BİR İMGE İLAHİYATÇISI* OLARAK GERÇEĞİ ARAYAN ÇILGIN: NIETZSCHE

BİR İMGE İLAHİYATÇISI* OLARAK GERÇEĞİ ARAYAN ÇILGIN: NIETZSCHE

Tarih geçmişin birikimi olabilir mi sadece? Tarihi araştıranlar ona salt birikim olarak yaklaşabilirler mi? Her yüzyılda bir tarihe bakış algısının değiştiği üzerinden yola çıkarsak, tarihe matematik problemlerini formüle eder gibi kesin bir bilgi normu içerisinde yaklaşabilir miyiz?  Klasik bir deyimle, değişmeyen şeyin değişimin ta kendisi olduğunu söylersek; tarihe karşı sergilediğimiz duruşta belirli bir çerçeveye oturacaktır sanırım. Tarihi inceleyen, irdeleyen insanlar elbette sadece tarih eğitimi alan insanlar değillerdir. Bu isimlerden biri de Friedrich Wilhelm Nietzsche’dir. Evet, Nietzsche bir tarihçi değildir, fakat tarih hakkında söyledikleri, profesyonel bir tarihçinin tarih hakkında ki düşüncelerinden daha önemsiz de değildir.

Bir fikir adamı olarak elbette Nietzsche’nin de tarih hakkında yorumları olacaktır. Nitekim her ne kadar tarihçiler tarafından, Nietzsche’nin tarih hakkında söyledikleri pek kabul görmese de, tarih hakkında “gerçek”e dair mühim düşünceleri vardır Nietzsche’nin. Bu düşünceleri Nietzsche için yazılmış kitaplardan ve bizzat onun anlatımı olan “Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Sakıncası Zamana Aykırı Bakışlar -2” kitabı üzerinden de okuyabiliriz. Nietzsche’nin dili, o dilin anlattığı gerçeği tuhaf biçimde eziyor ve aşıyor. Gerçeği, bilincinin uzak kıvrımlarından çıkarıp getirdiği o harlı anlatımın yüksek fırınında yumuşatıp terbiye ediyordu. Ve aynı gerçek, cümlenin sonuna nokta konulduktan sonra artık bambaşka bir kalıbın içinde soğumaya bırakılıyordu. Nietzsche’nin bu metinlerinde dil gerçeği anlatmıyor; tersine gerçek dili anlatıyordu…

15 Ekim 1844’te Kuzeydoğu Almanya’nın, babasının papaz olduğu küçük bir kasabasında, Röcken’de doğan ve beş yaşındayken babası ölünce, annesi, kız kardeşi ve halalarıyla birlikte Naumburg’a göçen küçük Nietzsche, Orta öğrenimini ünlü ‘klasik’ okul Schulpforta’da tamamladı. Yükseköğrenimi için önce teoloji okumaya başlayan Nietzsche, hocası bilgin Ritschl’in etkisiyle filolojiye, özellikle de Eski Yunan incelemelerine kaydı. Leipzig ve Bonn üniversitelerinde okuduktan sonra, 1869 yılında 24 yaşında, daha doktorasına yeni başlamışken Basel Üniversitesi, Grek filolojisine profesör tayin edilmişti. Sıradan bir okurunun ruhunu bile aşağı yukarı bir şair duyarlığıyla dolduran Grek dilini, cümlelerinin arasına bolca serpiştiriyordu. Heidegger onu, Alman düşüncesinin sistemleştirici ve birleştirici bir filozofu olarak görür ve felsefesini “güç iradesi” ile “sonsuz döngü” görüşlerinde özetler. Derrida ise öbür Frankfurt Okulu sakinleri gibi bu akademik kaçamağa şiddetle karşı çıkar. Thomas Mann onu “acılı bir ses, acıma hissi uyandıran bir kehanet” sayar. Onun daha çok düşüncesindeki boşluklara, arızalı noktalara dikkat çeker. Karl Jaspers, Marks ve Kierkegaard‘la birlikte Avrupa’nın öteden beri gelen peşin yargılarını üstlenmeyi reddeden üçüncü düşünürü olarak saydığı ve benimsediği Nietzsche’nin eserini “bir yıkıntılar yığını” olarak niteliyor ve devam ediyor; “O modern düşüncenin kapısında duruyordu. Doğru yolu göstermedi; ama onu benzersiz biçimde aydınlattı.” Frankfurt okulunun kafa dengi ve Nietzsche gibi kendisi de müzikle ciddi biçimde ilgili filozof Adorno ise, ona akademik felsefe kilisesi tarafından burun kıvrılmasına tepki göstererek onu “büyük yaşam filozofu” olarak selâmlıyordu. Onun, yaşamın lehine, resmi felsefe geleneğini reddettiğini söylüyordu. Evet, “akademik” faşizm Nietzsche’yi felsefeci olarak kabul etmek için kibarca ayak sürütmektedir. Belki yerinde bir durum sayılabilir bu tutum. Thomas Mann’ın söyleşiyle “virtüötik” bir düşünce yapısına sahip, fragmancı, aforizmacı, tarihe karşı sorgulayıcı Nietzsche’yi herhangi bir geleneğin içine yerleştirmek zordur gerçekten de. Nietzsche bütün düşünce tarihini ve felsefi gelenekleri keşişçe bir kararlılıkla ve sadece elinin tersiyle değerlendirmiştir desek yanılmış olmayız herhâlde. Onda, en büyük gerçekler, yalnızca eleştirilmek için vardır. Nietzsche Goethe‘den “saygı duyduğum tek Alman” diye söz eder ve ancak birkaç isme saygı duymayı kabul eder. Daha 21 yaşındayken Schopenhauer‘un öğrencisi sayar kendini. 35’inde Stendhal‘i yoğun okur. 43 yaşındayken, “bir şeyler öğrenmek zorunda kaldığı tek adamın“, Dostoyevski‘nin hayranıdır ve 1889’da, çıldırmadan hemen önce de Kierkegaard‘ın psikolojisiyle ilgilenmek istediğini yakın arkadaşlarına söyler, hepsi o kadar. İnanmaya gelirsek:

İnanmak için yeteneksizdi Nietzsche belki de ama nasıl inanılacağına ilişkin yol gösterici bir keşişti o. “Bir fikir için yanmışsın kül olmuşsun ne çıkar; mademki o fikir senin kendi yangınından yükselmiyor” sözünün sahibi olarak saf ve sorgulayıcı bir heyecan adamıydı. Bir imge ilahiyatçısıydı Nietzsche.

1889 yılının ilk günlerinde, Torino’da, sokakta kırbaçlanan bir beygirin boynuna sarılıp ağlamaya başlayan düşünür, öğrencilik yıllarında aldığı frengi mikrobu sonucu olduğu tahmin edilen çılgınlığa gömüldü. 1900 yılına dek tinsel karanlık içinde bitkisel denebilecek yaşamını sürdüren Nietzsche, etkileri kendisinden sonraki yüzyılda yaygın olacak düşünce ürünlerini geride bırakarak, 25 Ağustos’ta ‘bengiliğe’ göçtü. Nietzsche ve eserleri daima tarihin ayrı bir yerinde kendine yer bulacak ve geleceği -sorgulamaları ile- aydınlatmaya devam edecektir.

Nietzsche tarih hakkında çeşitli düşünceler ortaya atmış ve bu düşünceleri yukarıda adını zikrettiğimiz kitapta tartışmış ve açıklamıştır. Bir bireyin bir halkın ve bir kültürün sağlığı için “tarihsel olmayan” da, “tarihsel olan” da eşit ölçüde gereklidir demiştir. Ona göre saf bir bilim olarak düşünülen ve bağımsızlaşan tarih, insanlık için bir tür yaşamın sonu ve hesabın kapatılmasıdır. Tarih kültürü, esasen yalnızca, güçlü bir yeni yaşam ırmağının, örneğin oluşmakta olan bir kültürün hizmetine girerse; yani kendi başına hüküm sürüp yönlendirirken değil, daha üstün bir gücün egemenliği ve yönlendirmesi altında, iyileştirici ve gelecek vadeden bir şey olabilir. Tarih, yaşamın hizmetinde olduğu sürece tarih dışı bir gücün hizmetindedir ve bu yüzden bu tabiîlik içinde, asla, örneğin matematik gibi saf bir bilim olamaz ve olmamalıdır. Yaşamın, tarihin hizmetine ne dereceye kadar gereksinim duyduğu sorusu ise bir insanın, bir halkın, bir kültürün sağlığını ilgilendiren en önemli soru ve kaygılardan birisidir. Çünkü belirli bir tarih fazlalığı yaşamı parçalar ve yozlaştırır. Sonunda da bu yozlaşma tarihin kendisine de yansır.

Çocukluğunda ve gençliğinde ciddi sıkıntılardan geçen ve hayatı boyunca çektiği sıkıntıların izini ruhunda taşıyan Nietzsche, tarihi kendi cümleleri ile yorumlarken, karşımızda farklı ama bir o kadar da çarpıcı bir bakış açısı inşâ eder. Bu inşâ, özü itibari ile üç bakımdan eyleyen ve çabalayan olarak, koruyan ve saygı duyan olarak ve de acı çeken ve muhtaç olan olarak canlı olana aittir. Bu üçlü ilişkiye, üç tarih türü karşılık düşer: Nietzsche’ye göre bir anıtsal, bir antikacı ve bir de eleştirel tarih türü vardır. Anıtsal tarihin yasası; bir zamanlar ‘insan’ kavramını daha geniş kurabilmiş ve içini daha iyi doldurabilmiş bir şeydir, bunu sonsuza dek yapabilmek için sonsuza dek mevcut olmalıdır. Bireylerin verdiği savaşımdaki büyük anıların, bir zincir gibi birbirine eklenmeleri, insanlığın binlerce yıl boyunca uzanarak gelen bir dağ silsilesini oluşturmaları, çoktan geçmişte kalmış böyle bir ânın doruk noktasının aydınlık ve büyük oluşu, anıtsal bir tarih talebinde dile gelen, insanlığa duyulan inancın temel düşüncesidir. Tarih yazımının ruhu, güçlü bir kişinin ondan aldığı büyük desteklere dayandığı sürece; geçmişin taklit edilmeye değer, taklit edilebilir ve ikinci kez olması mümkün olarak betimlenmesi gerektiği sürece, her halükârda geçmişin biraz çarpıtılması, güzel gösterilmesi ve böylelikle bir hayâl ürününe yakınlaştırılması tehlikesi vardır; anıtsal bir geçmiş ile mitsel bir kurmaca arasında bir ayrımın yapılamadığı zamanlar da vardı, çünkü bu dünyaların birinden de diğerinden de aynı destekler alınabiliyordu. Geçmişe yönelik anıtsal bakış tarzı, öteki bakış tarzlarına, yani antikacı ve eleştirel tarzlara üstünlük kurmuşsa, geçmiş de zarar görür bundan: geçmişin büyük bölümleri unutulur, hor görülür ve durmaksızın akan kara bir sel gibi akıp giderler, yalnızca birer adacık gibi tek tük süslenmiş olgular görünür bu selin üzerinde. Anıtsal tarih özellikle enerji dolu ve güçlü insanla ilgilidir. Büyük uğraş veren, örneğe, öğretmene ihtiyaç duyan ve çağdaşları arasında bunları bulamayan insanla ilgilidir anıtsal tarih.

Demek ki anıtsal tarih, geçmişin büyük insan ve olaylarına göndermede bulunarak, büyüklük örnekleri sunar. Anıtsal tarihin değeri ve günümüz insanına yararı, bir zamanlar olanaklı olan büyüklüğün, tekrar olanaklı olabileceğidir. Çalışıp, çabalayan insanın elbette örneklere ihtiyacı vardır ve bunları yaşayan insanlar arasında bulamaz. Bu yüzden anıtsal tarih bu insana, büyük insanların hayatları, bireylerin mücadelelerindeki büyük anlar ve geçmişte mümkün olan şeyin, şimdi ve gelecekte de yapılabileceğine dair bir inanç ve güven sağlar. Ancak anıtsal tarih yaşam için zararlı da olabilir. Benciller ve fanatikler, bu tarih tarafından imparatorlukların yok edilmesi, kralların öldürülmesi ve devrim ve savaş yapmak üzere yönlendirilmişlerdir. Ayrıca anıtsal tarih analojilerle yanıltır ve güçlü olanları yanlış yönlendirebilir. Güçlü olmayan, zayıf insanlar anıtsal tarihi incelerken, anıtları klasikleştirirler ve onlara taparlar. Anıtsal tarihin en yararsız ve değersiz kullanımı, büyük insanların eylem ve çabalarına engel olmaktır. Antikacı tarih geçmişi koruyan ve ona saygı duyan insanla ilgilidir. Aslında bu tarih, muhafazakâr ve hürmetkâr kafalara aittir çünkü bu insan geçmişe saygı ve sevgiyle bakar; eski çağların kalıntılarını dikkatle korur. Ayrıca kendisinin içinde bulunduğu koşulları, kendisinden sonra gelenler için muhafaza eder ve bu şekilde yaşama hizmet etmiş olur. Bu insanın, geçmişin ayrıntı ve bulanıklığını doğru anlama yeteneği yanında, sabır ve girişkenliği de vardır. Antikacı zihnin en büyük değeri, bir millet ya da bireyin zorlu koşullarına dokunaklı bir haz ve memnuniyet duygusu devredebilme yeteneğinde yatar. Ancak antikacı anlamdaki tarih, etkinliği ve eylemde bulunmayı engelleyebilir çünkü o sadece yaşamı muhafaza eder, onu üretmez. Dahası bu tarih, yeni olan her şeyi yadsıyabilir ve eski olan her şeyi ölümsüz olarak övebilir. Anıtsal ve antikacı tarih yanında, insanın eleştirel tarihe de ihtiyacı vardır. Bu tür tarih, geçmişten gelen ve yaşayan adaletsizliklere ışık tutar. İşte, bu tarih bir anlamda antikacı tarihin karşısında yer alır; yani, eleştirel tarih, antikacı tarihe karşı bir tür panzehirdir. Eleştirel tarih geçmişi parçalar ve yeniden belirleyip, tanımlar. Her şeyi korumak kadar her şeyi yok etmenin de yaşama zarar verebileceğine dikkatimizi çeker. Bu tarih bizi, geçmişin ve şimdinin zincirlerinden kurtararak, olayların üzerimizdeki baskısını azaltır. Öte yandan, eleştirel tarih geçmişi yargılayıp, tamamıyla yok ettiğinde yaşam için zararlı olacaktır çünkü bizler daha önceki kuşakların ürünleriyiz ve köklerimizi onlarda buluruz. Birkaç cümleyle söylersek, Nietzsche’ye göre tarihin değeri, yaşama hizmet etmesindedir. Bütün insanlar ve uluslar, farklı amaç, enerji ve isteklerine göre bu tarih türlerinden birisine ihtiyaç duyarlar. Bu ihtiyaç duyma bilgiye susamışlığı dindirmek için değil, yaşama amacı içindir. Tarih ancak yaşam ve onun istekleri tarafından yönlendirilip yönetildiğinde anlaşılır ve değerli hale gelir. Tarihin ve tarih eğitiminin yaşam üzerindeki aşırı hâkimiyeti ve ağırlığının yol açtığı zararlar da birkaç cümleyle şöyle sıralanabilir: bireyin kişiliği zayıflatılmış; insanların içgüdüleri yok edilip, olgunlaşmaları engellenmiş ve yaratıcılık söndürülmüştür. Tarihin doğru anlaşılması, onun yaşama hizmet etmesini kolaylaştıracaktır ve böylece tarih ve tarih çalışması insanlığı putlardan ve yanılmalardan kurtarmanın temelini oluşturacaktır.

Her şeyi bir kenara bırakıp, başımızı iki elimizin arasına alıp şöyle dingin bir şekilde düşünecek olursak; Nietzsche’nin bize, tarih hakkında derin bir tahayyül ile gösterdiği örnekler üzerinden tarihe karşı yeni bakış açıları kazanabiliriz. Bir açısıyla Nietzsche tarih hakkında söylenmesi gerekenleri söylemiştir fakat; diğer bir açıyla bakacak olursak aslında hiçbir şey söylememiştir. Elbette Nietzsche hakkındaki bu tanımlar önemli tarihçilere aittir. Nietzsche tarihin içinde var olan, merkezinde insanın olduğu olay ve olguları çarpıcı örneklerle bize anlatmaktadır. Yeryüzüne gelen her düşünür bize saklı bahçelerini açar ve o bahçelerden çeşitli meyveler(sırlar) verirler. Belki de Nietzsche, bize, hayatı boyunca sonlandıramadığı o arayışın satır aralarından şöyle seslenmektedir; insan tarih içerisinde en üstün varlık olabilme uğraşı ile gerçeği daima sorgulayarak aramalıdır. Bu sorgulama bütün kuralları alt-üst etse bile…

 

* SELAHATTİN YUSUF, NİÇİN AĞLIYORSUN ELİZABETH, MUTLU DEĞİL MİYİZ?

 

Ömer Şerif TURAN

Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Ana bilim Dalı, Yüksek Lisans Öğrencisi.

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: