VAROLUŞ, ZORLUK VE ÖZGÜRLÜK

VAROLUŞ, ZORLUK VE ÖZGÜRLÜK

Varoluş ile zorluk arasında doğru orantı vardır. Varoluş ile rahatlık arasında da doğru orantı vardır. Yani, varoluş kaygısı güden bir insan, bu ikisi arasındaki dengeyi sağlayabilmek durumundadır. Aksi takdirde, varoluş mücadelesi ya kısır kalır, ya da bayağı bir hâl alır. Herkes, her şeyde dengeli ve ölçülü olunması gerektiğini bilir, kişi eğer şuurluysa… Bu yüzden bir ölçü ve denge gerekliliğini işaret ve tesbit etmek lüzumsuz bir faaliyet değildir. Zira bir hastalıkla mücadele etmenin ilk yolu, hastalığı tesbit etmek ve hastalığın nedenleri hakkında bilgi sahibi olmaktır. Ölçüsüzlük, nefsî bir maraz olduğundan; herhangi bir ölçüsüzlüğün tesbit ve tevzihi, kişiye herhangi bir nefsî hastalığın tedavisi hususunda yardımcı olacaktır. Bu konudaki ölçülülük gerekliliği bilgisinin yanında varoluşun anlam ve gereğine değinmek gerekir. Varoluş demek; “serbest olan ve çağın ve insanlığın ve de bu insanların oluşturup kişileri maruz bıraktığı sistemlerin aracı olma konumunda olduğu için genelde kötüye giden ruhu koruma süreci” anlamına gelir. Bunun yanında potansiyel ve var olan iyi yanı koruyup ilerletme sürecidir varoluş*.  Varoluşu tesbit edenler, ona aç olanlardı. Varoluşu yaşayanlar, onu söz konusu edecek kadar onun dışına çıkmamışlardı. Eğer varoluşçu yöntemle araştırılacak olunursa klasik edebiyatlarda –bilhassa şiirlerde- felsefî manada varoluşsal unsurlarla karşılaşılır. Tabiatın, birtakım zorluk gerektiren yaşamın dışına çıkıldıkça, bu birtakım zorluklar bir noktada sıfıra, bir noktada en aza indirildikçe varoluşsal süreç sekteye uğramış ve bir noktada varoluş mücadelesinin yerini boşluk; bu boşluktan doğan anlayışsal körlük ve bilgisizlikle, varoluşsal başlangıcın zorluğa ve sabretmeye dayalı koşulsuz ön kabûlünün yerini taşkınlığa dayalı veya taşkınlığa ucu açık olan bir özgürlük isteği almıştır. Bu özgürlüğü varoluşsal süreç dışında yaşamak için veya varolmaya yeltenmeksizin varolmak için savunanlar ve bu kaotik savunucuların başıboş kitlesi; başına buyruk köleler olarak adlandırılabilirler. Ki şiddetle eleştirip ötekileştirme çabasından başka bir gayreti olmayan ve eleştirdiklerine karşı yeterli ve gerçekçi bir alternatif sunamayan başına buyruk kişiler aslen profesyonel birer köle oldukları için yetersizliklerini kibirleriyle ört-bas etmeye çalışanlara başına buyruk köleler tâbirini kullanmak yersiz olmaz. Başına buyrukturlar, çünkü onlara kimse karışamaz ve insan tabiatına aykırı faaliyetlerine engel olamaz. Köledirler, çünkü başına buyrukluklarını elde edebilmek için ruhun özgürlüğünü fedâ etmektedirler. Bu mezkûr köleler, başına buyruk olma çabasıyla özlemini ortaya koyduğu özgürlüğü, köleliklerine dayalı hak mücadelelerine girişerek elde etmeye çalışmaktadırlar. Bu, gerçekten, hakiki manada özgürlüklerini elde etmiş insanlar tarafından onanıp desteklenebilecek bir girişimdir. Fakat onlar da bilmektedirler ki mücadeleleri; yakıp-yıkmaya, ötekileştirme-berikileştirmeye dayalı, anlaşmaları ve sözleşmeleri ihlâl eden, haksızlıkta hak arayan onursuz bir mücadeledir. Bu yüzden başına buyruk kölelerin mücadeleleri boşa çıkmakta ve küçük eylemlerle bireysel mücadeleler de aynı sebepten komik ve itici bir hâle gelmektedir. Üstelik bu var olmaya yeltenmeksizin girişilen başıboş varoluş süreci içerisinde biriken ikilikler, kargaşa, bayağılıklar, kayıplar ve tatsızlıklar; bahsi geçen kitlenin varlığının ve faaliyetinin anlamsızlığını ortaya koymaktadır.

Başına buyruk kölelerin en büyük başarıları, kendileri gibi emek harcamadan bir şeyler elde etme gayretindekilerin maddî varlığını sömürme ve manevî varlığını aşağılayabilme hakkına sahip olmalarıdır. Aslen bu ikisine hiç kimsenin hakkı olmamasına rağmen kaotik olan egonun, nefsin özgürlüğü için ruhunun safiyetini feda etme zannına girişmişlerin kendilerini sunuşundan istifade edilebilmektedir. Mâlumdur ki bu gayrımeşrû alışveriş, ruhunun safiyetini muhafaza ve müdâfa etme ve kazanma gayretinde olanların aleyhinedir. Bu, en başta doğaya aykırıdır. Zira doğada ektiğini biçersin. Birisi senin ektiğini biçip senin hakkını vermeksizin bunu kullanıyorsa; bunu geri (hatta zaman kaybını da hesaba katarak fazlasıyla ama aynı türden şeyi) alabilirsin fakat “o benim ektiğimi biçip benim hakkımı tayin etmeksizin bundan istifade ediyor. Öyleyse ben de onun evini yakayım, yahut bedeninin bir parçasını koparayım, yahut namusuna halel getireyim, yahut da çocuğuna zarar vereyim” gibisinden düşünceler edinip bu düşünceleri tatbik etme yoluna koyulursan, olası bir hak mücadelesini, başlamaksızın kaybetmiş olursun. Zira aynıyla veya benzeriyle verilmeyen ve haksızlığa dayanan hak mücadeleleri; onursuz birer ön kabûlden ibarettir. Var olan başına buyruk kölelerin de olası hak mücadeleleri onursuz bir ön kabûle dönüşmektedir. Zira karşıtlık açısından atılım sayılabilecek birincil mücadelelerini onursuz ön kabullerle hebâ ederek mücadelelerine devam etmişler ve itiraz etmenin hıncıyla bu onursuzlukları prensipleştirmek suretiyle varoluşsal itiraz hakkını kaybetmişlerdir. Zira sadece onurlu ve kozmos yanını muhafaza etmiş savunucularının varoluşsal itiraz hakkı olabilir. Ki hakikî mânâda onurlu mücâdele verenler, mücâdele ettiklerinin var edici bir vasfı olmadığını bildikleri için varoluşsal itiraz hakkını, başvurulacak son yol olarak bile görmezler. Oysa başına buyruk kölelerin dayanağı, varoluşsal itirazdır. Eğer karşıt oldukları topluluk veya devletler, toplumsal sayılabilecek bir yanlışı andıran bir eylem gerçekleştirirse, bunu varoluşsal itiraz hakkı kabul edip yakıp-yıkmaya yönelik onursuz mücadeleleri için bunu bir hak sayarlar. Yeri geldiği zaman kendi elleriyle yaptıkları haksızlıkları karşıtlarına aitmiş gibi lanse ederek varoluşsal itiraz hakkına sahip olduklarını fiilen beyan ederek onursuz bir itiraz faaliyetine girişirler. Bir gerçekliğe dayanmadığı için geriye günah ve çirkinlik kalır. Oysa gerçekliğe dayanan onurlu bir hak mücadelesinden geriye kalanlar, daima güzelliklerdir.

Görüldüğü gibi ucu başkalarına zarar vermeye dayanan bir rahatlık için girişilen zorluk; olgunlaşmaya, özgürlüğe, tutunuşa yakın bir varoluş süreci ile ilintilendirilemez. Bu, olsa olsa haydutluktur. Fakat benim burada asıl söz konusu etmem gereken, varoluşun ve bu varoluşu tamamlayan zorluğun ve bu ikisi arasındaki ilişkinin nasıl olmaması gerektiği değil; nasıl olduğu ve olması gerektiği bilgisidir. Yine de bir bilgiyi aktarırken o bilginin zıddına değinmekte fayda var. Zira gerçek bilgi, zıddının aynasından gerçek olarak yansıyan bilgidir.

Yerinde bir varoluşsal mücadele süreci; bütün istençsiz edilgenliklerin aleyhinde, insanı erdemli kılan bütün özgürlüklerin izinde, insanı olgunlaştıran zorlukların pençesinde; aklın muhafazası, kalbin selâmeti ve vücudun dinçliğinin ölçülülüğünde seyretmesi gereken bir süreçtir. Aksi taktirde herhangi bir varoluş sürecine girmenin ne manası var? Eğer manalı bir varoluş sürecine girilmeyecekse, var olmanın ne manası var? Var olmanın manası yoksa yaşama sıkıca tutunmanın sebebi nedir? Ve bütün bu soruları temellendiren anlam ve tutarlılık zarûrî midir?

Bu temellendirici sorunun gerekliliği, kişinin değerine bağlıdır. Zira değer ve erdem, herkesin sorunsal edindiği şeyler değildir. Fakat değer ve erdemi sorunsal edinenler için anlam, kaçınılmazdır; değerlendirilmesi ve adına fedakârlıklara girişilmesi gerekir.

Edilgenliklere maruz kalan bir ruhun kurtuluş sürecinde bağlı bulunduğu kişinin istenç durumu büyük ölçüde yapıcı veya yıkıcı bir nitelik taşır. Sistem psikolojisi denilebilecek düzensel işleyiş, iradesini istençlere göre düzenleyip yürütür. Bu irade yürütüş faaliyeti; her türlü çekiciliği ve alternatifi barındırma gayretindedir. Bunun en uç örneği makinelerdir. Kişinin kullandığı makinelerin fonksiyonları arttıkça kişinin edilgenliği artar ve iradesi silikleşir. Bir kişiden bilgi ve eylem istendiğinde o kişi bilgi vermeyebilir veya eylem gerçekleştirmeyebilir.  Bunun sebebi, güvenlik ve özgürlük alanının kısıtlandığı gerçeğidir. Fakat araya bir makine girerse; o makineyi kullanan kişi makineye komutları yükleyen kişinin belirlediği bilgisini –zamanla- göz önünde bulundurmaz. Çünkü her yer makinelerle doludur. Bu, bireysel anlamda üstesinden gelinebilir bir engelse de –özellikle şehir hayatında- toplumsal manada üstesinden gelinebilecek bir şey değildir. Zira insanın sosyal bir varlık olma gibi bir erdem ve zaafı vardır. Hemen hemen her erdem, aşağılık insanlar nezdinde bir zaaftır.**

Makineler insana hizmet için üretildiler. Hizmet zamanla hezimete dönüştü veya hezimet için kullanılmakta. Güce alternatif olarak üretilen makineler ve bu makinelerin kaynak tüketimiyle çevresel zararları bir yana; belleğe, bilgiye ve zihne alternatif olarak üretilen makineler insanın düşünce faaliyetine aracılık etmek suretiyle onu kendinden uzaklaştırmış ve sırsız bırakmak suretiyle de onu kendinden etmiştir. Maddî karşılıkları olmasına rağmen manevî manada verdiğinden fazlasını alan bu makineler, komut veren bir zorbanın komutlarının, ajan ruhlu bir insanın ruhunun, fitne ve ikilikle ahlaksızlık yayma gayretindeki birinin nefsinin aracılığını gören bir yapıdadır. Erdemsizlere göre insanın sosyal bir varlık olma zaafının diğer bir boyutu, onun sıkıştırılabilir ve kullanıma açık oluşudur. Belirli bir sisteme dahil olan bireyler içten veya yapmacık bir şekilde sosyal olmak durumunda oldukları için sıkıştırılabilirler ve de kullanıma açık, elverişlidirler. Toplulukların bir arada yaşadığı çevrede en büyük sistem devlet, ve bu devletin ve benzer devletlerin bağlı ve bağımlı olduğu dünya sistemidir. Dünya sisteminde gayrı resmî hayat, ağırlıklı olarak resmî yaşam tarafından resmiyet doğrultusunda şekillendiği için resmî veya gayrı resmî olarak dünya sistemine bağlı ve bağımlı olan her toplum hezîmete uğramıştır, silik bir ruha sahiptir, kötülerin ve bu kötülerin kötülüklerinin aracısıdırlar, sırsızdırlar ve ruhları/iradeleri silik oldukları için erdeme yatkın değillerdir ve dahi sıkıştırılabilir ve kullanıma açıktırlar. Çoğunluk da bu minval üzeredir. Oysa bu minval, bu hâl, varoluşa zıttır. Zira sonucu onurlu bir varoluşa dayanan bir zorluk barındırmamaktadır, özgürlüğü feda etmeyi gerektirmektedir, varlığın anlamsızlığını veya değersizliğini ön kabul olarak koşul sunmaktadır. Bu koşullara, daha doğrusu bu dayatmalara tabi olan bir insanın varoluş sürecinden veya varoluşunun anlamlılığından söz etmek, zaman kaybı olsa gerek.

Eğer bir insan; onurunun, erdeminin, özgürlüğünün ve varoluşunun peşine düşerse, başlangıç itibarıyla o da sıkıştırılmış bir birey olacaktır. Zaten varoluşla zorluk arasındaki zorunlu ilişki burada açığa çıkmaktadır. Hayat bir ipe benzetilecek olursa; onursuz ön koşulları ön kabul olarak gören ve bunu tatbik eden bir insanın hayatı sürekli düğümlenmekte olan bir ip; onurlu bir şekilde varoluşunu üstlenme ve üstlendiği şeyin devamını getirme gayretinde olan bir insanın hayatıysa, başlangıçta toplum ve bu toplumun bağlı ve bağımlı olduğu devlet ve bu devletin bağlı ve bağımlı olduğu dünya sisteminin attığı düğümlerin bir bir çözüldüğü bir ip gibidir.

Olgunlaşma, tekâmül, varoluşun kendisi amaçlanmaksızın girişilen zorlukların sonucu oldukça geçici; olgunluk, tekâmül ve varoluş amaçlı girişilen zorlukların sonuçları ise genel anlamda kalıcıdır. Varoluşun amacını kapsamlı bir erdemler bütünü ve varoluşun süreç ve kapsamını ruhun farkındalığında geçen hayatın bütünü olarak değerlendirip sıradan bir örnek verecek olursak: Tek başına yenilen bir yemekten geriye kalan; tükenecek bir enerji ve doyum; paylaşılan bir yemektense tükenecek bir enerji ve doyumun yanında paylaşmanın erdemi ve muhabbetin kendisi kalacaktır.

Varoluş süreciyle Allah inancı arasında önemli bir bağ vardır. İnsan, mutlak etkenliğe ulaşıp edilgenlikten büsbütün sıyrılabilecek bir yapıda değildir. Birtakım edilgenlikler insan için zaruridir. Bu edilgenlikler Allah’tan kula özgürlük olarak yansırken; kuldan kula esaret ve edilgenlik olarak yansımaktadır. Aynı şekilde ruhun korunması yani onur açısından kula değil, Allah’a dayanan insanın onuru zedelenmeyeceği için varoluşu da kesintiye uğramayacaktır. Amaçsız, salt özgürlük isteğine dayalı bir varoluşu benimseyen bir insanın gerçekten de ruhî faaliyetlere ihtiyacı yoktur. Fakat temellendirilmiş bir varoluş sürecine giren bir insanın Allah inancına ihtiyacı vardır. Bu inancın gerekliliğini benimsedikten sonra kişi Allah’ını bulmalı, bulup O’na uymalıdır ki varoluşunu insanların elinde ve onların etkinliklerinin gölgesinde bırakıp kendini hebâ etmesin. Kişi eğer varoluşunu insanların eline bırakacak olursa, o kişinin var olma, kendi koruma ve yaşama ihtimali oldukça düşüktür. Zira insanlar affetmez. Bir insan affetse, bir diğer insan affetmez. İnsanlar fırsatçıdır. Siz düşünce bir insan vurmazsa, diğeri vurur. Fakat inananların yaşam tecrübeleri ışığında çıkarımlarla anlaşılabilir ki Allah-kul ilişkisi böyle değildir ve kesinlikle ruhu alakadar eder.

Ruhu alakadar etmeyen***, insanın somut varlığı ve hayatı ile ilgili bireysel özgürlükleri önemlidir ve tercihe dayalı olarak zor veya kolay bir şekilde elde edilebilir. Bu, bireysel hazır bulunmuşluk haline göre daha zor veya kolay bir şekilde de elde edilebilir. Fakat ruhsal özgürlükler bireysel olarak ne salt bir tercihle ne de üst düzey bir hazır bulunmuşluk hali ile kolay bir şekilde elde edilemez. Örneğin, insanın var oluşu ile dili, rengi, ırkı, ve maddi varlığı arasında zorunlu ve mutlak bir bağlantı olmamasına rağmen, hemen hemen her devletin kimliği bir millete veya bir sınıfa dayandığı için ismi zikredilenlerin aracısı ve savunucusu olmaya zorlanmaktadırlar. Eğer bu zorlanılan şeylerin aksini veya gayrını düşünüyorsanız; varoluş sürecinin zorluktan ibaret olduğunu düşünecek kadar zora girmeniz gerekir. Oysa doğal zorluklar, insanlar arası iletişim problemi, geçim, barınma vb. doğal ve umumî psikolojik problemler mutlak olmasa da varoluşla ilitilendirilmeksizin üstesinden gelinebilecek şeylerdir. Fakat ruhsal ihtiyaç ve gerekliliklerin giderilmesi için doğal süreç ve genel psikolojik yapının işlevselliği yetersiz kalmaktadır. Varoluşun zorluğu burada açığa çıkıyor.

İnsan özgürlüğünün ve dolayısıyla insan varoluşunun düşmanı; nihayetinde bireyin, toplumun ve insanlığın aleyhine olabilecek her şeyin dayatılmasıdır. Bu dayatmalar cehalet ile ilintilendirilebilir veya güç ile meşrulaştırılabilir. Fakat aslen cehalet özrünü ihtiva etmez ve gayrı meşrudur. Dayatmalarla kuşatılmış olan varoluşunun peşinde olan birey, doğal olarak gerekli olan sorumluluklarını yerine getirerek onurunu muhafaza etmeli ve ruhu ve onuruyla ilgili kararlarında direnç göstererek kişiliğini savunmalıdır. Aksi halde yaşamanın her ne kadar varlığı olsa da küçük bir umut taşımaktan başka  manası olmayacaktır.

Onuru ve kişiliği muhafaza ve müdafaa etmenin başı, kişinin kendine saygı duyabileceği bir kişiliğe sahip olmasıdır. Veya var olan, saygı duyduğu kişiliğini koruyup güzelleştirmesidir. Bu da kötülüklerden uzak durup iyiliklere yönelmekle gerçekleşir. Bu süreçte, kötülük aracılığıyla iyilik yapılamayacağı ve iyilik aracılığıyla kötülük yapılamayacağı bilgisiyle toplumsal faydanın bireysel faydadan üstün olduğu ve bireye; öz ihtiyaçlar asgarî olarak giderildikten sonra yapılan toplumsal iyiliklerin bireysel iyiliklerden daha fazla şahsiyetî, dolayısıyla şahsî fayda sağlayacağı gerçeğini göz önünde bulundurmak gerekir. Bu süreçte gerekli olan bir bilgi de aynı şekilde toplumsal bir kötülüğün bireysel bir kötülükten şahsiyet açısından daha zararlı olduğu bilgisidir. Şu da göz önünde bulundurulmalı ki: Bireysel bir fayda toplumsal bir zarar ve bireysel bir zarar, toplumsal bir fayda olabilir. Dolayısıyla kendisi için zorluğa katlanılacak olan varoluş sürecinde eylemleri fayda ve zarar açısından değil; iyilik ve kötülük açısından değerlendirmek suretiyle en başta toplumsal iyiliklere yönelmeli ve toplumsal kötülüklerden kaçınmalıdır.

 

*Ancak sabredenlerin mükâfatları hesapsız olarak ödenecektir. (Zümer, 10)

** “Dini ve namusu olan milletler aç kalmaya mahkumdurlar” tarzında düşünen bir insanın düşüncesi gibi.

*** Mutlak ilgi yokluğunu düşünmek, bir saplantıdan ibaret olacaktır.

Abdurrahman ABIKA

 

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: