NECİP FAZIL’IN “MAKASLANAN” SOHBETİ
NECİP FAZIL’IN “MAKASLANAN” SOHBETİ
-Hiç Yayınlanmayan Bölümler-
TAKDİM
Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşımızın haber vermesiyle You Tube adlı sosyal paylaşım sitesinde Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in daha önce hiç yayınlanmamış bir videosunun paylaşıldığını öğrendik. Farklı kişiler tarafından ve bölük pörçük yayınlanmış videoyu toparlayıp bütün hâlinde dinledikten sonra bu çalışma elzem oldu. Çünkü bahsi geçen videoda yer alan sohbet Üstad Necip Fazıl’ın vefatından iki buçuk ay önce, 05 Şubat 1983 tarihinde Ahmet Kabaklı ve Ayhan Songar başta olmak üzere Türk Edebiyatı Vakfı temsilcilerince gerçekleştirilmiş olup, bugün Büyük Doğu Külliyatı içerisinde Konuşmalar adıyla yer alan kitapta mevcuttur. Aynı zamanda Ahmet Kabaklı bu sohbetin kendisi veya yanındakiler tarafından çözümlenmiş ve hazırlanmış metnini kendi kitaplarında da kullanmıştır. (Sultanü’ş Şuarâ Necip Fazıl kitabında ve Sohbetler 2’de…)
Dikkat edilmesi gereken bir husus şudur ki, Üstad’ın Konuşmalar kitabında yer alan bu sohbet, kitaba Üstad’ın vefatından sonra ve Türk Edebiyatı dergisinde yayınlandığı şekliyle girmiştir. Kabaklı bu sohbeti önce yazdığı gazetede, kendince İBDA Mimarı sayın Salih Mirzabeyoğlu’nun eseri “Necip Fazıl’la Başbaşa”yı taklit ederek Sohbetler başlığı ile kullanıyor, Üstad’ın vefatından hemen sonra da apar topar çıkardıkları Haziran 1983 tarihli Türk Edebiyatı dergisinin Necip Fazıl özel sayısında “bütün” olarak veriyor. En azından biz bahsettiğimiz videoyu izleyene kadar öyle zannediyorduk. Oysa gördük ki, Kabaklı bırakın sohbetin bütününü yayınlamayı, bir edebiyat araştırmacısının asla atlamaması gereken ve Üstad’ın belki başka hiçbir yerde böyle ayrıntılı anlatmadığı bazı hususları da makaslamış. Hele Peyami Safa’yla ilgili olan bölüm… Hani 12 Eylül şartlarıdır, siyasi mevzuları vs makaslarsın; bir yere kadar anlaşılır. Ama bir edebiyat araştırmacısı sıfatıyla, Üstad’ın Bâbıâli’de bile olmadığı kadar cömertçe bahsettiği bazı edebiyat adamlarıyla ilgili bilgi ve bölümleri nasıl “yok” sayabilirsin? Akıl alır şey değil.
Videoda şahit olduğumuz edepsizlikleri atlıyorum. Çünkü başrolde yer alan iki isim de (Ahmet Kabaklı ve Ayhan Songar) vefat etti. Eğer yaşıyor olsalardı, Üstad’a o hâline rağmen, pişkince bir ısrar sergileyerek baştan sona Çile’yi okutmaları, zulmetmeleri karşısında farklı şeyler yazardık. Sulu “makat” esprisi(!) de cabası… Resmen Üstad’a işkence edilmiş! Yahu be adam, sen edebiyat araştırmalarıyla kendine öyle veya böyle yer yapmış bir isimsin; Necip Fazıl sana bir şeyler anlatmak, yol göstermek istiyor, çağdaşları hakkında daha evvel hiç görülmediği kadar özel hatıra ve analizler naklediyor. Sen ona konuşma şevki vermek ve bunları zenginleştirici sorular yöneltmek yerine, ısrarla “ille de Çile’yi isteriz!” diye tutturuyorsun; ayıp. Hoş, hazır anlattıklarını da makaslamış ve mezara gömmüşsün ya… Oysa o anlatılanlar her şeyden önce senin için bir problem teşkil etmeliydi. Hani adın “Türk Edebiyatı Vakfı”olunca… Neyse, muhatap ahirete irtihâl ettiğinden, fazlası söylenmiyor.
