“YAŞAYAN NECİP FAZIL SALİH MİRZABEYOĞLU” KONFERANSI – HAKAN YAMAN
ADIMLAR Fikir-Kültür-Siyaset Platformu Maraş Temsilciliğinin 21 Mayıs 2016 tarihinde yoğun bir katılımla Maraş’ta gerçekleştirdiği “YAŞAYAN NECİP FAZIL SALİH MİRZABEYOĞLU” konferansının konuşmacısı sayın Hakan YAMAN’ın konuşmasının tam metni…
Sayın Yaman’ın konuşmasının tabiî gidişâtı içerisinde hazırladığı metinden bağımsız olarak kaydettiği bazı hususların yer almamasına karşın, konuşmacının zaman darlığı sebebiyle dinleyicilere aktaramadığı kısımlar mevcuttur.
ADIMLAR Dergisi yazarlarından Hakan YAMAN’ın Maraş’ta verdiği, üç bölüm hâlinde yayınlayacağımız konferans metninin ilk bölümünü alâkalarınıza sunuyoruz.
Söz konusu metnin son bölümünde, Konferans’ın “soru-cevap” kısmında dinleyiciler tarafından sorulan soruları ve konuşmacımızın verdiği cevapları da bulacaksınız.
ADIMLAR Fikir-Kültür-Siyaset Platformu
YAŞAYAN NECİP FAZIL SALİH MİRZABEYOĞLU
Tevfik Fikret’in onca manzumesi içinde beni en çok saran ve üzerinde konuşmaya değer gördüğüm, henüz gençlik yıllarında büyük divan şairi Nef’î için yazmış olduğudur. Diyor ki, Nef’î için:
“Öyle bir nehr-i muazzam gibi cuş etmişsin
Fakat, eyvah! Çorak yerde akıp gitmişsin
Sana bir başka zemin, başka zaman lazımdı
Sana bir alem-i lâhut, nişan lazımdı”
“Muzazam bir nehir gibi coşup taşmışsın” diyor Nef’î’ye… Hemen ardından da hayıflanıyor: “Fakat, eyvah! Çorak yerde akıp gitmişsin.” Yani bu bereketli suların aktığı topraklar böyle çorak, böyle verimsiz, böyle kısır olmamalıydı. Bu muazzam nehrin sularının döküldüğü yerlerde, etrafı yemyeşil gür bahçelerle çevrilmiş bağlar, bostanlar olmalıydı. Toprak, senin taşıdığın bereketten istifade etmeliydi diyor.
Bugün buraya “Yaşayan Necip Fazıl Salih Mirzabeyoğlu” etrafında konuşmak için toplandık. Onun mevcut fikir ve sanat vasatımızdaki yerini bir dörtlükle anlatmaya mecbur kalsaydım,
Ona bir şiirle seslenmek zorunda kalsaydım, hiç kendimi zorlamaz ve Fikret’in Nef’î’ye seslendiği dörtlükle hitap etmek isterdim. “Sana bir başka zemin, başka zaman lazımdı / Sana bir alem-i lâhut, nişan lazımdı” demek isterdim. Kendisi de Kayan Yıldız Sırrı’nda yer alan şahane şiirlerinden birisinde, Zaman ve Şair’de diyor ya, “ömrü çağından erken” diye… “Evet şair… Ömrü çağından erken…”
Ne yazık ki, zemin de bu, zaman da… Ve her çağ kendi imtihanını yaşıyor. Bu çağ da Salih Mirzabeyoğlu ile imtihan oluyor. Necip Fazıl, Fikret gibi bakmaz olaya… “Tohum saç, bitmezse toprak utansın” der. Fikret’in hayıflanışı nasıl bir zaman ve zemin lazım olduğunun tespiti için değerlidir. Madem ki su bu kadar bereketli ve toprak böylesine çorak… Bize, yani toprağa düşen gerekirse yarılıp çatlayıp istihale geçirerek o sudan nasiplenmektir. Yoksa inanın bana o su, o muazzam nehir, -Mirzabeyoğlu- akacağı bir yatak, kendisine uygun bir zemin bulacaktır. Necip Fazıl “mekân Anadolu, zaman İslâmiyet” diyor. Layık olalım. Layık olmanın şartlarını oluşturmaya bakalım. Buna şahitlik etmek için buradayız.
Şahitlik demişken… İştikâk olarak şehitlikle iç içedir. Şehitlik şuuru bu davanın olmazsa olmazıdır. O anlaşılmadan ne Necip Fazıl, ne de Salih Mirzabeyoğlu anlaşılabilir. O ve Ben’i okuyanlar hatırlayacaktır. Orada Abdülhakim Arvasi Hazretleriyle olan bir konuşmasını naklediyor Üstad. Efendi Hazretleri “ölüm tehlikesi altında, canını kurtarabilmek için küfür sözü söylemeye ruhsat olduğunu, ancak söylemeyenin şehit olacağını” ifade eder. Üstad Necip Fazıl, hemen soruyor Efendi Hazretlerine: “Böyle bir durumda ben ne yapardım Efendim?” Efendi Hazretleri bakıyor böyle… Sfenks gibi başını çeviriyor ve hiç tereddütsüz, “Sen şehid olursun Necip” diyor.
İBDA “doğrulayıcılık usûlüdür.” Mezhepler de öyle… Ehl-i sünnet doğrulayıcılık usûlü üzerine kuruludur. Ve Salih Mirzabeyoğlu, “Yaşayan Necip Fazıl” olarak bizzat “sen şehid olurdun Necip” sözünün doğrulayıcısı olmuştur. Sadece kamuoyunda herkesin bildiği –bilinmeyen kısmını bir tarafa bırakıyorum- 16 yıllık işkence şartları da bu doğrulayıcılık usûlünün bizzat hayatla, en büyük eser olan hayatla gösterilmesidir. Biz de bu şehitlik şuuruna, Yürüyen Büyük Doğu’ya şahitlik etmekle mükellefiz.
Söz Nef’î vesilesiyle açılmışken… Salih Mirzabeyoğlu, düşünce tarihine dair yazdığı eserin son cildinde Nef’î’nin Necip Fazıl’ı hatırlatan özellikleri üstünde durur. Çok önemli bir bölümdür. Aslında Nef’î vesilesiyle anlatılan Necip Fazıl’ın tâ kendisidir. Ve tabii kendi yerini de yine aynı mevzu etrafında ve aynı sayfalarda hiçbir tevile yer bırakmayacak kadar apaçık söylemiştir.“Şunu -Nef’î gibi!- açıkça söylerim” diyor: “Ruh ve fikir olarak Büyük Doğu’nun (Üstadım’ın) idealizasyonu hususunda, ikinci olmayan, ikincisi de olmayan biriyim.” Büyük Muztaribler’de Nef’i vesilesiyle bizleri ikaz ettiği satırlar…
Arkadaşlar, bunu, bu ifadeyi sakın unutmayalım. Çünkü etrafta gördüğümüz ve bugün burada sizlerle bir arada olmak için bizi kamçılayan bütün sahtelikleri ifşada bize çilingir vazifesi görecek ölçü buradadır: “ikincisi olmayan, ikinci de olmayan…” Evet, Büyük Doğu’nun insan ve toplum meselelerine idealizasyonu ve Necip Fazıl’a doğrudan nispet kurarak, onun adına fikir serdetme hususunda Salih Mirzabeyoğlu’nun yeri burasıdır: “ikincisi olmayan, ikinci de olmayan…”
Fikret’in biraz önce okuduğumuz ve bize Mirzabeyoğlu’nun mevcut fikir ve sanat vasatındaki yerini hatırlatıcı şiiri meşhur Rübab-ı Şikeste’nin Portreler bölümündendir. Portre… Üstünde durmak lazım… Bir şahsiyetin temsil ettiği mânâya suret vermek… Onun sende görünen çehresini, kullandığın alete göre renkler veya kelimelerle resmetmek… Canlandırmak… Muhatabının sende olan yüzünü göstermek… Mânâda ve maddede… Konuşmamızın merkezinde Salih Mirzabeyoğlu’nun çizmiş olduğu Necip Fazıl portresi olacak. Bütün yollar oraya çıkacak. Bunun için çabalayacağız.
