HAKİKÎ NİZÂM’A MARAZ
Farkındalık, zorlamalarla ve özel zihinsel çabalarla değil; doğal bir yaşamla olur. Bu, zaman algısına bağlı olan bir zaman dengelenmesidir ve doğal zaman algısına uygun bir yaşam düzeniyle paraleldir. Aksi taktirde farkına varılan farkındalık, olması gereken farkındalığı, idrâki ört-bas edeceği için lüzumsuz bir faaliyetten öteye gidemez : Her modern alternatif gibi. Modern alternatifler hiçbir zaman asıllarının yerini alabilecek yeterlilikte değil. Fakat modern yaşam, ahlakî değil ama işlevsel ve yapısal olarak önüne geçilebilecek kadar hafif bir düzen de değil. Sistematik olarak önüne geçildiği takdirde diğer yandan insanların istekleriyle karşı karşıya kalınacağı için yine önüne geçilemez. Fakat aşılabilir. Küfürle mücahede bir yana eşya ve hadiselere memur insanın memuriyet görevi de en çok budur kendine karşı, kendisi için… Fakat önüne geçilebilir değildir. Eşya ve hadiselere karşı şuurla yaklaşabilme memuriyetinden kaçarcasına geleceğe, (progress)e, önüne geçilemeyecek eşya ve hadiselere dayalı geleceğe karşı sadece söylemlerde bulunan –ki fiilî bir boyutu yoktur- oyalanıcıların setrettikleri hakikat: Problemin aslı, alternatifleri asılmış gibi benimsemek ve bu asılmış gibi benimsenen aslın alternatifi ahlak ve varoluşla ve de ruhu da beden gibi mekanik bir zamana tabi tutup maddeci bir kişiliğe bürünmek suretiyle idrak ile ilintilendirmektir. Oysa maddî olarak hızlı olan bir yaşam tarzı ruhî olarak hızlı olmayı gerektirmez. Ruh zamanı ile beden zamanı arasında doğrudan bir ilişki vardır. Fakat bu ilişki mutlak değildir. Zira maddî olarak hızlı bir yaşam çerçevesinde yavaş sayılabilecek ruhî faaliyet gerçekleştiren birçok insan vardır. İstençlere göre durumlar azaltmak veya artırmak ya da alçaltmak veya yükseltmek suretiyle değiştirilebilir olduğu için her doğrudan ilişki mutlaklık arz etmez.
Mutlaklaştırma tuzağına düşülmedikten sonra geriye komiklikten kurtulmak kalmaktadır. Bunun için kutsal bir ciddiyet gerekiyor. Zira kutsal bir ciddiyet sahibi olmayanlar eşya ile ruh zamanı arasındaki uyumsuzluğu sebebiyle bazen komik, bazen de trajikomik duruma düşebilmektedirler. Bunun sebebi eşya ve hadiselere yaklaşmada kutsal ciddiyete sahip olmak istemedikleri ve dolayısıyla olmadıkları için sorumlulukları, ruhundan uzak bir şekilde yerine getirmeye çalışmalarıdır. Zira yerine getirilen sorumluluk aslın değil, aslın alternatifinin sorumluluğudur. Yıkıcı ve tahrip edici olunmaksızın doğaya, eşyaya işe yarar alternatifler bulup bu alternatifleri tatbik etmek anlaşılır fakat ruha, maneviyata, hakkaniyete ve insanlığa alternatifler uydurup bunları tatbik yoluna gitmek anlaşılır değildir. Bu, birtakım zihinler ve kalpler tarafından anlaşılabilir olsa da ruhun alternatiflerinin toplumsallaştırılması hiçbir şekilde anlaşılabilir ve kabul edilebilir bir şey değildir. Çünkü toplum, içerisinde barınan her bireyi alakadar eder. Anlaşılma sağlanamayan husus, bireyleri toplum açısından hangi sorumlulukların beklediği ve alakadar ettiği hususudur. Tam da bu noktada, üst bir perdede şu husus kendini gösterir: Kimlik bunalımıyla sorumluluk problemi arasında doğrudan bir ilişki vardır. Fakat fiilî olarak insanlara yüklenen kimlikler genelde birleştirici değil, ayrıştırıcıdır: Bugün hemen hemen her devletin yapısı millî devlettir. Ve bugün büyük bir köye benzetilen dünyanın bazı küçük ve hemen hemen her büyük ülkesinde de farklı milletlerden topluluklar veya tek tek bireyler barınmaktadır. Milli devletlerin dayanakları tarih ve millî liderlerdir. Tarihten geriye kalan millî dava, millî şuur, millî benlik gibi birçok şey ve millî liderlerden geriye kalan birçok kemik vardır. Fakat bunlar yeni doğan bir insanın varoluş süreci için mutlak manada önemli olmayabilecek şeylerdir. Teorik olarak önemi olmayan bir şeyin pratik olarak daha doğrusu pratikten doğabilecek bir ruhsal kazanımın ne gibi bir faydası olabilir ki? Zira bugün birçok millî devletin haysiyetinde demokrasi engeli vardır. Birçok millî devlete dayatılan demokrasi engeli; mezkur devletlere demokrasiyi; millî menfaatlerin, millî bütünlük ve beraberliğin ve millî sınırların üstünde tutmalarına icbar etmektedir. Ve dahi millî devletler de ön kabullerinden dolayı aleyhlerine olan bu durumu nefsaniyetleri hesabına hazmedebilmektedirler. Öte yandan üst kimliklerin birliğiyle irtibatlı olarak milliyetçilik duygusu beslenmekte; alt kimlik olarak milliyetçi olmasına rağmen üst kimlik olarak farklı bir kimliğe sahip bir toplum, alt kimliğinden dolayı güya hâkim olan gücün* üst kimliğine dayalı varlık alanına ve bu alanda cereyan eden faaliyetlere hizmet etmektedir. Örneğin bugün millî devletlere Amerikan milliyetçiliği hâkimdir. Eğer farklı bir ırktan bir birey ideolojik olarak salt kendi ırkını müdafaa ediyorsa; bu savunmasını Amerikan ırkını üstün tutmak koşuluyla elde edebilir. Bu konuda bireyler ve toplumlar neyi belirtirlerse belirtsinler, devletler nezdinde bu, böyledir. Gözden kaçan mühim bir husus olarak devletlerin üst kimliklerinde birleşmeleri söz konusudur: Amerika’nın üst kimliği Hristiyanlıktır. Rusya’nın da ve bir yığın Batı devletlerinin de… Örneğin Türk halkı Müslüman olmasına rağmen Türkiye’nin devlet yapısı millî devlettir. Millî olarak Amerika’ya hizmet ettiği için aynı zamanda –ister istemez- Hristiyanlığa da hizmet etmektedir; bir yığın Doğu devleti gibi.
Burada şu gerçek açığa çıkıyor: Devletler bu görünmeyen ama var olan kimlik bunalımlarının pençesinde kıvranacak ve bu kıvranışlarla alternatif arayışlara girmeye başlayacaklardır. Millî devletlerin iflasının bu hadiseye denk gelmesi muhtemeldir. Her ne olursa olsun şimdilik bu, böyle olduğu için “…; Müslümanım da..” veya “Ben aynı zamanda Müslümanım” diyen kişilerin, İslam’ın ve “Ben (sadece) Müslümanım” diyenlerin aleyhinde Hristiyanlara ve Hristiyanlığa hizmet ettiği komik sahne devam ediyor.
*Hâkim olan Allah’tır.
Abdurrahman ABIKA