Üzerinde durulması gereken ikinci bir husus ise, sohbetin ortasında video sona eriyor. Yani bu konuşmanın devamı niteliğinde muhakkak en az ikinci bir kaset olmalı. Sadece ortaya çıkan bu ilk kasette bile makaslanan sayfalarca mühim yer varken, acaba ikinci kasette neler ve neler güme gitti. Birisi Allah rızası için ikinci kasetin peşine düşsün. Bu ikinci (ve varsa üçüncü) kaset özellikle İBDA bağlıları için mühim. Çünkü Salih Mirzabeyoğlu’nu kastederek söylediği: “Orada, İstikbâl İslâm’ındır” diye güvendiğim bir gence bir etüd yaptırdım. Güzel oldu etüdü” cümlelerinin sarf edildiği sohbet budur ve yayınlanan video ise konuşma o bölüme gelmeden sona eriyor. Acaba başka neler söyledi?
Büyük Doğu yayınlarından istirhamımız, Konuşmalar kitabının yeni baskısına, ortaya çıkan video kaydını esas alarak yeni bir çözümleme yapmaları… Eğer ikinci video da ortaya çıkar ve orada da en az ilki kadar makaslanmış yer olursa, zaten bu sohbet başlı başına bir kitap hacmine erişir. Ama en azından şu videonun makas yemiş yerlerini Konuşmalar kitabının yeni baskısına dahil etsinler.
Ahmet Kabaklı zannımızca Peyami Safa’yı Üstad’dan “korumak” için böyle bir sansür yolunu seçmiş. Gerçi Büyük Doğu yayınları da bir başka eserde yine Peyami Safa hususunda benzer bir makaslama metodunu seçmişti. Büyük Doğu Yayınlarının idarecileri, Üstad’ın Yeni İstanbul gazetesinde 1960’lı yılların ortalarında kaleme aldığı çerçeveleri hiçbir tasnif kaygısı gütmeden toplarken; sıra 15 Haziran 1965 tarihli ve Peyami Safa’nın vefatının 4. yıldönümü vesilesiyle yazılmış fıkraya gelince derledikleri kitaba almamıştır. Halbuki bahsi geçen “Peyami Safa İçin” başlıklı onu bir nevi metheden bu yazının belki de izahı, tam tersi bir maksatla Ahmet Kabaklı’nın yok ettiği ifadelerdedir. Kabaklı’ya söylediği: “Biz onu, düşmanlarımıza karşı olsun, bir nevi siperler arasında bulundurmak mevkiindeyiz.”
Kısacası, Üstad’ın yayıncısına düşen vazife, onun tam aksi yönde vasiyetinin olmadığı durumlarda, ona ait tek bir harfe bile dokunmadan olduğu gibi yayınlamaktır. Umarım hem “Peyami Safa İçin” başlıklı 15 Haziran 1965 tarihli çerçeve dahil olur külliyat bütününe; hem Kabaklı’nın aklı sıra Peyami Safa’yı Üstad’dan koruma güdüsüyle “yok saydığı” bölümler… Neyi nerede ve hangi amaçla söylemiş olabilir; bunların yorumunu ehline bırakalım. Ama önce ne söylendiği “bütün” hâlinde ortada dursun.
Bizim burada naklettiğimiz çözümlemeler makaslanan yerlerin tamamı değildir. Meselâ bazen o mevzu makaslanmamış ama aradan bir cümle kırpılmış. Oralara girmedik. Baudelaire’den Fransızca bir mısra okuyor meselâ; onu kesmişler ama öndeki ve arkadaki cümleler var. Kabaklı Nedim’in bir beyitinin ilk mısraını okuyor, Üstad hemen devamını getiriyor. O da makaslanmış bölümlerde… Ama biz o tafsilata girmedik. Vahdettin bahsinde söylediği “cüretkâr olunuz” cümlesi de makas yemiş. Daha çok var öyle. Bizim aşağıda toparladığımız yerler müstakil bir mevzu olan kısımlar… Başlıklandırmalar tarafımıza aittir.
Metni hazırlarken videoyu yayınlayan Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı’nın, sözlerin daha kolay anlaşılması için videoya eklediği yazılı metinden de oldukça istifade ettik. Ancak videodaki yazı metninde özellikle noktalama işaretleri konusunda mânâya zarar verecek kadar özensizlikler olduğunu fark ettiğimizi de belirtmeden geçemeyiz. Üstad’ın bu konuşmasında kullandığı cümleler kopuk kopuk ve tedailer hâlinde akıyor. Biz cümleyi bölmek pahasına, virgüllerle devam etmeyip, üç nokta işaretiyle ayrı ayrı cümleler hâlinde verdik. Böylece hem konuşmanın olduğu gibi görülmesi, hem de mânâyı zedeleyecek yanlış bir imla kullanmanın olabildiğince önüne geçmek istedik. Videodaki metinle ihtilafa düştüğümüz kelimeler konusunda da parantez içi açıklamalar yaptık ve kendi anladığımızı yazdık. Bir de apaçık yanlışlar vardı ki, oraya hiç girmedik ve olduğu gibi kendi doğrumuzu yazdık. Mesela Üstad diyor ki: “Ve zannederim ki, için için müthiş bir hasud idi”. Video metnini hazırlayanlar bunu “İsmail diyor ki, için için müthiş bir hasud idi” şeklinde yazmışlar. “Zannederim ki” ifadesi, “İsmail diyor ki” olmuş!
Diğer yandan Üstad’ın bahsettiği yabancı isimleri, tıpkı kendi kitaplarında yer aldığı şekliyle verdik. Meselâ Shakespeare değil, tıpkı onun gibi (Şekspir) diye yazdık.
Şimdi bizim “yazılı metin olarak ilk defa” kaydıyla naklettiğimiz bölümlerde bahsi geçen mevzuları onun Bâbıâli başta olmak üzere, çeşitli eserlerinde bilvesile işlediğini bilen Necip Fazıl okuyucularının aklına “bunlar yeni şeyler değil ki” vehmi düşebilir. Ancak aralarda yepyeni ve atlanmaması gereken hüküm ve bilgilerin olduğunu ısrarla belirtmek isterim. Mesela Ahmet Kutsi Tecer’in folklora dönüşü hususunda “bu bir düşüştür” demesi ve üstüne basarak folkloru düşüş olarak nitelemesi çok önemli bir tespittir ve bir çok araştırmada anahtar olacak bir kıymet ifâde eder. Şahsen Üstad’ın bu hususta böyle net ve açık bir hükmüne daha evvel rastlamadım. Böyle bir ifâdeyi makaslayan kişinin Ahmet Kabaklı olması ayrıca düşündürücü… Yine Peyami Safa ile Para piyesi etrafında yaşadığı kavgayı Hücum ve Polemik yazılarında ana hatlarıyla okumuştuk; ama mahkemede aralarında geçen ve adeta sofistiklerle Sokrates’in tartışmalarını tedai ettiren diyalog çok mühimdir. Tanpınar’ın fikri yönüne dair bu kadar sarih ifâdesine de ilk defa rastlıyorum. Bâbıâli’de bunu üstü kapalı olarak dile getirmişti. Gerçi Kutsi’ye nispet söylenen bir ifâdedir; müstakil değil. Onu da belirtmeden geçmek olmaz.
Yine şahsım için yeni olan ve Üstad’ın bugüne kadar yayınlanmış hiçbir kitabında rastlamadığım bir başka bilgi ise Halide Edip Adıvar’ın, Üstad’ın bir konferans metnini görüp, onu takdir niyetiyle söylediği “Türkiye’de böyle adamlar var mı?” sözüdür. Abdülhak Hamid’le ilgili Üstad’ın verdiği konferansın kitapçığı, Muhsin Ertuğrul tarafından o sırada yurt dışında bulunan Halide Edip’e gönderilmiş ve böyle karşılanmış. Üstad bu bilgiyi daha evvel nakletti mi bilmiyorum ama şahsım adına ilk kez rastlıyorum. Her şey bir yana, büyüklerin ağzından çıkan her söz yenidir ve mademki Necip Fazıl bunları anlatmış, daha evvel 50 kitabında bile benzer şeyleri söylese, yayıncıya düşen onları ilk defa söylenmiş gibi neşretmektir.
Bizim de yanlış çözümlediğimiz ve hatta yanlış imlâ kullandığımız yerler varsa tenkid ve tavsiyeleri büyük bir memnuniyetle karşılayacağımızın bilinmesini isteriz. Yeter ki, Üstad’ın tek kelimesi bile eksik kalmasın ve hakiki muhatabına olduğu gibi iletilebilsin. Biz de buna aracı olabilirsek ne mutlu! Evet, ADIMLAR Fikir, Kültür, Siyaset Platformu olarak, Üstad’ın sohbetinin makaslanan ve daha önce yazılı metin olarak hiçbir yerde yayınlanmayan bölümlerini ilk defa neşretmekten büyük bir keyif duyuyoruz.
Hakan YAMAN
20 Ocak 2016
1- TESİR VE İNTİHAL
Ahmet Kabaklı: Efendim, şiirde hayranlıklarınız oldu mu? Yani büyük saydığınız birkaç şair yahut birkaç insan var mıdır?
Necip Fazıl: Sorunuzu başa alırsak eğer, bütün bir kere, eski edebiyatın şu ân mümessilleri ortadadır. Fuzulî, Bakî, Şeyh Galip… Çok takdirkâr kelimesini kullanacağım… O nizâmın, o ifadenin, o yerleşik cemiyetin, o hususi hassasiyetler içlerinden doğma… Hayranım denilebilir. Ama hayranlıkta meri irade kaybı da vardır. O kadar beni bağlamışsa bilmem.
Garp edebiyatında geçtiğim merhaleler oldu. Mesela (Bodler) ve (Rembo) falan gibi, çok sonradan anlaşılan, daha doğrusu ele alınan adamlar beni alâkadar etti. Sonra onlarda da sahte sıva emareleri gördüm. Yani büyük mikyasta hayran olduğum (Şekspir)i severim. Onun yaralı bir kafası vardır. Müthiş bir şey…
Şimdi sırası geldi, küçük bir hatıramı söylemek isterim. Ceyhan’da Osmanlı Bankası’ndayım. Fransa’dan yeni dönmüştüm. Ata bindim. Adana yolunda… O vakit orası asfalt filan değil. Toprak yolda atla gidiyorum. Şöyle ufka doğru baktım, arz cazibesi kanununu düşündüm o ân. İstikâmet değiştirse benim ufka doğru düşmem lazım. Ve bunu herhangi bir şeyle… Böyle bir nevi… [buradaki kelime tam anlaşılmıyor. Videoyu yayınlayanlar ne anlama geldiğini tespit edemediğimiz “ortadizasyon” demiş. H.Y.] hâlinde hususi bir telkinle nefsime yaşar gibi oldum. Aradan bir müddet geçti, (Lear)’de aynı imajı buldum. Eğer ben bunu yazsaydım o zaman, bana (Şekspir)’den çaldın diyeceklerdi.
Şimdi Peyami ölmüş bir adam. Mahiyetini, şusunu, busunu konuşmayalım. Allah, Celâl ismiyle her müslümana rahmet eylesin. Başka sözüm yok. Ama onda bir dedektif kafası vardı. Dosyalar tutar, bilmem kim kimden ne çalmış diye… Buna mukabil kendisi Tereddüdün Romanı’nda bütün muharrirlerin eserlerinden parçalar alır, tırnakla gösterir, kaimi söylemezdi. Yani bunların hepsini Peyami’nin zannedebilirsiniz. Evet, şimdi bu benim mühim şiirlerimden biri olan Kaldırımlar’ı kendisinin romanındaki bir pasajdan çaldığım iddiasındaydı. Kulağınıza geldi mi böyle bir şey?
Ahmet Kabaklı: Geldi efendim.
Necip Fazıl: Evet… Benim müdafaam şu oldu ona karşı. İki tarafı da alın ele, hangisi hangisine sığabilir, bulun… [Burada bir cümle anlaşılmıyor. H.Y.] Anlatabildim mi bilmiyorum. İşte bu böyle… Temyiz kararı gibi bir şey… Yani ortada… Bunlara, bayılırdı böyle şeylere.
Meselâ Kutsi ve Hamdi… Bu ikisini takdir ederim ben. Bir mecliste kim kimin üstadı falan diye bir şey konuşulurken onları benim üstadım gibi gösteriyor. Aynı cevabı vermek lazım gelir. Onları methetmiş olmayı bir nevi tesir altına girmek diye alıyor. Eser ve tesir nerede, yan yana koyamıyor, mukayesesini yapamıyor.
Ahmet Kabaklı: Ama onlar onu söylemediler hiçbir zaman efendim. Akıllarından bile geçirmediler.
Necip Fazıl: Tabii… Hiçbir zaman efendim. Yani bir adamın, çaldığın adamın eserini… İntihal vaziyetinde o adamın hiç lehinde konuşmamak lazım gelir. Dikkat buyruluyor mu? Lehinde oldunuz mu tamam. Kutsi kendisi için hiçbir zaman… ne kendisi düşündüğü, ne de Hamdi vesaire… mevzu bahsettiğimiz bir tarzda… ağzına hiçbir kelime almadığı hâlde… Zaten gayet donuk bir karakteri vardı… Benim Kutsi’yi bu kadar öne atışım [buradaki h harfi ile başlayan kelime tam olarak çözümlenemiyor. Sanırım “haricim…” H.Y.] dışında… Kendimi veren adamım… Kendimi vermeyi seven adamım. Bu onda garip bir tabiilik buluyor. [Videoya yazı metnini hazırlayanlar “garip” kelimesinin yerine “gayet” yazmışlar ancak bizim duyduğumuz “gayet” değil, “garip”… Cümlenin akışı da bunu destekler nitelikte kanaatindeyiz. H.Y.] Polis hafiyesi… Bir şeyler almış olmalı ki… Bunu böyle yansıtıyor kafasından… Hadi öyle de… tersi var… illeti… Demin dediğim gibi…
2- PEYAMİ SAFA ETRAFINDA
Ahmet Kabaklı: Peki efendim. Şimdi bir sual… Bu (Şekspir) için “kafası yaralı” tabirini kullandınız. Harika ve sizin sevdiğiniz bir tabir ve sizi bize düşündüren bir tabir… Şimdi bu çağdaşlarınız, yani muasırlarınızın, daha doğrusu yaşıtlarınız veya birkaç yaş büyük olan arkadaşlarınız arasında “kafası yaralı” tabirine en yakın olanı Peyami miydi efendim? Ve bunlar arasında sizin düşünceleriniz… Diğerlerini nasıl tensip buyurursunuz?
Necip Fazıl: Peyami’yi size arz edeyim. Onunla çok uzun arkadaşlığımız var. Peyami berzahta kalmış bir adamdır. Daha evvelki Peyami, babası çok öksüz bırakır onu erken yaşta… Peyami bir takım banalitelerle uğraşmıştır. Yahu biz bu adamın edebiyat dairesi içindeki mevkiini seninle dostluğuna bağlıyoruz, evet, bağlayıcı bulmuyoruz gibi… Böyle gitti bu iş. Benim tesirim var-yok… Onu sizin gibi bir edebiyat müellifi, fikriyatçısı istikbâlde halleder-etmez… O ayrı dava… Fakat tesir altında bırakan zaten buna dikkat etmez.
Ben onu tanıdığım zaman o 25 yaşlarındaydı, ben 19-20 yaşlarındaydım. İlk şiirlerim Yeni Mecmua’da çıkıyor. Mutantan… o devre göre… bir vaziyet karşısındayım… biliyorsunuz… hiç öyle şiire kapılıp heveskârlardan… kabil değil… Ve hep Beylerbeyi gelir gözümün önüne… Bir Yalılar koyu vardır orada. Akşamları çıkar bu adam… Bir kolu sakattır… böyle arkasında tutar kolunu… böyle gider gelir, uzaktan görürsün. Sonra bir gün bir vapurda bana takdim ettiler onu ve arkadaşlığımız başladı. Fakir ve böyle şey bir hayatı vardı… Böyle kâğıttan perdeleri vardı evinde, hiç unutmam… Mustarip bir adamdı, evvelâ fizik ıstırabı aksediyordu ruhuna. Ondan sonra başladı dostluğumuz. Ve bütün işimiz gücümüz hep fikrî meselelerdi. Biraz da bohemyen bir taraf yok değildi hayatımızda vakıa. Böyle gitti.
Ondan sonra Peyami’de şey başladı. Kaliteye doğru kayış… Onu da arz edeyim. Burada bir ima yapmıyorum. Kendimden bir şey yapmıyorum. Başladı ve bir metafizik susi dediği Avrupalıların, ıstırap-kaygı… Evvela birçok çirkini tespitte müşterektik. Mesela komünizm düşmanlığımız beraberdir, şu bu beraberdir. Onun da dini meselelerde, ne dereceye kadar ilerleyebilmişse bilmiyorum, orda tesir kabul edebilirim. O da öyle. Ondan sonra Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu yazdı. Fakat için için de bir hayranlığı vardı Nazım’a… Ona ithaf etti kitabını. Biliyorsunuz Nazım’a ithaf ettiğini.
Ahmet Kabaklı: Biliyoruz efendim.
