TEK KİŞİLİK ÇADIR TİYATROSU VE SEÇİMİN ORTAYA ÇIKARDIĞI İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ

TEK KİŞİLİK ÇADIR TİYATROSU VE SEÇİMİN ORTAYA ÇIKARDIĞI İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ

Başta Hükümet olmak üzere Şeklî Demokrasinin yürütülebilmesi için rol almış tüm siyasî aktörlerin bundan sonraki politikaları, bugüne kadar sürdürdükleri politikaların devamı niteliğinde olursa, ne kendi güçleriyle, ne de kendilerini destekleyen uluslararası güçlerin desteği ile varlıklarını sürdürebileceklerini pek düşünmüyoruz.

7 Haziran’a kadar uygulanan Milleti kandırmaya ve aldatmaya yönelik taktiklerin aynı etkinlikte 1 Kasım’dan sonra uygulanabilmesi pek mümkün değil.

“Düşmansız” kalan bir Hükümetin ezici çoğunlukla yeniden iktidar olması, aynı taktiklerin tekrar uygulamasının önündeki en büyük engeldir. Bu demek değildir ki “bu taktikleri yeniden uygulamaya teşebbüs etmeyecekler”. Biz sadece, kendisini dayatan yeni şartlarda uygulanmasının farklı neticeler doğuracağına dikkat çekiyoruz.

Silah kullanan herkes bilir ki, bir silahın her kullanımı, bir önceki kullanımından farklıdır: Tetiğe her bastığınızda, mermiyi her ateşlediğinizde, her şarjörü boşalttığınızda silahın aynı performansta olduğunu düşünürsünüz ama namlu şişip, mekanizma görevini yerine getiremez hâle geldiğinde, gerçeği anlarsınız.

Şatlar, Hükümet ve çevresi başta olmak üzere, Şeklî Demokrasi Oyununda yer alan birçok kişiyi, bulunduğu konumdan ve elde ettiği imkânlardan vazgeçmemeye zorluyor. Namlunun şişeceğini bile bile aynı seviyede “atışlar” devam edebilir. Bu mahkûmiyete de şaşırmamak lazım. Keskin virajları almak, her zaman zorludur.

Bazıları, “dosyalar” önüne gelip hesap vermektense, mevcudu korumak adına, bugüne kadar uygulana gelen taktikleri siyaset sahnesinde yeniden devam ettirmek isteyebilir. Bundan dolayı da bir önceki dönemden daha agrasif davranarak, yaptığı kötülükleri kat be kat arttırabilir.

Eğer eski taktiklerde, yani, “aldatma ve kandırma” üzerine kurulu politikalarda karar kılınırsa, bu demektir ki ikiyüzlülüğün ve din istismarının her çeşidini önümüzdeki dönemde göreceğiz.

Millet nazarında kaybedilen liyâkatin tekrar aranıp bulunması için her türlü yol ve metodun samimi olarak denenmesi adına, bu seçim sonuçları, aslında kendi içinde bu fırsatı da barındırmaktadır.

Bir nevî 2002’ye dönülmekle beraber, siyasî şartlar 2002’den çok daha farklı. 2002’den 2011’e kadar Hükümet, toplum vicdanında kabul görebileceği düşünülen düşmanları öne sürerek, yapması gerekenler hususunda kredisinin hep arttırılmasını istemişti. Bu döneme geldiğimizde ise bahsedilen düşmanların hiç biri kalmadığı gibi, Millet de verebileceği en yüksek krediyi Hükümet’e verdi.

Şu ân herkesin sırtı duvarda! Eski metodlarla mevcudun korunabileceğini illaki hala düşünenler olacaktır. Fakat iç ve dış şartların tazyiki, gidişatın o şekilde devam etmeyeceğini, amiyane tabirle kıvıracak alan kalmadığını gösterdiğinde, bu güne kadar kullanılan metodlardan vazgeçilmesi gerektiği muhakkak anlaşılacaktır. Fakat, bu metodları kullanmakta ısrar edene, ortaya çıkan bu gerçek, bizce pek bir fayda sağlamayacak.

Şeklî Demokrasi Oyunu” bitip, sistemin “Oligarşi”ye evrildiği bu dönemde, herkes şundan emin olabilir ki; bundan sonra talepler sandıkta değil, sokaklarda dile getirilecek. Çünkü bu seçim, hükümeti iktidara mahkum ettiğinden AKP’nin artık sandık marifetiyle gitmesi pek mümkün gözükmemekte. Bu gerçeği bildiğine emin olduğumuz Hükümet çevrelerinin, bu şartlara uygun politikalar üretmesinden ve bu politikaları uygulamasından başka çıkar yolları yok. Geçmişten bugüne gelen taktiklerde ısrar etmeleri ise, şartlardan uzak ve tamamen kendi akıbetlerine yönelik hür tercihleri olacaktır.

Bu seçimin ortaya çıkardığı en önemli gerçek, Muhalefet’in etkisiz değil, “yok!” olduğudur. O kadar “yok” ki, daha önceleri defalarca tekrar ettiğimiz üzere muhalefet görevini de Tayyip Erdoğan ve AKP yerine getirdi.

Seçimi değerlendirdiğimiz bu yazının birinci bölümünde 7 Haziran ile 1 Kasım’ın kısaca da olsa şartlarını karşılaştırmış ve AKP’nin iki zıt propaganda ile iki seçime girdiğini söylemiştik.

Haziran’da “Çözüm Süreci”ni dayatan da AKP, Kasım’da “Çözüm Süreci”ne karşı çıkan da!

“BOP Eşbaşkanıyım!” diyen de Tayyip Erdoğan, “Üst Akıl Türkiye’yi bölmek istiyor” diyerek BOP saldırısına karşı çıkan da.

“Her türlü Milliyetçiliği ayaklarımın altına alıyorum” diyen de Erdoğan, “Türk” demeden “Milli Birlik” ve “Bütünleşme” kavramları altında “milliyetçilik” yapan da Tayyip Erdoğan.

PKK ile beraber Millet düşmanlığını içeren ve adına “Çözüm Süreci” dedikleri Bölünme Süreci’yle, güçlendirdiği Etnikçiliğin ülkenin her tarafını cephaneliğe çevirmesinin yolunu açan da Tayyip Erdoğan, bunu böylece söyleyip, ona karşı çıkan da yine aynı Tayyip Erdoğan!

İki Seçim arasındaki bu zıt söylemleri, AKP Hükümetleri’nin 2002’den bu güne kadar iktidar olduğu bütün dönemlerinde görebiliriz.

Meselâ, “NATO’nun Libya’da ne işi var” diyen de Erdoğan, 3-4 gün sonrasında tarihe kara bir leke olarak geçecek şu sözü söyleyen de: “NATO, Libya’yı Libyalılara vermek üzere oraya gidiyor!”

Kardeşim Esad”ın “Zalim Esed” oluşu… bunları zaten herkes biliyor.

Muhalefet’in zerresi yok dediğimiz durum budur.

Dikkat ediyorsanız, ortada Tek Kişilik Bir Çadır Tiyatrosu var:

Hükümet, sahnenin bir köşesine gidip oradaki repliğini söylüyor, hemen ardından diğer köşeye geçip, o repliğin karşısındaki rolü de oynuyor.

İlginç olan ise, bu Tek Kişilik diyalogda, “küfür”, “kâfir” kavramları da havada uçuşuyor.

Tavlayı bilenler anlayacaktır;

Masanın üstünde bir tavla var, tavlayı tek kişi oynuyor:

Masanın bu tarafından zarı atıp oynuyor, sonra diğer taraftan zarı atan yine kendisi oluyor. Oyunu böyle oynarken, her attığında, bulunduğu taraftan öbür tarafın hamlesine de küfürler savuruyor. Oyunun sonuna kadar bu sahneleme devam ediyor. Oyun, seyredenleri o kadar etkiliyor ki, sanki karşısında biri varmış gibi, o ne tarafa küfretse, onlar da o tarafa küfrediyor. Havada uçuşan bu “küfür”, “kâfir” kavramları içinde de, seyirciye kendisini “mağdur” gösterip, zaferlerini bu “mağduriyet” üzerine binâ ediyor.

Hem yaptığı yanlışlardan mesul tutulmuyor, hem de her türlü “zafer kazanan kumandan” kendisi oluyor.

Bugün artık durum farklı:

Zaten 2002’den beri hiç var olmayan muhalefetin, “var olmadığı!” herkese ayan oldu.

Şu çizdiğimiz manzaraya göre, ortada farklı kişi olmadığı için “suçluluk” da, “suç” da hep aynı şahıs üzerinde toplanıyor.

Yani;

“Çözüm Süreci”ni başlatıp, o “süreç” içerisinde Etnikçiliği güçlendiren Erdoğan’ı, 1 Kasım’daki Erdoğan hemen tutuklamalı!

Kasım seçimlerine “milliyetçi” bir söylemle giren Erdoğan, “her türlü dinî, ırkî milliyetçiliği ayaklarımın altına alıyorum!” diyen Erdoğan’ın koluna hemen kelepçeyi vurmalı.

Amerika çekip gitmişken, O’nu tekrar çağıran ve İncirlik’i kullanımına sunan Erdoğan’ı, Kasım seçimlerinde “üst akıl bizi bölmek istiyor” diyen Erdoğan ne yapmalı, buna siz karar verin…

Beyin jimnastiği adına, geçmişe doğru giderek bu misâlleri çoğaltabilirsiniz.

Bu noktada, ülkede herhangi bir muhalefetin varlığından söz etmek kadar büyük bir yalan olamaz!

Bir nevî, 2002’den beri gelen Hükümetlere “can simidi atmak”tan başka hiçbir işlevi olmayan bu “muhalefet”, son seçimde kendi kafasına sıkarak, aslında kendi kendisini tasfiye etmiştir.

7 Haziran’dan sonra, zaten sokaklara taşmış olan “Milli Öfke”yi oya tahvil edemeyen Milliyetçi bir partinin muhalefetinden bahsedilebilir mi?

Sözde “düşman” gördüğü bir yapının “1 numara”sıyla beraber olup, “2 numara”sına saldıran, cezaevinden çıktığı günden beri de, kendi içinden gelen bütün uyarılara rağmen buna devam eden bir siyasî hareketin “muhalefet” mantığını nereye oturtacaksınız?

Birbirine zıt partilerden (MHP-HDP) oy alabilen bir partinin bunu yapabilmesi, bizim açımızdan, iktidar süresine baktığımızda, o partinin lider ve kurmay kadro dehâsıyla tek başına izah edilemez. Çünkü, “muhalefet” her zaman güçlenmeye açık bir noktada siyasetini yürütür. Hele hele 3 dönem iktidarda bulunan bir partinin “Şeklî Demokrasi” içerisindeki yorgunluğunu ve içinde bulunduğumuz siyasî şartları da hesap ederseniz, bu güçlenme çok daha hızlı gerçekleşmeliydi.

Dolayısıyla bu durum, seçim kazanan partinin bilgi ve becerisinden ziyade, kendisine “muhalefet” diyenlerin en asgarî etkinlik seviyesinde dahi bu misyonlarını yerine getiremediklerini gösterir.

Bir diğer dikkat edilmesi gereken husus ise, Kasım Seçimleri’ne AKP’nin Erdoğan’la değil de Ahmet Davutoğlu ile girmesiydi. 7 Haziran’da ise, Erdoğan ile seçime giren AKP’nin kaybettiğini tekrar hatırlatalım. Bu noktada bizim açımızdan ifâde edilmesi gereken hakikat ise şudur;

Bugüne kadar Erdoğan’ın “iyi siyasetçi” olduğuna dair söylenenlerin bir kısmının doğruluk payı olsa dahi, bu tespitin, özellikle “muhalefet”e ait kısmı, daha çok yenilgi psikolojisi içinde söylenmekte. Muhalefetin içinde bulunduğu ruh hâlini gösteren, insan psikolojisindeki “güçlüye meyletme” içgüdüsünü de düşünürseniz, aslında muhalefetin 1 Kasım’da sandıkta yenilmeden çok daha önce, mağlubiyeti kabul ettiğini anlarsınız.

Aslına bakılırsa, sadece Türkiye’ye has olmayan bu durum, başka coğrafyalarda da sıkça görülebilir. Umumi olarak insanlar, “güçlü” gördüğüne meylettiğinden, uzun süreli iktidarda kalan üzerinden meseleleri “açıklama”ya başlarlar. Süre uzadıkça, “bu gitmeyecek” hissi her geçen gün daha da kuvvetlenmeye başlar. İktidar’ın, sandık ortaya konulmadan önce muhalefet’i teslim aldığı nokta, tam da burasıdır!

Hâlbuki, bugün yaşadığımız gerçeklik, defalarca altını çizdiğimiz üzere, Hükümet kadrolarının yeteneğinden ziyâde, gerçek bir muhalefetin olmamasından kaynaklanıyor. Cumhurbaşkanlığı seçiminde tamamen ortaya çıkan ve 13 yıldan beri yaşanan söz konusu gerçeklik, bu mânâda AKP-Erdoğan’ın Tek Kişilik Bir Tiyatro, Satranç veya Tavla oyunu gibidir. Bu oyunun niçin “tek kişilik” oynandığına gelince; bizim açımızdan bunun en büyük sebebi, Ulusalararası güçlerin işgâllerle ülkemize ve bölgemize dayattıkları sömürgeci politikalara, neredeyse tüm muhalefetin, aracılık etmek için teşne olmalarıdır.

Bu politikalar üzerinden herhangi bir fikir ayrılığı olmadığı için, hiç kimse ve hiçbir parti, gerçekleri bildiği hâlde, halka anlatmıyor;

İşte hainlik tam da burada başlıyor!

Kasım seçiminde farklı olan durum ise şu: Uluslararası güçlerin dayattığı bu politikalara karşı, bizatihî Millet’in kendisi sokaklarda bu dayatmaları kabul etmediğini ve gerekirse savaşabileceğini gösterdi.

Besbelliydi ki, sokaklara taşmış “Millet İradesi”ne uygun her kim davranmazsa, sandığa gömülecek. Buna uygun davranış ise, “ağız ucuyla” olamazdı. Bu mânâda AKP, söylem olarak bu iradeye uygun bir propaganda stratejisi ortaya koyabildi. Erdoğan’ın birbirine zıt tüm farklı rolleri bizzat üstlenmesi, muhalefete hiç gerek bırakmadı. Böyle bir saçmalık olabiliyorsa eğer ve insanlar bunu anlamıyorlarsa, Millet’e laf söylemekten ziyâde, muhalefete bakmak lazım. Demek ki Millet’in en asgarî düzeyde dahi olsa hissiyatını meydanlarda dile getirebilecek bir muhalefet mevcut değil.

Ülkenin Emperyalist güçler tarafından Etnikçilik üzerinden bölünme ve parçalanmanın eşiğine geldiği böyle bir dönemde, düşmana “düşman!” diyemeyen “Milliyetçi” bir partinin muhalefetinden bahsetmek, söz konusu dahi olamaz!

O partiye gönül vermiş insanlar, Din, Vatan, Millet esasları üzerinde iradelerini sokaklarda haykırırken, bu insanlara “evlerinize girin!” demek, “ben siyaseten yokum! Oylarınızı AKP’ye verin”  demekle aynı anlamdadır!

Siyaset ise boşluk kabul etmez!

Oluşan bu boşluğu fark eden İktidar, düşmana “Üst Akıl ülkeyi Etnikçilik üzerinden bölmek istiyor” diyerek, sokaklardaki hissiyata “sınırlı bir milliyetçilik”le tercüman olmuş ve o boşluğu doldurmuştur.

Hâlbuki, ülkenin hem siyasî, hem de sosyolojik olarak ana damarını temsil eden bir kitleye yönelik olarak, onun “sınırlı milliyetçilik” yaptığı yerde, senin ondan daha fazla “milliyetçilik” yapman gerektiğini bugüne kadar kimse sana söylemedi mi?

Seni, mensup olduğunu iddia ettiğin mânâya uygun davranmamaya iten sebep nedir?

Bizce, özellikle “milliyetçi muhalefet” açısından konuşulması gereken mesele budur.

Hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde söylememiz gerekirse…

MHP kadrolarının herkesten daha iyi bildiği gerçek şudur: Bu dönemde ve bu siyasî şartlarda, gerçek Milliyetçiliğin tek bir Ana Hedef’i vardır: Vatanı bölmeye, güçsüzleştirmeye ve Türk Milleti’nin bütün değerlerine saldırıda bulunan Etnikçiliğin hâmisi, onun destekçisi ve teşvikçisi Amerika Terör Örgütü’dür! Bu örgütün ini, karargâhı da, halâ ülkemizin bir şehri olan Adana’daki İncirlik Üssü’dür!“Milliyetçilik” temelinde siyaset yapan bir partinin Esas düşmanı Batı gücünü temsil eden Amerika’dan başkası olamaz. Unutulmamalı ki, Etnik Kürtçülük kendi varlığıyla değil, Batı’nın tarihî “Türk Düşmanlığı” üzerinden burada güçlenmekte.

Bu hakikat çerçevesinde bakıldığında, Esas Düşmanın Amerika olduğu bedahet hâlinde ortadayken, o zaman herkes şu soruyu kendi kendisine sormalı;

Acaba bu kadroların yaptığı Milliyetçilik, bu hedefi, yani “Esas Düşman”ı gözden kaçırmaya yönelik uygulanan “siyasî bir proje” midir? Bu dönemde Türkiye’de var olan siyasî şartlar, başka her hangi bir ülkede olsaydı, milliyetçi parti açık ara tüm partilerin önünde seyrederdi. Bizde ise, tersine bir durumun ortaya çıkmasının sebebi “milliyetçilik” kisvesi altında, acaba, siyasî olarak milliyetçilik anlayışına, oradan da milletin hissiyatına düşmanlık mı yapılıyor? Bu sorular sorulmalı ve cevabı alınana kadar ısrarla takib de edilmeli.

“Müslüman görünümü” altında İslâm Düşmanlığı yapılıyor da,  “Milliyetçi görünümü” altında Millet düşmanlığı niçin yapılmasın?

Aksi takdirde millete her türlü saldırının yapıldığı bir dönemde, milliyetçi partilerin dibe vurması nasıl izah edilecek ve bu hezimetin sorumluları hangi tıynette ve nerede aranacak?

Etnikçiliğe her türlü imkânı hazırlarken, zımmî olarak “Türk” kelimesini yasaklayan ve kurduğu Hükümetler boyunca bir kere dahi “Türk” ifâdesini kullanmayan bir partiye karşı, “Türk Milleti” esasına göre siyaset yaptığını iddia eden bir partinin mağlup olmasının izâhını, bu “parti güdücüleri”ne, iradesini sokakta göstermiş o kitlenin kesinlikle sorması gerekir.

Batı karşıtlığı” ve “PKK düşmanlığıAKP’ye kalırken, MHP’li hiçbir yetkili, seçim çalışmaları boyunca ağzını açıp etkili ve doğru tek bir cümle dahi söyleyemedi.

Etnikçilikle “çözüm süreci”ni yürüten sanki kendilerinin kurduğu hükümetler değilmiş gibi, bu parti pişkin pişkin meydanlara çıkarken, Milliyetçi parti ise Etnikçilerin yaptıkları gibi, mitinglerini iptal etti. Sana ait olduğunu iddia ettiğin bir ülkede hangi mantıkla miting iptal ediyorsun? “Türk Milleti”nin iç ve dış tehdit ve düşman kuşatması altında kendini hissettiği bu şartlarda, bu ne rahatlık? Hükümetin elindeki medya gücüyle, kitleyi devamlı “hipnoz” hâlinde tutabilme başarısı da, yine, muhalefetin bu rahatlığından ve etkisiz eleman olmasından kaynaklanıyor.

Tek Kişilik Oyun için sahneyi AKP’ye, muhalefetin bilerek, isteyerek, plânlı bir şekilde terk ettiği apaçık bir gerçek.

Özetlersek;

Ülkede, gerçek muhalefetten ziyâde, kendisine “muhalefet” diyen ve “barış”-“kardeşlik” diye devamlı sayıklayan bir aptallar sürüsü var. Bunlar, toplumun hangi seviyede ve nerede olduğunu düşünmekten, görmekten ve tespit etmekten bile aciz tipler.

Millî Öfke, sokaklara taştığında toplumun “barış-marış” diye bir derdi olmadığı anlaşıldı. Konya’da 50.000 kişinin hep bir ağızdan “Ne mutlu Türküm diyene!” diye slogan atması, her ne hikmetse milliyetçi partiyi rahatsız etti. Verimini ise, İktidarları boyunca bir kere bile “Türk” kelimesini kullanmamış bir parti topladı.

Lenin’in “küçük burjuva duygusallığı” dediği, “börtü-böcek” edebiyatı yapan, “mıy mıy” tavırlı, ama belki bizim memlekete hâs olarak “kolpa”yı da elden bırakmayan bir tip!

Gerektiği zaman ortada gözükmeyen, gerekmediğinde ise, her türlü gevezeliği yapabilen bir “politikacı” tipi.

Hem “milliyetçi” parti, hem de insanların ilk başta “huzur ve güven” isteğini tespit edemeyen bir yapı; bu nasıl milliyetçilik?

Türk Milleti sokaklara çıkmış, fiilî tutum ve tavır hâlinde Washington’dan duyulacak şekilde iradesini haykırıyor:

Huzur ve güven için, bu parçalanma duracak!

Bu Etnikçi belâ, def edilecek!

Bu belâyı gökyüzünden attığı silahlarla besleyip, Türk’ü ortadan kaldırmak ve bu gaye ile de Etnik Kürtçülükle “müttefik” yaparak Ehl-i Sünnet Arab’ın üzerine saldırtmak için varını yoğunu ortaya koyan Amerika Terör Örgütü, tüm varlığı ve etkisiyle topraklarımızdan sökülüp atılacak!

Ümmet olmanın gereği de budur, “Milli Birlik ve Bütünleşme” de ancak bu tavırla sağlanır!

Sen bu hissiyatı ve iradeyi tespit edemez ve AKP düşmana “düşman” diyerek Etnikçiliğin üzerine yürürken; şehirlerde “barış-marış” diye sayıklayıp, kendi kitlenin sokaklarda açığa çıkan İman-Millî Öfkesi’ni “provakasyona gelmeyin” diye etkisizleştirirsen şimdi oturup ağlar, apışıp kalırsın.

Meydana çıkan neticeyi “muhalafet” görüntüsü altında ya “göbeğini kaşıyan bidon kafalı” adamla açıklarsın ya da “Türk milletinin aptallığıyla”…

Millet “aptal” filân değil. “Aptal” olmadığı gibi, muhalefetin nasıl bir ihanet içerisinde olduğunu da bizzat kendisi tespit etti.

Bu Millet, tarih boyunca olduğu gibi, bugün de kim önüne düşüp yol gösterirse, onun arkasından gitmekte bir ân bile tereddüt göstermeyecektir. Siz bunu kendi kendinize söyleyemiyorsunuz madem biz söyleyelim;

AKP, söylem olarak ve “sınırlı bir milliyetçilik”le dahi olsa, Millet’in önüne düşüp yol gösterdiği, o hissiyatı hedefine yönelttiği için seçimi kazandı. O, propagandasını “üst akıl” kavramı üzerinden şekillendirip, hiç de öyle olmadığı hâlde “Amerikan karşıtlığı” temelinde binâ ederken, senin ağzından bir kere bile ne Amerika, ne Barzani, ne BOP ve ne de bunlarla ilişkili olarak devam eden “işgal” kavramı duyulmadı. AKP’ye dönüp “o bahsettiğin Üst Akıl’ın bir numaralı adamı sensin!” diyerek, “üst akıl”ın 13 yıldır Türk Milleti aleyhine işlediği cürümleri meydanlarda Millete ifşâ edemedin. “Olsa da olur, olmasa da olur” görüntüsü içerisinde gevezelikle seçime girdin.

Sen kendi kitleni “provokasyona gelmeyin” diye pasifleştirip, “kadınlığa doğru” sürüklerken, buna rağmen halâ sana oy verenler, senden dolayı değil, kendi ruhlarında yaşattıkları erkeklikten dolayı oy verdiler. AKP ise, meydanlarda, bu “erkek hissiyatı”na tercüman olabildiğinden dolayı, senin kitleni akışına bırakarak “erkeklik duygularını-savaşma iç güdüsünü” kamçıladı.

Bu durumun AKP’nin “erkekliği” ile alâkası yok. Bütün hikâye söylemde bitiyor.

Hiç ümitvâr değiliz ama, İktidarın meydanlarda dile getirdiği bu politik anlayışa mutabık bir tatbikat içerisinde olup olmayacağı, bundan sonraki süreçte görülecek.

İktidar-muhalefet ilişkisine dair bu seçim, Devrimci siyasete oldukça zengin veriler sundu;

Bu seçim, hem Devlet otoritesindeki zaafın hangi noktalarda ortaya çıktığını, hem de siyasî boşluğun nerelerde olduğunu çok rahat tespit edebilme imkânı verdi.

“Bölen”in de, “bölücülüğe karşı mücadele eden”in de aynı yapı olduğu herkes tarafından bilindiği hâlde, muhalefet, bu saçmalığı Millete anlatamadı veya anlatmadı. Özellikle milliyetçi parti üzerinden devam edersek değerlendirmeye, onun kullanması gereken “savaş dili”ni, üç dönemdir iktidarda olan Hükümet kullandı ve onun “düşman!” diyemediği tarafa, AKP düşman diyebildi.

Her politikacı ve siyasi mücadele içerisinde olan her insan, siyasette “düşman tespiti”nin her şeyden daha önemli olduğunu bilir. İnsanlar, kime, neye karşı durduğunu ve mücadele edeceği yapının ne olduğunu bilmek ister. Harekete geçmek için, insanların motivasyonu “düşman tesbiti”nin apaçık yapılmasıyla mümkündür. Bağlılarınıza net olarak düşmanı gösteremezseniz, motivasyonu sağlayamadığınızdan dolayı da onları harekete geçiremezsiniz. Bugün kitlenin, bütün “muhalif” olduğunu iddia eden parti kadrolarına “düşmana düşman diyemiyorsan, dükkanı kapat AKP’ye katıl, bizi de fazla uğraştırma” demesinin önünde hiçbir engel kalmamıştır. Çünkü bu siyasi mantıkla bırakın emperyalizme kafa tutmayı, mahalledeki bir çeteyi bile sindiremezsiniz. Olan “savaşmak isteyen”, fakat liderliğin “sebebi bilinmez” tutucu tavrından dolayı savaşamayan, üstüne üstlük başka partilere yem olan samimi insanımıza olur.

Muhalefetin bu etkisiz tavrından dolayı kitlenin hissiyatını meydanlarda mikrofona bağlamayı başaran Hükümete, AKP’li olan veya olmayan %80’leri aşan bir çoğunluk, hâl diliyle şunu söylemiştir:

“13 yıl iktidarda kalıp işleri bu hâle getirdikten sonra kaçıp gitmek yok!

“Barış- marış” edebiyatıyla bizi oylamak da yok.

Tekirdağ’dan Hakkari’ye, Uluslararası güçlerin işbirlikçileri eliyle yürüttüğü saldırıları durdurmak ve defetmek için postallarını çek, üniformanı giy!

Hadi yürü bakalım!

Sömürgeci düşmanla işbirliği içinde başlatılan bu isyanı bastıracaksın ve Emperyalizmi, bütün kurum ve kuruluşlarıyla ilk önce ülkemizden, sonra bölgemizden defedeceksin!

Ben buna hazırım!”

Başka bir ifâdeyle millet, “kandırma ve aldatma”yla politika yapma devrinin kapandığını bu seçimde ortaya koyduğu tavırla ilan etmiştir… Hatırlatmakta fayda var; namlu şişeceğinden dolayı, bir silâhı aynı şekilde, aynı hızda, aynı performansta kullanamazsınız.

Bizim açımızdan siyasette boşluğun nerelerde olduğunu tespit etmek, Devlet otoritesinin seviyesini görmek, bu seçimin en önemli kazancıdır.

Hücum ve sirayet edeceğimiz alanlar daha bir belirginleşmiş, fikrî ve siyasî hazırlıklarımızı yeniden gözden geçirme imkânı doğmuştur.

Şartların zorlaması, çok kısa bir süre içinde var olmayan “sanal hakikatler”i ortadan kaldıracak ve herkes, gizlenen gerçekler ile yüz yüze gelecektir.

Apışıp kalmamak için, bugünden süratli bir şekilde her türlü hazırlığın gözden geçirilmesi elzemdir.

Bundan dolayı da, hiç değişmeyen gündemimiz olan “iç oluş” sürecimiz tüm hızıyla devam edecektir. Bu süreç devam ederken, “ama”sız ve “fakat”sız, Hükümet’in, düşman olarak kitlelere “üst akıl” kavramı içerisinde deklere ettiği Amerika ve işbirlikçilerine karşı alacağı her tavrı destekleyeceğimizi yeniden söylerken, Devrimci Siyaset’in yönelmesi gereken boşluğun buralarda oluştuğunu tekrar hatırlatmakta fayda görüyoruz. Bu tavrımız ise, BOP Eşbaşkanına inandığımızdan değil, sadece, meydanlarda dile getirilen söylemin hatırınadır ve bu tavır kesinlikle “bekle-görme” mânâsına da gelmez.

Milletin, Sömürgeci Düşman’a karşı savaşma iradesinin olduğunu, muhakkak ki bizim kadar Hükümet’te görüyor. Bundan dolayı,  tekrar etmemiz gerekirse, Hükümet içerisinde kafası çalışan bir grubun % 49’dan rahatsız olabileceği de, ihtimal dahilinde. Önümüzdeki kısa dönemde, bu rahatsızlıktan kaynaklanabilecek Hükümet içindeki anlayış ve politik tavır çatışmasını da beklemek gerekir.

Hiçbir yapının tek parçalı olmadığı bu dönemde, AKP’nin tek parçalı olduğunu ve böyle kalabileceğini düşünmek bir hatâ olur. Bu seçime kadar her dönem “düşman üretebilme” kabiliyetinden dolayı bu iki parçalılık ustalıkla gizlenmiş olabilir.  Artık, AKP’nin dışarıda düşmanı kalmadığına göre, “düşmanlaştırma”nın içeriden patlak vermesi, beklenmesi gereken, sürpriz olmayan bir gelişme sayılmalı.

Şüphesiz ki, bu ayrılık da, bugüne kadar devam eden Emperyalist ve Sömürgeci politikaların bugünden sonra sürdürülüp sürdürülmemesi üzerine ortaya çıkacaktır.

Muhtemel böyle bir ayrılıkta bizim tarafımızın Emperyalizme ve Sömürgeci Düşman’a karşı saf tutanların yanında olacağı belli.

Tasfiye edilen Kemalizm’in yerine neyin ikame edileceği, yeni Anayasa ile birlikte Başkanlık rejiminin “hangi taşıyıcı unsur” üzerine bina edileceği, yani toplum adına “kimin konuşacağı”, “siyasetin yürütücü sınıfının kim” olacağı gibi temel meseleler hükümetin çözmesi gereken problemler olarak kendini dayatmakta. Bu da demektir ki, esas olay bundan sonra başlıyor! “Üst akıl”ın bastığı düğmeye samimi olarak karşılık verebilmek, ancak bu temel problemlerin çözümüyle mümkün olabilir. Amerika’nın ortaya koyduğu siyasetin peşine takılarak, “dost-düşman” nitelemesini o siyasete göre yapmaya devam etmeniz, sizin eskiyi farklı kavramlarla devam ettirmek istediğinizi gösterecek. O zaman birileri de seçim meydanında söylediklerinize binaen sizin türlü sebeplerden dolayı yapmadıklarınızı yapmak için, sizi de düşmanlaştırarak harekete geçecek. “İman Öfkesiyle” sokaklarda “ben buradayım, daha ölmedim” diyen milli iradenin ihtar ettiği hakikat bizce böyle okunmalı.

Meşhur Türk atasözü:

At binenin, kılıç kuşananın!”

Bütün imkânlar emrine seferber edilmiş, o zaman hadi yürü bakalım!

Bu şartlar altında yürümeyeni, atın nalları altında çiğneyip kafasını kılıçla vurmak bu Milletin hakkıdır!

Ali Osman ZOR

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: