BİLMEK, İNANMAK, ANLAMAK

BİLMEK, İNANMAK, ANLAMAK

Arab dilinde ve İslâm hikemiyyâtında ilim ve mârifet şeklinde iki ayrı ıstılâh ile ele alınan mesele, bizim dilimizde sadece bilmek fiili ile belirtilir. Hâlbuki ilim ve mârifet kelimeleri, aynı mânâyı veren iki ayrı kelime değildir. İlim, Allah’ın bilmesini târif ederken, mârifet ise kazanılmış bilgi demektir.

İlâhın bilmesi kulun bilmesine benzemez fakat ilâh aynı zamanda ilk illet de değildir. Kul ise bir şeyi, tesiri itibari ile bilir ve sonra sebeblerini inceler. Bu sebeblere de mutlak mânâda ulaşabilir veya ulaşamaz. Ama kul nereye ulaşırsa ulaşsın, ilim/malûm/âlim kelimelerinin ilâh dışındaki kullanımı tâbirendir. İlâhın mahlûk karşısındaki mutlak itibârı, İslâm hikemiyyâtında “li-zâtihî” ıstılâhı ile belirtilen şekilde, varlığının ve fiillerinin hiçbir ihtiyaç ile kısıtlı olmamasıdır. Kul ise, ezelî ve âlim olsaydı bile ilâhın şeriki olamazdı çünkü mahlûk “li-gayrihî”dir, varlığı başka bir varlığa muhtaçtır. İki şey arasındaki bu farkın kapanması mümkün değildir ve esas itibar da bu noktadadır. Çünkü bir şey ancak varlık ile kıymet kazanır.

Kul marifette ne kadar ilerlese de bilmesi, ilâhın bilmesine benzemez. Kul için her malûm bir meçhûl, her meçhûl ise bir malûm barındırır. Malûmun meçhûllüğü, kulun marifetinin şeyleri mutlak olarak kavrayamamasındadır. Meçhûlün malûmluğu ise, bir şeyi meçhûl olarak kayıtlamak için bile gereken ilk bilgidedir.

İlâh, her şeyin zıddı ile kâim olduğu âlemde zıddı olmayan “vâcibü’l vücûd”, yâni zorunlu varlıktır. Vücûdun zıddı ademdir ve ilâhın zıddı olamayacağı için yokluk zorunlu değil mümkündür, yâni mahlûktur. Bir şeyde olma irâdesi yoksa hiçbir şey onu varedemez. Demek ki oluş, yokluk kümesinde varolma istidâdı hâlinde varolan şeylerin, varlık kümesine atılmasıdır. Aynı şekilde bilgi de, bilinmezlik kümesine muhtaçtır ve oradan devşirilir.

Bir şey, her şeyden önce ilme muhatabtır. İlmin oluşmadığı yerde mârifet mevzubahistir. Mârifet ise; ister imkân ister zorunluluk sebebiyle, mutlak ilme ulaşamayacağı için imân, bir nevi boşluk kapatıcı bir rol üstlenir. İlâh kulları için ilmi değil, mârifeti ve imânı dilemiştir. Lâkin mârifet ile imân birbirini bir nizam çerçevesinde takib etmez. Bir şey, mârifet edildi diye imân sahasına muhatab olmaktan kurtulamaz ve aynı şekilde imân edilen şey de mârifet ihtiyacından muaf değildir. Çünkü mârifetin de imânın da bir sonu yoktur. İlim ise gerçek mânâsıyla, bir şeyin inanma faaliyetine muhatab olmasını ortadan kaldırır. İlâh için ise, bir şeye mârifet etmek ve inanmak diye bir şey yoktur, çünkü O mutlak âlimdir.

İlmin, mârifetin ve imânın üzerinde bir itibarının olduğu kaçınılmazdır. Dünya hayatı, âhiret hayatına göre ârazdır, ârazdan ise cevher doğmaz. Dolayısıyla âhirette mârifet ve imân yoktur. Eğer ilâhın itibarı, “li-zâtihî – li-gayrihî” şeklinde ortaya konmaz ise, kullar âhirette hiç olmazsa ilim noktasında ilâha şerik gibi olurlardı. Şeytanın misâli de buna benzer: Şeytan, Allah’a karşı imân ile muhatab değildir, onun imtihânı başka yerdedir çünkü bizzat Kur’ân’ın ifâdesiyle ilâh ile konuşmaktadır.

Bir insanın Müslüman olabilmesi için gerekli şart, “Kelime-i Şehâdet”tir. İnsan, mârifet etmediği şeye inanamaz, inanmadığı şeye de şâhitlik edemez. Dolayısıyla mârifet, şâhitlik etmenin zorunlu şartıdır. Bu keyfiyyet de, “bir cümleyi tekrar etmek” ile “imân etmek” arasındaki devâsa farkın açık bir burhânıdır. Tesâdüfen imân diye bir şey yoktur. İlâhın kullardan istediği tercihtir. Tercih ise şuur ve hürriyeti gerektirir. Bir kulun neye inandığını sadece zaman ve mekân şartları belirliyor ise, burada bir şuur ve hürriyetten bahsedilemez. O yüzden denmiştir ki; “Bir fiilin ahlâkî olup olmadığını bilip de ona uygun davranmayan kişi, ahlâkî olup olmadığını bilmeden ona uygun davranandan üstündür!”. Bu iki insan tipi, birbiri ile kıyaslanamaz. Tıpkı günahkâr bir mümin ile o fiili işlemeyen bir gayrimüslimin arasındaki fark gibi…

İnanma faaliyetinin bir âraz olduğunu belirtmek, onun bu âlem şartlarındaki zorunluluğunu ortadan kaldırmaz. Yâni bir kul, inanma ihtiyacını ortadan kaldıracak şekilde bir ilme teknik olarak ulaşamaz. Fakat bu âlemin şartları içerisinde her şey inanmaya muhatab mıdır? Şöyle ki;

cizim

Olgu ile değer arasında, yâni bilmek ile inanmak arasında bir bağlantı kurma ihtiyacı metafiziği doğurmuştur. Belki 2×2’nin 4 etmekliği bir iyi-kötü değerlendirmesine tâbi olmayabilir ama mutlak bir ayrım durumunda da fiillerin gâyeliliği ortadan kalkar ve şeylerin gâyesi “kendisi için” olur. İnancın kattığı değer, 2×2’nin 4 etmekliğine değil, bu bilgiyi bilmeye dâir bir gâye sağlamasındadır. Değer kümesi olgu kümesine yaklaşmadığı her noktada, katletmek fiilinin “cinayet” ile “cihad etmek” gibi iki uzak mânâya gelmesi imkânsızlaşır ve “katletmek katletmektir” gibi bir hâle düşülür. Olguyu değerden mutlak sıyıranlar için katletmek, belki asla iyi bir fiil olamaz ama aynı şekilde neden kötü bir fiil olduğunun da olgu alanında mantıkî bir izahı yoktur çünkü insanlar her hâlükârda ölmektedir. Olgunun değer ihtiyacı olduğu gibi değerin de olgu ihtiyacı vardır. Aksi takdirde burada da doğrudan inanma faaliyetinin kendisi bir itibar kazanır ve dolayısıyla “bâtıl imân” diye bir alan oluşamaz. Tek bir misâlle, âhirette kendilerine sadece altı gün azab edileceğine ve sonra sonsuz nimete kavuşacaklarına inanan Yahudilere ilâhî hitab; eğer öyleyse derhâl ölmeyi dilemeleri gerektiği şeklindedir.

Olgu ve değerden sonraki kümemiz, estetik… Şeyler, gerçekten de bir güzel-çirkin ayrımına tâbi midir? Anlamak/anlamamak diye bir şey var mıdır, varsa zorunlu mudur? Batılıların seküler dediği mefhum doğrudan doğruya ledün kelimesinin çevirisidir ve esasında değer karşıtlığını değil olgu ve değerden başka bir alan olduğunu ve bu alanların birbirine karıştırılmaması gerektiğini vazeder. Elbette kelimenin tarihteki seyri ve siyasetteki karşılığı başka şekilde ilerlemiştir. Bizde ise en fazla ortaya çıktığı yerlerden biri Kur’ân’da geçen Hızır-Musa kıssasıdır. Hikâye Musa Aleyhisselâm’dan daha yüksek hikmet sahibi olan bir kulun varlığı ile başladığı için Hızır’ın Musa Aleyhisselâm’a bu mevzuda olan üstünlüğünü hissettirir. Hızır açıkça akla ve şeriate mugayir hareketlerde bulunmaktadır. Misâlen şu ân karşımızda biri bir bebeği öldürse ve sebebine dâir “kötü bir insan olacaktı” dese, bunun kabul edilebilir bir tarafı yoktur. Açıktır ki, hiç kimse bu murafaadan ve diyetten “ben Hızır’ım” deyip kurtulamaz. Demek ki böyle hususî alanlar da mevcuttur. Bu alanlar, kendilerini paradoksal ifâdelerde de hissettirirler. Hemen tüm inanç ve felsefe ekollerinde vazedilen kendini bilmek/tanımak/muhasebeye çekmek de bu zümredendir. Hâlbuki tanıyan kimdir, tanınan kim? İnsan kendisine baktığı zaman, daha bu cümle kurulurken paradoks oluşur. İnsan mekânda bölünemez, eğer bölünebilirse de unsurun biri diğerine bakar ve bakan da bakılan da o insanın bütünü olmaktan çıkmıştır. Eğer ruh nefse bakacak ise, insanın kendisini oluşturan bu temel taşlarından sıyrılması mümkün değildir. İnsan kendisini ancak zamanda izleyebilir. Fakat bu sefer de, geçmiş zamanda izlenen şimdi izleyenin aynı değildir. Hattâ bu keyfiyyet sadece insanın kendisine dâir değil her şeye dâirdir. Bunu hayatın basit işleyişi içerisinde de hissederiz. Aynı filmi beş yıl sonra izlediğimizde bambaşka bir his doğar. Eğer “bir şeyin aynı, aynı olduğu şeyden başka” ise bunu olgu ve değer ile izâh etmemiz imkânsızdır. Ki, başkalığının bedâhet ifâde ettiği de açıktır.

Makalenin başlarında geçen, ilâhın bu âlemde kulları için eşyanın hakikatinin ilmini dilemediği hükmüne dönersek, burada oluşan boşluğu mârifet ve imân el ele kapatmaya çalışırken irfan mefhumu da bu iki kümeye doğrudan bir usûlle olmasa da katılır. Anlamak fiilinin en temel görevi, kendisi de dâhil kula dair tüm mefhumların birlikte ilâhî ilim karşısındaki acziyyetini ve ilâhın bu âlem için bu acziyyeti dilemesini idrâk etmesidir. İbn Sînâ’nın ifâdesiyle;

“Bildim ve anladım ki; hiçbir şey bilinmemiş, hiçbir şey anlaşılmamıştır!”  

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: