OSMANLI’DA GAYRI MÜSLİMLER -2-
(…)
Dönelim “kafire kafir deme” bahsine; evet, burada nefsi menfi mânâda bir tahkir yoktur, bizdeki imanın izzetini idrak ederek; Muvahhid-Hanif kullar olarak dini kendisine has kılarak ibadet ettiğimiz, abdi olduğumuz Allah Subhanehu ve Teala’nın azametini ve Resulullah Aleyhisselatuvesselam’ın Nübüvveti Şerife’sini fehm ederek, bu hakikatler hesabına gayrıyı ötekileri bir tahkir ve tekfir vardır! Ki bu da bildik, insanın insana hevâi mânâda nefsi adına kibirlenip çaka satması mânâsında olmadığı aklı olan herkesçe malumdur…
Haddi zatında gayrı müslimler de kendi dinlerini inkâr eden mânâsında biz müslümanlara kafir demektedirler. ‘Siz tümden onların milletine -dinine- girmedikçe sizi asla sevmezler kabullenmezler’ (38) meallerinde gelen beyanların olduğu ayetlerde açıkça işaret edildiği üzere, neticede hoştgörü ve diyaloğun ve hümanizmin, yani mazoşistliğin, zilletin alçalmanın sınırı yoktur; ta ki keferenin bir yerlerini öpüp putlarına hurafelerine secde etmedikçe, ne kadar da taviz verme küfrü veya ahmaklığı yapacak olsak bile yine de doğaları gereği bizi kabullenmeyecekleri öteleyecekleri kesindir. Dinlerin doğasında bu vardır, yoksa din olamazlardı; gayrı’nı öteki’ni ‘tekfir’ ederler. Onlar tekfiri elden bırakmazken, iman ettim müslümanım diyenler nasıl tekfiri terk ederek küfre düşer?! Evet kafirler de kendi terminolojileri literatürleri ile çeşitli sözlerle bizi münkir olarak tarif etmektedirler. Bu her dinde olagelen bir “Tasnif” ve “Tefrik”tir. Ötekini “Tekfir” etmeyen din yoktur. Her din, kendisinin dışında kalanları tekfir eder, dinlerin doğasında vardır bu, ve muasır bir din olan “Demokrasi” (39) ve “Hümanizm” denen batıl aldatmaca her nedense sadece İslâm toplumları arasında yayılmakta ve tekfiri, temyizi, tefrıki ortadan kaldırmaya(?) çalışmaktadır. Aşağıda kısaca temas edeceğimiz üzere, “Hümanizm” de “Laiklik” de en çok İslâm memleketlerinde zirve yap(tırıl)makta, ama diğer yerlerde yani bize Laiklik ve Hümanizm pompalayıp duran gayrı müslim ülkelerde “Muhafazakarlık” hatta kendi dininin “Şeriat”ının “çısı” olmak çok doğal ve etik bulunmakta hatta ta çocukluktan itibaren emir ve tavsiye edilmektedir…
(Bir not; ‘Ehli Sünnet’ tekfir hususunda; müslümanlara bile kafir diyen ‘harici’lerle, kafire bile kafir demeye dili varmayan ‘mürcie’ arasında itidal vasat bir yol üzeredir) (40)
Osmanlı Devleti’nde başta vatandaşımız olan Zımmiler olmak üzere, müste’men ve muahid gayrı müslimlerin “dini hayatı” dediğimizde çok cihetten ele almak gerekiyor. Din aynı zamanda tüm hayat demekti. Zira laiklik henüz ne bize İslâm akvamına sirayet etmişti ne de onlara. Yani her bir din mensubu kendi dininin şeriatının “çısı” idi. Ama amel ediyordu ama amel etmiyordu; lakin ilke olarak kadim kavimlerin hepsi kendi dininin “cisi” idi. Bunu tarih bize öğretiyor.
Mesela, dikkatle bakıldığında görülecektir ki; laik asrın (20. yy) başlarına hatta ortalarına kadar, –hatta bazı ülke ve beldelerde hala daha görüldüğü üzere– gayrı müslimler de kendi “Din hukukuna” göre yaşamakta, yani bir şekilde “Din Devleti” ile idare etmekte-edilmekte, veya dinini lazım geldiğince yaşayamasa bile öyle olması gerektiğine itikad etmektedirler. En itikadı bozuk ve muzır taife ve de küfür içinde küfür üzere olan Sahte Mesih ve Haham olan Sabatay Sebi’nin mezhebinde bile; kadın müritleri Müslümanlar’a benzer şekilde; eldiven bile takıyor ve tırnağının ucunu bile gayrıya göstermiyordu. Bu yönde devletin ya da müslümanların herhangi bir baskısı olmaksızın; ne müslümana ne hırsitiyana ne de sabatay olmayan yahudiye kendilerini kıl kadar da olsa göstermiyorlardı! Geleneksel Japon insanı bu gün bile hala daha bir kısım inanç ve ibadetlerini muhafaza etmektedir, depremde yeterince önlem alamadığı ve insanların ölümüne sebeb olduğu düşüncesi ile bir belediye başkanı rahatlıkla harakiri yaparak kendini öldürebilmektedir… Geleneksel dindar Rus kadını örtülüdür, erkeklerin yanında asla sigara içemez, kadın da erkek de çocuk da asla pazar ayinini kaçırmaz ve sabah akşam duaları ve sair ibadetleri vardır ihmal etmeden yapar, vs böylesi inanç ve adetleri vardır… Geleneksel dindar bir Alman, Bavyera’da bizzat şahit olduğum üzere, karşılaştığı komşusuna naber moruk ya da tünaydın demez, selamlamasında grussgott yani tanrı selamı, diyerek selamlar birbirini… Amişler denen bir grup Amerika Hıristiyanı yüz elli sene evvelki hayatı aynen korumakta hatta mecburi tıbbi vs haller dışında asla modern teknolojiyi kasabalarına sokmamaktadır, adeta kovboy filmlerinde gördüğümüz dekor ve hayatı hala daha kansız kavgasız yaşatmaktadırlar… Keza İsrail bir şeriat devletidir yirmi birinci asra ayak basılan şu zamanda dünyadaki belki de tek veya en dindar devlettir ve muharref yahudi şeriatı ile idare olunmaktadır… Hemen her devlette, parlemento veya sarayların açılışlarında cüluslarda ve mahkemelerde kutsal kitaplarına el basılarak yemin edilmektedir, istavroz çıkartılmakta veya çeşitli dualar yapılmaktadır. Din sadece bayramlarda veya cenazelerde definlerde hatırlanmıyor yani… Hiç sevmem ve tabi ki tekfir de ederim kendisini, lakin yanlış adamdan doğru laf da çıkar bazen; Uğur Mumcu demiş ki; “Türk vatandaşı, İsviçre medeni kanununa göre evlenen, İtalyan ceza yasasına göre cezalandırılan, Alman ceza muakemeleri usulu yasasına göre yargılanan, Fransız idare hukukuna göre idare edilen, İslâm hukukuna göre gömülen kişidir”… Güler misin ağlar mısın!… Almanya’da okullarda sınıfların her birinde kapının üzerinde haç vardır; ve çocuklar okul açıldığında sene başında, ilk gün ders yapılmaz topluca kiliseye götürülürler. Bu arada Türk çocuklar da ya onlara katılır kiliseye gider sıkıntıdan veya özentiden, ya da az biraz muhafazakâr ise kiliseye gitmez ama sağda solda dolaşır. Orada 90’ların başında 6 sene Türk kültürü öğretmenliği yapmış olan pederimiz de, diğer Türk öğretmen arkadaşları ile Türk çocuklarını toplayıp camiye götürme adetini başlatmışlardı ve kimse de “gerici”(?) dememişti… Esasen hala daha dünya devletlerinin hemen hepsi bir şekilde “Din devleti”… Laikliğin tastamam tecelli ettiği yegane bahtı kavi talihi yar yer başta Türkiye(?) olmak üzere sair İslâm memleketleri olmuş(?) belli ki…
Bu çalışmamızdan çıkartılabilecek şu ana mesajı şu özeti asla unutmamalıyız: çeşitli din ve ırk ve kültürlerden kavimlerin “Bir arada” bir coğrafyada bir takım insani değerlerde müşterek olup ve din-can-namus-mal emniyeti içinde komşuluk yaparak mutlu müreffeh yaşayabilmesi; Asrı Saadet-Emevi-Abbasi-Osmani Hilafet Devleti zamanlarında yani 1300 sene boyunca tüm dünyanın şahitliği ile tecrübe edilmiştir… Demek ki bu birlikte yaşam mümkün. Lakin hangi şartla? İslâm’ın hakim olması; Kelime-i Tevhid’in, Hilaller’in gönderde dalgalanması, Şeriat-ı Muhammedi Aleyhisselam’ın hakim olması ve adilce icrası şartı ile! Yani bu birlikte yaşamın yegane “garantörü” İslâm Orduları’nın kılıcı ve Alimleri’nin kalemidir. İslâm kalem ve kılıçlarının “emânında”, “zıllında” böylesi bir birlikte yaşam mümkündür… İslâm Devleti ve adaleti 1300 sene boyunca bu tecrübe edilegeldi… Diğerlerinin idaresi de defaatle tecrübe edildi;
Mesela, Sovyet Rus komünizmi sadece 60 senede soy kırıma varan zulümlerle mahvetti Turan ve Kafkas ve Balkan müslümanlarını! Yeni Rusya da aynı zulmü, Bel’am kılıklı yerel Tağutçuklar’ı da kullanarak daha sinsice devam ettirmekte… Yine, Kızıl Çin Sovyetlerin zulümlerinin aynısını Şarki Türkistan’da yaptı ve yapmakta… Laik rejim bilhassa da CHP’nin tek partiykenki iktidarının on yıllar boyunca Türkiye’de Müslüman halka neler yaptı malumdur… Yaklaşık 2 asrı kana bulayan Haçlı seferlerinde Hıristiyanların, yine en az 1 asrı kana ve kaosa bulayan Moğol istilalarında Putperestlerin, Hint alt kıtasında da asırlarca ve hala daha Budistler’in; müslüman kavimlere neler yaptığını gördük görmekteyiz… Salahaddin’in, Baybars’ın, Süleyman’ın, Murad’ın elinde her türlü güç olduğu halde asla bir soykırım yapmadığı ve bu asra dek varlıklarını muhafaza edebilmiş olan bir kısım Safevi Kızılbaş ve Nuseyriler’in Asya kızıl bloku’nu da arkalarına alarak Irak ve Suriye’de Ümmet’i Muhammed’e neler yaptığını ibretle temaşa etmekteyiz!… Afrika’da Hıristiyan ve Paganist yerlilerin Müslüman yerlilere yaptığı işkence ve katliamlar hala daha devam etmektedir, tüm dünyanın gözü önünde… İsrail’in zulmü herkesin malumu… Ya Patani, Myanmar, Keşmir ve sairede Budist ve Kızıllar’ın akıl almaz işkence ve eziyetleri!…
Demek ki bahsettiğimiz komşuluk ve insan kardeşliği ve evrensel ahlak ilkelerinde müşterek olup bir birlikte yaşayabilmenin yegane garantörü vardır o da “İslâm Devleti’dir, “onun kılıç ve kalemlerinin emânıdır”… Diğerlerinde ne bir ahkam vardır yazılı ve kutsal olan; ne de uzun vadeli istikrarlı ve hiç değişmeyeceği kesin bir plan proğram vardır! Bundan sebebdir ki doğunun gayrı müslimleri de batının gayrı müslimleri de, var olmayan milletler arası hukuka dair 20. asrın başlarına dek daima “keyfi” (41) davranmıştır!..
Birincisi; ümmetin tarih boyunca gayrı müslimlere olan merdane tutumlarını; ve ikincisi; gayrı müslimlerin ümmetimize olan keyfi ve zalim muamelelerinin bahsine dikkat edelim ve anlattığımızda da en çok bu farka dikkat çekelim…
Bizdeki cihad ahkamı, fetih ahkamı, esir hukuku vs gibi hiç bir fıkhı olmayan bu doğulu ve batılı kefere komşularımızın tağut kralları imparatorları ve parlementoları senatoları her daim menfi davranmış ve müslümanlara zulmetmiştir. Oysa İslâm Devletleri çok cüzi ve muvakkat veya mukayyed bazı istismarlar hariç asla gayrı müslim halka zulmetmemiştir, ne bir soykırım yapmış, ne zorla müslüman yapmış, ne keyfi tehcir yapmış, ne de nefsi için aşağılamıştır!… Zira elde gecesi gündüzü gibi açık seçik ve tahrif olmamış bir Şeriatullah vardır!… Adl ve İhsan dolu bir Din vardır!…
İslâm devleti olan Emevi, Abbasi ve Osmanlı’da gayrı müslimlerin dini hayatı derken, muasırı olan gayrı müslim devletlerin müslümanlara olan tavrına ve, Osmanlı sonrası gayrı İslâmi tağuti dünyada biz müslimlerin hayatına da temas ettik böylece. Eşya zıddı ile kaim demişler…
Siyasete(?) girmeden bir tarihçi nesnelliği(?) ile devamla:
Hülasa dikkat edilse görülecek ki, o halde ister müslimlerin ister gayrı müslimlerin -Hele de ne bizim ne de gayrı müslimlerin henüz laiklik tasallutuna maruz kalmadığı Osmanlı zamanındaki- “dini hayatları” dediğimizde içine “tüm bir hayat ve ahkamı” giriyor demektir… (Yukarıda isbat ve izah ettiğimiz üzere, din ne bizim için sadece cami ahkamı, ne de diğerleri için sadece kilise havra ahkamı olmayıp tüm hayata dair hükümler içerir, şu farkla ki, biz Hak olanız onlar muharref ve sair şirk dinleridir. Ama neticede hiç birisi de laikliği kabul etmez türden tabiata sahiptirler) Buna binaen;
Gayrı müslimlerin dini hayatı ve ibadetlerinin ne derece serbest olduğu, ve bunun bir parçası olaraktan; can emniyeti nereye kadardı; ve suç ve ceza ve muhakemeleri ve yani davaları, hukuk ve yargı bahsi; kıyafetlerinin keyfiyeti; içkiyi üretim alım satım ve kullanım koşulları; çan çalma boru öttürme serbestliklerinin ne olduğu; haç düğün ayin çan vs dini şeairlerinin açıktan ifşa edilip edilebilmemesi ve şartları bahsi; alt türleri-mezhebleri ve içlerindeki ihtilafları; ikamet ve seyahat serbestliklerinin keyfiyeti; ve İslâm devletinde memuriyet ve kamu hizmetlerinde bulunup bulunamamaları ve çeşitleri; mutfakları, kestikleri hayvanlar; veya onlarla müslimlerin izdivaci bahsi, İslâm olmalarının teşviki ve keyfiyeti, kisve pahası vs… İşte bütün bunlar ve dahası bu meselenin konusudur… Zira hepsi de “dini hayat” lafzının içindedir esasen. Zira nasıl ki din bizde sadece vicdanlarla veya camiye namaza dair hükümlerle sınırlı değilse, sair dinler için de aynı şeyler geçerli idi, bu laik asra gelene dek…
Ve Osmanlı gayrı müslimlere az önce saydığımız meselelerde ne türden haklar veriyor ve ne türden mesuliyetler yüklüyordu ?… Osmanlı’da gayrı müslimlerin dini hayatına şimdi geçebiliriz. Bahsettiğimiz üzere bir çok cihetleri vardır hayatın.
Tabiyet-Vatandaşlık: Bu, yani vatandaşlık lafzı esasen modern bir tabir olmakla birlikte tarih boyunca bir karşılığı olagelmiştir. İslâm devletlerinde de, kadim ve yeni Roma gibi küfür devletlerinde de, hatta kast nizamına sahip kadim Hint toplumlarında da her daim bir tür ‘tebaa’ ve ‘vatandaş’ tarifi vardı. Sözlü törelerde ya da yazılı kanunlarda, bir şekilde ‘gayrı’ları ile fark belli ediliyordu ‘asli unsurlar’ın. Lakin bu her bir tarihte ve coğrafyada farklı usullerde karşımıza çıkmaktadır. Şurası bir hakikat ki, farklı din ve kavim mensuplarının ‘Bir arada’ yaşayabilmesi modeli diye bir şeyin ütopyadan öte, hakikat olduğu tek yer İslâm devletleri olmuştur.
Kadim Yunan ve Roma’da kendi ırk ve kavimlerinden olmayan insanlar her türlü hukuki haklardan mahrumdular, can ve mal ve namus emniyetleri yoktu. Kadim Mısır’da da, yabancıların hukuki bir hakkı yoktu. Adı konmuş bir takım hak veya sorumluluklar yoktu, ‘Belirsizlik’ daha doğrusu tamamen ‘Keyfi’lik esastı. Oysa İslâm Şeriatı’nda Fıkıh’ta ‘İslâm olmayan’ kimseler için bir çok hüküm vardır. Buna başta temas etmiştik, zımmi, muahid, müstemen ve harbi olmak üzere dört tarifte tasnif edilirdi gayrı müslimler, ve her birine dair farklı kaideler vardı, ve bu kurallar bidatler eklenerek veya içerisinden bir şeyler eksiltilerek ‘Değiştirilemezdi’. ‘Sabit hükümler’ vardı. Bundan dolayı asla sair nizamlara benzemez bir istikrarla İslâm devletleri gayrı müslimlerin ‘Adı konmuş’ bir tasnif ve tariflerle konumunu belirliyor ve ona göre muamelelerde bulunuyordu. Oysa gerek kadim küfür devletleri gerek muasır devletler, kendilerinden olmayanlara karşı asla böylesi bir hukuk ve istikrara sahip olmamışlardı. En basitinden, bırakın Müslümanlar’ı, Yahudiler’e bile bir yüz verip bir katleden Avrupa’lı Hıristiyanlar bu çelişkilerini hep taşımışlardır. Bu belirsizlik ve hükümsüzlük hali sadece Avrupa küffarında olmayıp, Asya ve Afrika küffarı için de geçerli. Avrupalı’nın sadece orta ve yeni çağda değil, sadece 20. yüzyıldaki iki dünya savaşında bile birbirlerine neler yapabildiklerini gördük. Ruanda iç savaşı gibi nice Afrika ve Japon-Çin savaşları veya Kore iç savaşı vs gibi nice Asya memleketinde de hep aynı manzaralar görüldü ve görülmektedir. Bütün mesele ‘Adı konmamış’ bir münasebetten kaynaklanıyor. Çünkü ellerinde bizimkisi gibi tahrif olmamış ve adil ve zengin ve sabit bir fıkıh yok… Bundan sebeb, ‘Gayrı’lar yani ‘Öteki’ler asla hukuki bir zemin bulamazdı. Kadim taguti devletlerde bazen yabancı tüccarlara belli emânlar veriliyordu ise de, vatandaşlık gibi olmadığı aşikardır…
Bu günkü devletlerde vatandaşlık umumiyetle kan veya toprak esasına bağlıdır. Oysa İslâmiyet, insanların kendi tercihlerinin iradelerinin rolünün olmadığı hasbel kader vuku bulmuş şeylere göre değil, kendi irade ve tercihlerine göre bir vatandaşlık esası belirlemiştir. Ve zimmet akdi yapılan gayrı müslimlere ‘Ehli Darul İslâm’, yani İslâm devletinin vatandaşı gibi bir mânâya gelen bu tabir kullanılırdı. Yani, tabizi caizse; ‘Kafirse de, bizim kafirimiz’ gibi bir durum sözkonusu idi…
Dinde ‘Zorlama’yı red eden ve ‘Cizye’ bahsinin olduğu ayetlerden ve alakalı hadislerden dolayı, İslâm Devleti’nde kesinlikle bir gayrı müslim tebaa veya vatandaşlığı vardı. ‘…Kendi elleriyle zelilce cizyeyi verinceye dek savaşın’ (42) ayeti ile ve ‘Dinde zorlama yoktur…’ (43) ayeti gibi ayetlerle sabittir ki, gayrı müslim zorla müslüman yapılamaz!… ‘Düşmanla karşılaştığında ona seçenek ver; Bunlardan kabul ettiğini sen de kabul et ve ona ilişme; Önce müslüman olmaya davet et; Eğer kabul etmezlerse cizye vermelerini iste; kabul ederlerse onlara ilişme’ (44)
Batı ve doğu gayrı müslim devletleri böylesi bir hukuktan yoksundur. Her şey, mevcut meclis veya kralın vs idarenin insiyatifine yani keyfine bağlı idi. Yani ‘Belirsizlik’ hatta ‘Öteleme’ mevcuttu, vatandaşlık yani can mal namus emniyeti yoktu diğerleri için…
Ve umumiyetle cizye akdi şahıslarla bire bir fertlerle değil taifelerle cemaatlerle yapılırdı. Bunda birden fazla maksat ve fayda gözetilmiş olsa gerek. İster maddi menfaat ister düşmanca davranışları bertaraf edip sulha girmek olsun, camialarla anlaşmak şeklinde gerçekleşmiştir.
‘Ehli Kitab’ yani Hıristiyan ve Yahudiler ile zaten zımmet akdi yapılabiliyordu, Peygamber Aleyhisselam’ın Mecusiler’e de aynı muamelenin yapılmasını emrettiğinden ve çeşitli karinelerden yola çıkılarak bir çok alim herhangi bir din mensubu taifelere de zımmilik hakkı verilebileceğini söylemiş ve umumiyetle de böyle icra edilegelmiştir. Budist, Hindu, Putperest Berberi vs kavimlerle de zımmet akdi yapılagelmiştir.
Gayrı müslimlerin ‘Zımmi’ hakkını kazanmasında farklı yollar vardır: a) Umumiyetle taifelerle yapılan ‘akit’. Ayrıca b) ‘karine’; yani İslâm memleketindeki bir gayrı müslimin bazı halleri amelleri onun zımmi kimliğini kabul ettiğini ifâde ederdi. Mesela bir müste’men, emân süresi dolduğu halde memleketine dönmez ikamete devam ederse, cizye yükümlüsü olurdu, ve yani zımmi kabul edilirdi. Bazı alimler, bir kadın müstemen’in yerleşip ziraat yapması veya müslüman ya da zımmi bir erkekle evlenip onunla ülkede yaşamasını zımmi sayılma karinesi saymışlardır. Ve c) ‘bağlantılı sebepler’; Çoğu fakihe göre, erkek zımminin akıl baliğ olmamış çocukları ve karısı ona bağlı olarak zımmi statüsü kazanır. Erkek çocuklar ergenlikten sonra yeni bir zımmet akdi yapar diyenler de olmuştur. Zımmi mıntıkasında bulunan sahipsiz çocuk bazı alimlerce zımmi kabul edilirken, bazısınca ise, orada bir tek müslüman bile yaşıyorsa İslâm hakimiyetini esas alıp müslüman sayılması gerektiğini beyan etmişlerdir. d) ‘Devletin tek taraflı ihsanı’; dördüncü bir yol da budur; Hz Ömer’in sevad uygulaması esas alınarak fethedilen yerlerin, kılıçla da alınmış olsa, halkın ellerinde arazinin haraç arazisi olarak bırakılıp oradaki gayrı müslimlere de cizye konulabileceği, yani oradaki kefereler herhangi bir karşılıklı akit olmaksızın devletin tek taraflı kararı ile zımmi hükmüne geçmiş (köle-cariye olmayıp hür zımmi) olacaklardır.
Zımmet akdini esasen devlet yapar. Lakin bazı alimlere göre herhangi bir müslüman da yapabilir. Zira burada şöyle bir vecibe ve maslahat vardır, şer’an zımmet talebinde bulunan bir kafirin bu talebine icabet gerektiği hatta farz olduğu, ve İslâma davet ve yakınlaştırma sevdirme hali sözkonusu…
Zımmet akdinin şartları; bunların başında gayrı müslim erkeklerin İslâm hükümetini tanıyıp yıllık cizyesini ödemeleri, müslümanların kutsal değerlerine ve eşyalarına ve mekanlarına zamanlarına saygısızlık yapmamaları, müslümanların can ve mal ve namuslarına herhangi bir saldırıda bulunmamaları, ibadetleri ve iç hukuki davaları dışında kalan konularda İslâm hükümlerini benimseyip uygulamaları, müslümanların düşmanlarına yardım ve yataklık etmemeleri, casusluk etmemeleri vs şartların yanında bazen bazı özel şartlar da öne sürülebiliyordu.
İstedikleri zaman zımmeti bozup ülkeden gidebilme hakları vardı. Yani bu babda onları bağlayıcı değildi. Oysa Müslümanlar açısından bağlayıcı idi, yani akdi bozup zımmiliği sebebsiz yere iptal edemezdi. Zımminin kendi isteği, veya ihaneti vs sebebi ile feshedilmesi dışında keyfi olarak fesh olmazdı. Darulharbe kaçma, veya isyan etme devlete karşı savaşma, veya İslâm beldesinin herhangi bir yerini işgal etme vs zımmet akdini fesheden şeylerdir ve bunda icma vardır.
Ama bunlardan başka bazı ahvalin akdi bozup bozmayacağında ihtilaf edilmiştir. Meselâ cizyeyi terk etmek, tehir etmek vs…
Zımmiliği kendi ihanet veya taksiratı ihlali sebebiyle fesholan gayrı müslim bazı alimlere göre mürted hükmündedir. Ülkeyi terk etmesi durumunda ölü kabul edilir, ülkedeki karısı ile nikahı biter, malı varislerine taksim edilir. Pişman olur dönerse zımmeti devam ettirilir. Ahdi bozan sebebplerin keyfiyet ve kemiyetiyle alakalı olaraktan bazı ihtilaflara rağmen diğer alimler ise; zımmiliğini kaybeden gayrı müslim hakkında devletin öldürme, köleleştirme, müslüman esirlere karşılık fidye olarak verme, yahut serbest bırakma seçeneklerinden birini tercih edebileceği hükmünü benimsemişlerdir. Ahdini bozan bir zımminin, fukahanın cumhuruna göre; bu davranışı eşine, çocuklarına ve yakınlarına ve cemaatine taifesine bir zarar vermez. Onların hepsinin de zımmet akdi devam eder. (45)
İbadet ve Vicdan Hürriyeti’ne dair: Kur’ân’daki ‘Dinde zorlama yoktur’ ve benzer mânâlardaki âyet ve hadisler mucibince, evvelki İslâm devletleri gibi Osmanlı’da da gayrı müslim kalmak isteyenlere bir zorlama yapılmamış ve dinlerinde, ibadetlerinde ve adetlerinde belli şartlar çerçevesinde serbestlik tanınmıştır. Fethedilen topraklarda, fetihden evvelki kiliselere havralara ibadet izni verilmiş, ancak yenilerinin inşası engellenmiş veya kısıtlanmıştır. Zimmet akdi ile gayrı müslimleri tebaa yapan Osmanlı, kendi ruhani liderlerini seçebilme hürriyeti ve bayramlarını yortularını belli şekillerde kutlama izni vermiştir. Bir çok manastır ve dini merkeze çeşitli imtiyaz beraatları verilmiş, bazıları çeşitli vergilerden ve tekliflerden muaf tutulmuşlardır. Ta kuruluştan beri bu imtiyazlar verilmekte idi ise de, en belirgin olanı İstanbul’un fethinden itibaren görülen Patrikhane’ye ve sair bazı azınlıklara verilen imtiyazlardır. (46)
Devlet çeşitli zamanlarda yaptığı akitlerde ve verdiği imtiyazlarda, karşı tarafa din ve ibadet hürriyeti verdiğini, cizye ve hukuka riayetleri karşılığında can ve mal ve namus emniyetlerinin sağlanacağı, eski mabedlerinin serbest olacağı, isyan hallerinde kaçıp gidenlerin belli süreler içinde dönerlerse mallarının iade edileceği, cebren kimsenin müslüman yapılmayacağı, mabedlerinin cebren ellerinden alınıp cami yapılmayacağı gibi taahhüdlerde bulunuyor ve daima da bunları uyguluyordu.
Alparslan’ın Ani’yi fethinde, şehrin en görkemli en mühim kilisesini camiye çevirmesi, Orhan Gazi’nin İznik’i fethettiğinde en büyük kiliselerden birini medreseye çevirmesi, Fatih’in İstanbul’u fethinde Ayasofya’yı camiye çevirmesi; bu türden icraatlar fethi ve kudreti temsil edeceği için bazen en büyük kiliseler camiye çevrilse de, zimmet akdinden sonra artık herhangi başka bir kiliseye dokunulmazdı.
Eski mabedlerin tamiri veya yenilerinin inşası hususunda; bilhassa karşılıklı güven ve iyi niyet tutumlarının yoğun olduğu iyi zamanlarda bu konuda İslâm devletleri daha esnek davranırken, savaş ve isyan vs gergin zamanlarda daha sıkı tutmuşlardır. Hatta sınır bölgelerindeki mabedlerin bazılarının yıktırıldığı bile görülmüştür.
Burada çok mühim bir diğer etken de şudur; fetih-savaş yolu ile mi ele geçirildi, yoksa emân anlaşma yolu ile mi. Buna bağlı olarak bazı beldelerde farklı tavırlar sergilenmiştir, ki, hepsinin dini fıkhi içtihadi bir gerekçesi hukuku vardır. (47)
Osmanlı’da Patrikhane’ye bağlı Rum Ortadoks Hıristiyanlar, Hahambaşılığına bağlı Yahudiler, ve ayrıca Karaimler, Ermeni Ortadoks Gregoryen Kilisesi, sonradan Rumlar’dan ayrışan Bulgar Ortadoksları, ve sonradan Katolikleşen bazı Bulgarlar, Protestanlığa geçen bazı Ermeniler, Süryaniler vb çeşitli alt türleri ile bir çok gayrı müslim ve kendi dini-ruhani liderleri, ve iç davalara bakan mahkemeleri, ve her birinin kendi mahalle-semt ve mabedleri, ve farklı farklı derecelerde verilmiş bir kısım beratları imtiyazları, çeşitli hak ve mesuliyetleri vardı. Devletin güvenliğini, ve bazı dengeleri ve huzuru gözeten Osmanlı; bu kadar çeşitli zımmi arasında en ideal muamele ve dengeyi gözetmişdir. Tanzimat’ın getirdiği sözde hak hukuk kisveli zırvalar ise, sadece bu dengeleri alt üst etmiş ve ayrıca da devletin yıkılışında tuzu biberi ve katalizörü olmuştur. (48)
Sürekli olarak Ortadokslar üzerinde hak iddia eden ve çeşitli anlaşmalarla Osmanlı’dan tavizler koparıp duran Rusya ve onun Balkanlar’ı neticede koparıp parçalaması; ve İngiltere gibi bir kısım Avrupa devletlerinin sürekli hamilik ve hak savunuculuğunu yapmaya çalıştığı Ermeniler’in devletimizin ahirindeki vaziyeti; Siyonistler’in örgütlemeye ve Filistin’e toplamaya çalıştığı Yahudiler; ve Takiyyeleri Münafıklıkları ile en tehlikeli en sinsi en yıkıcı taife olan Sabetay Yahudileri… Ve bütün bunların hep birlikte teşekkül ettiği önce Jön Türk sonra İttihat Terakki sonra da Kuvva ve Cumhuriyet tabelalarıyla bir kaç defa suret değişmekle birlikte esasen hep aynı Yahudi-Sabetay ailelerden mürekkep kadroların yıkıcı faaliyetleri nifak ve küfürleri, ve en nihayetinde kademe kademe aldatarak sinsice tedricen ve devrimler şeklinde ani zulümlerle devletimizin halifemizin başını yemesi…
Bütün bu çetrefilli hadiseler ve taifeler binbir çeşit tarihi tez ve kitabın makalenin konusu olagelmiştir. Burada bizi aşar bir meseledir. Lakin şunu artık rahatlıkla söyleyebiliriz ki, devletin fıkhın elverdiği çerçevede her türden hak hukuk verdiği gayrı müslimlerden bazısı ilerleyen zamanlar içerisinde yapmadık ihanet ve nankörlük bırakmamışlardır.
Siyonistler, Alyans İsrailit’ler, Sabatay’lar, Taşnaklar, Etnik-i Eterya’lar, Halife Sultan AbdulHamid hazretlerine hal tebliğini hem de küstah tavırlarla sunan Yahudi Emmanuel Caroso’lar, sürekli bir şer şebekesi olan Masonluk mahfillerinde Rizorta Locaları’nda yuvalanan Yahudi ve Sabetay İttihatçı’lar… (49)
Tüm bunlar gösteriyor ki, devletimizi yıkanlar bu taifeler olmuştur. (50) Hadis-i Şerif’te buyrulur ki; “Mümin aynı delikten iki defa ısırılmaz”.
(Devam edecek…)
Levent AKINCI
Tarihçi-Psikolog