Necip Fazıl: Yani bulamadı kendini, bulamadı. Meselâ… [buradaki bir kelimeyi çözümleyemedim. H.Y.] bir yazı yazıyor Ulus’ta… Adnan beyi tenkit için… İşte şu şudur, bu budur, eski lisana doğru dönüş de, bilmem ne, şeriat istemektir, şeriat da şudur falan gibi böyle korkunç…
Ahmet Kabaklı: Halk Partisi ağzı…
Necip Fazıl: Bir böyle oldu, bir öyle oldu; bir öyle oldu, bir böyle oldu. Daha fazla konuşmak istemem. Böyle gitti bu iş.
Bir gün ben, sırtımda bir askeri kaput, Bâbıâli’den iniyorum. Buna rastladım. Bunlar hep var, benim baş ağrımda… “Annem” dedi, “ölüm hâlinde hasta”… Biz hemen… O zamanlar Halıcıoğlu’ndaydı İstihkâm Zabitlik yeri… Yetişmem gerek der demez döndüm doğru bunun evine… Dört gün, dört gece mi ne kaldım evinde. Şimdi doktorlar gelir gider. Koma hâlinde… Süre biter… O kadar tesir etti ki, bana o manzara… Müthiş! Ve ona dikkat ettim… Anası ölüm hâlinde diye bir an ayrılmadık birbirimizden… Dört gün, dört gece… Hatta ufak bir müşahedem oldu… Gene Kafa Kâğıdı unsurlarından biri… Bir kedi vardı da… Bunun [Peyami Safa’nın annesini kastediyor. H.Y] kanını alıyorlardı boyuna… Böyle bir tas içinde, karyolanın altında kanı… Kedi gitmiş, korkunç bir şey… Söylerken bile ürperiyorum. İçmiş o kandan… Böyle, kedi çıktı meydana… Gözlerine perde çekilmiş şeklinde… Beyaz böyle gözleri… Kör… İçtiği kandan…
Evet, işte ondan sonra Peyami’de bir nevi politik mücadele… Bu sefer ortaklığa benzer, tamamen akise benzer hececiler olmadı değil… [Üstad burada “heceler” mi demek istiyor? Mânâyı ehline ısmarlamak lâzım diyerek olduğu gibi yazdık. H.Y.]
En büyük ihanetini bana, tutu, Para piyesinde yaptı.
Süleyman Yalçın: Sigara ister misiniz? Sigara…
Necip Fazıl: Hayır, içmeyeyim şimdi. İlk defa birisi sigara veriyor ve reddediyorum. [Gülüşmeler…]
Yaşar Çimen diye bir serseri vardı. (Ouro Puro) diye bir eser İtalyanca’dan… Muhsin’e vermişler tercüme… Muhsin’de güya bana vermiş… Bende oradan çalmışım, tiyatroya vermişim. O kadar bu iftiranın tesiri altında kaldım ki, bir gün Neslihan’a şöyle dedim:
-Yav ben uykuda mı çaldım bunu da, farkında değilim?
Fakat böyle bir yalanı nasıl söyler? Dava ettim. Ömrümde hiç kimseyi dava etmedim. Dava ettim. Çok alâka gördü. Müthiş rencide oldular. Salonu Ağır Ceza Mahkemesi’ne aldılar. O da, sana mühim geliyor diye… Şu oldu, bu oldu… Dedim ki, efendim, ispat diye bir şey yoktur kanunda. Yani hakaret hakarettir. İspatla mükellef değildir. Yeni kanunda bu var galiba… Ama ispat hakkını verir de siz ona, o da bunu ispat edebilirse suçu düşer. Evet, ispat etsin dedim. Ve suçu düşsün.
Şimdi bu gitti, bir takım şeyler buldu. O polis hafiyesi zekâsı var ya… O, o noktada çok zeki idi… Buldu… Mesela, Muhsin’in bir intihal şeyini bulmuştu, korkunç. Sırasında söylerim onu. Buldu… Her biri bunların teferruat… Mesela kapısı varmış orda, benimkinde de kapı varmış, sahnede. İşte, penceresi sağdaymış orada, benimkinde de sağdaymış. Buna benzer şeyler… Mantıkta gayrı kabili mukavemettir. Mantık tertibi olarak şunu söyledi:
-“Efendim, benim babam” dedi, “İsmail Safa Beydir. Evet, gözlük takardı, herkes takar… Dişinin bir tarafında bir kron vardı, herkeste kron olabilir. İşte, bir düğmesi vardı ceketinin, bilmem nesi vardı ceketinin, evet, herkeste olabilir. Ama onların hepsi toplandığı zaman bir İsmail Safa çıkar ortaya” deyince, müthiş bir sofistik mantık çıktı ortaya… Aldatıcı mantık.
