töre ile ister sair keyfi kurallarla olsun- ümeranın rüesanın ve ulemanın açıkça ‘Kafir’ hatta ‘Tağut’ yani azgın, haddi aşmada en azılı kafir olduğu haber verilmiştir. (23) Bırakın tamamen kul uydurması cahili nizamları, içine beşer eli değmiş olan muharref Tevrat ile hükmeden Medine Hahamları hakkında inen bir ayette onlara ‘Tağut’ denmektedir ve onlara muhakeme olmak isteyenin küfre girdiği, (24) ‘İslâm Şeriatı’ ile (25) ve ‘Bizden’ olan ‘Ulul Emir’e (26) tabi olup hükmetmek-hükmolunmak şart olduğu, ve yine o ayette ve sair tağuttan bahseden ayetlerde hadislerde ve fetvalarda; açıkça tağutu red mânâsında “tekfir” edip ondan “içtinab” etmek sakınmak hatta güç yettiğince onunla “cihad” etmek, cihada güç yetmezse kaçmak “hicret” etmek, ona da güç yetmezse “uzlet” etmek ve yani tağut ve nizamı ile barışık yaşamamaya çalışmak, ne eli ile ne dili ile düzeltemeyecek kadar aciz kalanın da hiç değilse kalbinden buğz etmesi emredilmiştir… (27)
Allah’ın müminlerin dostu olduğu ve onları zulumattan nura çıkardığı, kafirlerin dostlarınınsa tağut olduğu ve onları nurdan zulümata götürdüğü ve hepsinin toptan ateşte ebedi olduğunu; Tağutları red etmek ve onlardan sakınmanın şart olduğu, Tağutları hakem seçip muhakeme olmak isteyenin küfre girdiği; Her kavme kendilerini tağutdan sakındırmak için peygamber gönderildiği; Her kimin ki tağutu red edip Allah’a iman ederse, onun sapasağlam bir kulba yapışmış olacağı; Müminlerin Allah yolunda kafirlerinse tağut yolunda savaştıkları; Sadece kul uydurması hükümlerle hükmeden idareler değil, kul uydurması ile Hak olanın karıştığı, yani insan eli değmiş olan semavi kitaplarla bile hükmetmenin tuğyan -azgınlık- olduğu ayetlerde bize bildirilmiştir… Kuran’da 8 ayette tağut bahsi geçer (28)
Yine bu bahiste hadisler de vardır. Ashab’ın her birisinin ‘Lailahe İllallah Muhammedur Resulullah’ yani Kelime-i Tevhid’le beraber çocuklarına ilk ezberlettiği sözün ‘Amentü Billahi Ve Kefertü Bittağuti’ (29) olduğu ve daha başka hadislerde bu meselede önemli nakillerdir. (Allah’a iman ettim tağutu red ettim) (‘Femen yekfur bittağuti ve yü’min billahi’ ayetine binaen…. ‘Her kim tağutu reddeder Allah’a iman ederse’ işte sapasağlam bir kulba yapışmıştır…)
İlginçtir, nasıl ki Tevhid Kelimesi’nde evvelâ nefy yani red yani ‘La’ demek, sonra isbat tasdik yani ‘İlla’ var ise, bu ayette de evvela tağutu red etmek mânâsında ‘Tekfir’ etmek telaffuz ediliyor sonra da Allah’a ‘İman’ etmek…
Yani, tağutları red ve tuğyanı küfrü tekfir etmeden Allah’a iman edilmiş olmuyor. Olsa bile, aynen Mekke cahiliyye müşriklerinin hem Allah’a inanıp hem de ortak koştukları gibi bir hal vaki oluyor demektir… ‘Onlar şirk koşmaksızın iman etmezler’ (30) lafzında beyan buyrulduğu gibi… Muasır bir galatı meşhura göre , cahiliyye arapları ateist idi… Oysa, bilakis Hak Teala’nın varlığına iman edip ama O’na ortak koşuyorlardı… Onlara sorsan yeri göğü kim yarattı, elbette Allah derler… (31) Bu gibi meallerde sayısız ayet ve hadisler mevcutken hangi aklı kıt çıkıp da cahiliyye arabı ateistti der(?)… Hülasa tağutları cibtleri tekfir etmeden Allah’a iman edilmiş olmaz. Oldu sanılsa bile bu ancak şirk dolu bir inançtır.
Alimlerimizin sayısız tefsir ve fetva vs eserlerinde tağut ve onu tekfir edip ondan sakınmak ve güç bulursa ona karşı cihad etmenin vucubiyeti hakkında mühim sözleri vardır. Hatta umumi mânâda Şerr’i Şerif ile hükmettiği, kul uydurması kanunlarla hüküm ve muhakeme yapmadığı halde bile, sırf zulümde aşırı gitti diye esasen kendileri müslüman olan Yezid ve Haccac gibi halife ve valilerin bile ‘tağutu sağiyr’ yani tağutçuk diye vasıflandıranlar olmuştur (32) ; ya direk olarak ‘Gökten indiğine inanılan kitaplar’ bizi bağlamaz diyen veya ‘Bu mahkemede din hüküm sürmez’ veya ‘Burada Allah yoktur Peygamber de izne ayrılmıştır’ diyen -Haşa; Neuzu Billah, SubhanAllahulKahhar!- seküler devletleri; veya, hak ile batılı karıştıran diyalogcu ve dinlerin cemini savunanları görselerdi acaba ne derlerdi?… Bir İslâm Halifesi olup Şeriat-ı Muıhammedi ile hükmeden ve gayet de dindar olan 2. Mahmud’a bile -haşa- gavur padişah diyenler acaba bu asrın devletlerini ve lider ve büyüklerini görselerdi acaba ne derlerdi?..
İbni Kuteybe, Ebu Yala, İbnül Cevzi, İbni Kesir, Baberdi, Merginani, Kuduri, Halebi, Kurtubi, Ebu Suud, Birgivi, Kefevi, Nevevi, İbni Hacer, İbni Kayyım, Serahsi, İbni Hazm, Şatıbi, Kadı İbni Arabi, Gazali, İzz Bin Abdusselam, Ali Kari, Şevkani, İbni Abidin… Ve daha nice büyük büyük alimlerimiz, ki bazısı devrindeki zulme bulaşan emirlere sert ikazlarda bulunmuş ve kellesi koltukta bir ahval içinde olmuş ama Hak’dan taviz vermemiş, Hak’kın hatırı alidir düsturu ile hareket etmişler, ve ‘bazı zulüm ve bidatlere bulaşmış da olsalar neticede İslâm ile hükmeden emirler’den bile yüz çevirmişlerdir. Ya bu günkü tuğyan idarelerini görselerdi ne derlerdi acaba?… En küçük sünnetlerden diye bilinen misvakı bile bir şehir ahalisi terk etmede ittifak edecek olsa, ‘Kafiri kırar gibi kırmak gerek’ diyen Birgivi’ler Kefevi’ler (33) acaba bu günü görselerdi ne derlerdi?… Hele de Elfaz-ı Küfür ve Ef’al-i Küfür (34) listelerinden kitaplar teşekkül edip insanı küfre sokan itikat, söz ve amellerden sakındırmada kılı kırk yaran ve bu işte en hassas davranan Hanefi alimler acaba bu günün küfrü sarih ve galiz insan ve sistemlerini görselerdi ne derlerdi?… Ayetteki ‘Zulmedenlere meyletmeyin sonra size ateş dokunur’ (35) emrini tefekkür ederek seleften ve müçtehid imamlardan birine giden bir terzi, ‘Ben sultanın elbisesini dikiyorum, acaba ben de zulmedenlere meyledenler sınıfına girer miyim’ dediğinde o alimimiz ona ‘Sen zalimin ta kendisi olmuşsun, asıl sana iğne iplik satan zulme meyyal ve ateşe yakındır’ (36) demiştir… Heyhat! Şimdiki küfrü galiza ve küfrü sarih sahipleri ve tağutları görselerdi kim bilir ne derlerdi…
Halife Sultan Süleyman namına Rafızi Safevi İran şahına yazdığı mektubunda, bir veziriazam olan Kara Ahmed Paşa bile “Zındık bir kafirin, isterse iki Şehadet kelimesini söylese ben müslümanım dese bile neticede yine de kafirlikten çıkmayacağını ve sadece ben müslümanım demekle müslüman olunmayacağını; ve her hangi bir memlekette ki Şer’i Şerif icra olunmaz da, ora ahalisi buna razı olur oturmaya devam ederlerse cümlesinin kafir olacağını” yazacak kadar İslâm Akaidi’nin şuurunda iken, ya Alim Ulema ne derdi; ve, ya bu günü bu günkü idareleri görselerdi neler derlerdi? Diye düşünmek lazım insaf ve aklı seliym ile… (37)
(Devam edecek…)
Dipnotlar:
1) DİA. “Zımmi” maddesi
2) DİA. “Gayrı Müslim” maddesi.
3) İslâm Hukuku Açısından Tekfir Meselesi. Faruk FURKAN. Dizgi Ofset-Konya 2012. Syf 149
4) DİA. “Gayrı Müslim” maddesi. Zımmi-Müste’men-Muahid-Harbi tarifi.
5) Kayı-1. Prof. Ahmet ŞİMŞİRGİL. Ktb Yayınları. İstanbul-2008. 14 nolu dipnot. / Osmanlı’da Karşı Düşünce ve İdam Edilenler. Rıza ZELYUT. Yön Yayıncılık. İstanbul-1995. Syf 13 / Bilinmeyen Osmanlı. Prof. Ahmed AKGÜNDÜZ. Osav. İstanbul-1999. Syf 23-25. / Türkiye Teşkilat ve İdare Tarihi. Prof. İlber ORTAYLI. Cedit Neşriyat. Ankara-2010. Syf 201.
6) İslâmda Sosyal Düzen. Dr Mustafa Rafii. Fikir Yayınları. İstanbul-1986. Syf 235.
7) DİA. “Zımmi” maddesi.
8) Bu koloni bu gün hala daha Beykoz civarındaki Polonezköy‘de ikamet etmektedir. Herhangi bir kitaba ulaşamadımsa da, gazetelerde ve internette bir çok haber ve sitenin konusudur bakıldığında çok şey bulunabiliyor.
9) Osmanlı Devleti Tarihi. Hammer. 2. Syf 541-542.
10) Kayı-1. Prof. Ahmet ŞİMŞİRGİL. Ktb Yayınları. İstanbul-2008. Syf 59.
11) İslâmi Hareketler ve Kıyamlar Tarihi. M. İSLÂMOĞLU. 1. Cilt
12) Tarih Boyunca Yahudiler ve Türkler. Prof. Hikmet TANYU. / Kayı-2. Prof. Ahmet ŞİMŞİRGİL. Şems Yayınları. İstanbul-2006. Syf 153 / DİA. Zımmi Maddesi, M. Macit Kenanoğlu. Osmanlılar’da Zımmiler bahsi…
13) Hilafetin İlgasının Arka Planı. Şeyhülİslâm MUSTAFA SABRİ EFENDİ. İnsan Yayınları. İstanbul-2007. Syf 14, 91, 104.
14) Türkiye Teşkilat ve İdare Tarihi. Prof. İlber ORTAYLI. Cedit Neşriyat. Ankara-2010. Syf 196.
15) İslâm Hukuku Açısından Tekfir Meselesi. Faruk FURKAN. Dizgi Ofset-Konya 2012. Syf 68. Ayrıca, aynı eserde; tekfirin bir olgu değil, bir Şer’i Hüküm olduğu hakkında bakınız Syf 49.
16) DİA. “Gayrı Müslim” maddesi.
17) Al-i İmran Suresi. 85. Ayet.
18) Bakara Suresi. 42. Ayet.
19) Nisa Suresi. 139. Ayet. Al-i İmran Suresi. 28. Ayet…
20) Mücadele Suresi. 14. Ayet
21) Kafirun -kafirler- Suresi. 1. Ayet.
22) Meryem Suresi. 48. ve 49. Ayetler.
23) Tağut. Ahmed El KATTAN-Muhammed Ez ZEYN. Kitap Dünyası Yayınları. Konya-2010.
24) Nisa Suresi. 60. Ayet.
25) Casiye Suresi. 18. Ayet / Şura Suresi 13. Ayet. / Şura Suresi. 21. Ayet. / Nisa Suresi. 59. Ayet. / Maide Suresi. 48. Ayet.
26) Nisa Suresi. 59. Ayet.
27) Hadis. Tirmizi, Fiten.
28) Bakara Suresi 256 ve 257, Nisa Suresi 51 ve 60 ve 76, Maide Suresi 60, Nahl Suresi 36, Zümer 17-18. Ayetler.
29) İbni Ebu Şeybe.
30) Yusuf Suresi. 106. Ayet.
31) Ankebut Suresi. 61. Ayet. Ve diğer bir çok ayette benzer ifâdeler mevcuttur.
32) Tağut. Ahmed El KATTAN-Muhammed Ez ZEYN. Kitap Dünyası Yayınları. Konya-2010.
33) Şerhu Birgivi Li Kadızade. İmam Birgivi-Dersi Amm Kadızade İslâmbuli. Matbaai Amire. İstanbul-1803. Elfaz-ı Küfür babı. / Tuhfetüş Şahan. Kudüs Mevleviyeti Payeli Kadı Seyyid Ebul Beka El Kefevi. Elfaz-ı Küfür faslı. /
34) Şerhu Birgivi Li Kadızade. İmam Birgivi-Dersi Amm Kadızade İslâmbuli. Matbaai Amire. İstanbul-1803. Elfaz-ı Küfür babı. / Tuhfetüş Şahan. Kudüs Mevleviyeti Payeli Kadı Seyyid Ebul Beka El Kefevi. Elfaz-ı Küfür faslı. / Camiul Mütun. Ehli Sünnet İtikadı. Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi. Elfaz-ı Küfür bahsi.
35) Hud Suresi. 113. Ayet.
36) İhyai Ulumiddin. Muhammed Gazali. 2. Cilt.
37) Tarih-i Peçevi. İbrahim El Peçevi. Muhtasar Tercüme; Murat Uraz. Neşriyat Yurdu. İstanbul-1968. 1. Cilt, Syf 171.
Levent AKINCI
Tarihçi-Psikolog