Hemen söz aldım ve dedim ki:
-Efendim, bunun bahsettiği, babasından bahsettiği umûmîyattır. Felsefede buna umûmîyat denir. Hususîyat değil. Yirmi tane umûmîyatın birleşmesi yirmi tane umûmîyat eder. Herkeste bulunur. Düğme de, kapı da… Fındık bile deliği ile fındık kabuğudur, işte o. Kurt onun deliğinden girer.
Müthiş bir şey oldu. Hatta bir alkış koptu filan da, hâkim bağırdı, çağırdı, etti, neyse… Geldiler bunlar bana, dediler ki, tarziye versin, vazgeç. Bir de şey vardı ayrıca… Nihat Çelli davası… Buradan bir ay hapis alsa, hepsini birden çekecek… Kendi tarziye verdi, neyse bıraktık. Vazgeçtik. Ben kimseye hayır diyemem. Böyle…
Netice şurada toplanıyor: bu adam bir zekâ idi şüphesiz. Fakat mecrasını bulamamış, kanalını açamamış bir zekâ idi. Ve teessüs etmemiş bir insandı davasında. Ve zannederim ki, için için müthiş bir hasud idi. Sonunu bilmiyorum. Allah’a havale ederim. Biz onu, düşmanlarımıza karşı olsun, bir nevi siperler arasında bulundurmak mevkiindeyiz.
Ahmet Kabaklı: Efendim, ben bu ıstırap çeken, yaralı kafa tabirine uygun tarafları var mıydı? Yahut ne zaman teşekkül etti?
Necip Fazıl: Hayır, yoktu. Onda şey yoktu… Onda fikirlerin ezası yoktu. Yalnız şeyi vardı. Ne bileyim, bir istidadı vardı.
3- TANPINAR, KUTSİ TECER VE BURHAN TOPRAK’A DAİR
Ahmet Kabaklı: Peki efendim, bu mevcut arasında, arkadaşlarınız arasında Tanpınar’ı mı, (Ahmet Hamdi beyi mi) daha üstün bulursunuz; mesela Muhip ki, sizin tesirinizde yetişti, sonra şahsiyet kazandı; yoksa mesela Kutsi mi? Bunları ne ölçüde?.. Evet…
Necip Fazıl: Kutsi ve Ahmet Hamdi Tanpınar bizim neslimiz demektir. Ve bu hececilerden sonra gelen nesildir. Hececiler benim için Ziya Gökalp’ın ilk devşirmeleridir. İlk defa muhtevayı getirmeye doğru giden bizim nesil oldu. Heceye…
Bu arada, entelektüel olarak, bazen fikri şey olarak, Hamdi epey ileridedir. Kutsi’de de, kelimelerin böyle gizli ahengini sezen… (Langaj)… Böyle lisanını şey eden… Yani böyle bir mistiği var onun. Onun da sonu hoşuma gitmedi. Çünkü işi şeye bağladı o… Bir nevi folklora bağladı. Evet, bu bir düşüştür. Onu da haber vereyim. Onu ona, onu buna tercih diye bir şey olmuyor ama Ahmet Hamdi’yi daha düşünen adam kabul ederim Kutsi’den. Kutsi biraz şeydi böyle… Dışıyla yaşayan bir adamdı. İçini de belli etmezdi.
Mesela bir gün Burhan Toprak’a demiş ki: “Ben ne gayrı tahammülü kabil bir insanım değil mi?” demiş. Yoo demiş, “kabili tahammülsün.” O, bunun, Kutsi’nin büyüklüğüne delil oldu bu sözü. Halbuki Kutsi bunu basit bir şey olarak söylüyor. Arz edebildim mi?
Burhan’da ayrı bir âlemdir benim neslimden. Odasına girdim bir gün hocayken… Orada, sana müthiş bir haber vereceğim dedi. Nedir dedim. “Ben bugün 40 yaşıma girdim” dedi. İçimden düşündüm, dedim bu ne zavallı adam… Ben o zaman 35’lerde falan değilim… Sonra… Şimdi 40… Aramızda, bilmiyorum, Ahmet Bey kaç yaşındasınız?
Ahmet Kabaklı: Ben efendim, 59 yaşındayım.
Necip Fazıl: Hayır, hayır. Şeyden bahsediyorum. Arkadaştan…
Ahmet Taşgetiren: Ben mi? 35 üstadım.
Necip Fazıl: Hah, iyi, seni… [Üstad’ın burada espri niyetine söylediği ve hafif bir gülüşmeye sebep olan kelime “dava” mı, “davet” mi, tam olarak çözümleyemedik. H.Y.] edebilirim. O zaman 35 yaşındaki ben ihtiyar adam gözüyle baktım ona. Nasıl değişiyor zaman? Nasıl istikâmetler, yaşlar, şunlar bunlar… Bilmiyorum. Verdiğim cevaplar sizi tatmin ediyor mu?
Ahmet Kabaklı: Elbette efendim. Ne demek.
[Bu bölümde kameranın ışığından rahatsız olan Üstad ve bunun etrafında espriler(!) var. H.Y.]
Necip Fazıl: Hamit enteresan efendim. Siz sormadan ben söyleyeyim. Burhan kendini bulamamıştı ama ıstırap denen şeye tamamen malikti. Kaliteye… Peyami’nin ıstırabı, ruhî şeyi, fiziki noksanlığından geliyordu. Burhan vakıa hastaydı ama pek ileri bir fizik düşkünlük içinde değildi. Doğruları arayan adamdı. Bulmak isteyen adamdı. Ve şu formülü kullanırdı: yaşamak mı, yazmak mı? Eser mi, hayat mı? Evet, (Oskar Vayld)’ın bu sözüne bayılırdı: “Ben bütün dehamı hayatıma verdim, eserlerime yalnız istidadım kaldı.” Böyle boyuna arayış… Oldukça bir gün… Kendini burgulardı. Haaa! İyi bir şey buldum şimdi… İşte, şimdi Peyami’de olmayan bu… Kendi kendisini şey etmek böyle… Bir tabir olarak burgulamak değil. Bu kesinlikle doğru tabir olarak söylüyorum. Yani muhasebe-i nefsiye… (Pensemendi bunsiyans)… Burhan’da kâmil derecede vardır. Ama veremiyor işte.
Hadisler içinde en beğendiklerimden birisi… [Üstad burada önce hadisin Arapça aslını okuyor. H.Y.] “Hesaba çekilmeden nefslerinizi hesaba çekiniz.” Müthiş… Müthiş… Kâinatın nizamına memur olduğumuzu yalnız bu hadis ispat eder. Evet, o yoktu, Peyami’de hiç yoktu… Hiç… Hemen aldatırdı kendi kendisini… Hemen aldanıyordu.
4- ABDÜLHAK HAMİT VE HALİDE EDİP
Necip Fazıl: Abdülhak Hamid’de şey vardı mesela… O metafizik ıstırap kafası… Bir gün sordum ona ben. Sordum, dedim ki, hiç böyle gençliğinizde filan bir manevi buhran geçirdiniz mi? Bütün büyük eser sahipleri bunu geçirmiştir. (Göte)’si, (Paskal)’ı, şusu, busu… Konferansımda da vardır bu fasıl. Şöyle döndü, aaaah dedi… Babamın yanındaydım Rize’de, dedi. Eskiden… Şimdi kaç sene evvel bilmiyorum… Aynı buhranı geçirdim ve Rize dağlarına çıktım. Sonra baktım ki dedi, halk bir istikâmet tutturmuş gidiyor… Bende halka katılmaktan başka çare bulamadım dedi.
Konferansımda diyorum ki, işte orada, o dönemeç noktasıydı Hamid’in… O şeyi fablike edebilseydi… O “examen de concience”… Muhalleb zeka, deha sanatkâr olmasına mani yoktu. Fakat olmadı ve basit bir kopist olarak kaldı. Büyük söz söylemeye meraklı haddizatında.
Ahmet Kabaklı: Ciddiye almamış işi efendim.
Necip Fazıl: Halide Edip o zaman şeydeydi… Konferansımı verdiğim zaman ben… Hamid öldükten sonra… Paris’teydi… Muhsin ona göndermiş konferansı… Görmüşsünüzdür o konferansları kitap hâlinde… Evet. Yahu demiş, Türkiye’de böyle adamlar var mı demiş Muhsin’e… Yani o kadar beğenmiş. Abdülhak Hamid ve Dolayısiyle… Konferansın ismi bu. Evet, öyleydi.