Necip Fazıl’ın en fazla mesele edindiği iki batılı şairden birisi olan Baudelaire, dilimize Fenerler başlığı ile çevrilen şiirinde, (Da Vinci), (Mikelanj) gibi rönesansın büyük sanatçılarının portresini çizmişti. Tevfik Fikret bunun bir benzerini Fuzuli ve Nef’î başta olmak üzere bazı şairlerimiz için yapmaya çalışmış.
Fikret, Baudelaire’i okumuş muydu; okuduysa ne kadar anlamıştı? Necip Fazıl, Büyük Doğu’dan çok evvel çıkardığı Ağaç mecmuasında Türk edebiyatında dair yazdığı ilk yazılardan birisinde Edebiyat-ı Cedide’nin ufkunun Baudelaire ve Rimbaund’yu görmeye yetmediğini söyler. Bu tespit, hiç haberdar olmadıklarından ziyade, anlamadıkları, suya dalmak yerine ayaklarını şöyle bir değdirip geçtikleri mânâsına da olabilir.
Hoş, nihayetinde anlamamak ile haberdar olmamak bir yerde aynı kapıya çıkar. Hatta anlayışsız bir haberdarlık, ki buna Mirzabeyoğlu “malumatfuruşluk” adını takmıştır, yerine göre büsbütün habersiz olmaktan daha beterdir. “Keşke bu meseleden hiç haberdar olmasaydın da, anlayışsızlığın bu kadarını sergilemeseydin” dedirtecek kadar azap vericidir. Örnek arıyorsanız, Necip Fazıl’a dair söylenen olur olmaz sözlere, onu anma görüntüsü içinde işlenen cinayetlere bakın. Hele bir de onun adına ödül törenleri düzenlemek moda oldu ki, edepsizliğin kaçı bir arada? Yeri geldikçe değineceğiz.
Portre çizmekten bahsetmiştik. Salih Mirzabeyoğlu’nun çizdiği Necip Fazıl portresi demiştik. Bu kavram genelde ressamlığı tedai ettirir. Fakat aslında başlı başına bir fikir davasıdır. Portre çizmek bir fikir koymaktır ortaya; o fikri hangi aletle ifadeye getirdiğin sonraki iş… Tabii bu genel mânâdan ayrı ama yine ondan beslenerek resim sanatı içinde de kendine has özel bir değeri var portrenin.
Fikret’in Baudelaire’i tanıyıp tanımadığını merak etmiştim. Baudelaire yazı dünyasına resim eleştirileri yazarak adım atmış… Döneminin çok ünlü bir resim eleştirmeni kabul edilir. Sonra tuttu şiirle portreler çizdi. Fikret’te ressammış ve şiir kadar da resimle ilgilenirmiş. O da bahsini ettiğimiz portre şiirlerini yazdı. Salih Mirzabeyoğlu’da resim yapar. Bu yönü pek fazla bilinmese de, kendine has çizgileri olan iyi bir resim sevdalısıdır. Fakat onun en büyük resmi, kelimelerle çizdiği Necip Fazıl portresidir ki, onu anladığımız gün her şey yerli yerine oturacak.
Necip Fazıl’ın portresini çizmek… Onun mânâsına suret vermek… Kendinde görünen Necip Fazıl’ı açık etmek… Öyle ki, bir yerde “Necip Fazıl’daki Necip Fazıl’ı da Necip Fazıl’a göstermek”… Resim yapmak… İBDA külliyatını takip edenlerin hatırlayacağı bir bahis vardır. Mirzabeyoğlu’na bir rüyada kendisini gösteren incelik, hikmet: “Resim Redd Kökündendir” diye bir bahis… Bu aynı zamanda resim sanatına dair yazdığı Elif isimli kitabın alt başlığıdır. Orada buna dair nefis bir münşeat vardır.
Münşeat, takip edenlerin bildiği gibi Mirzabeyoğlu’nun zaman zaman kullandığı ve patenti kendisine ait, manzum bir usulle fikri ifade ediş tarzlarından birisidir. İşte, o münşeatta resim demek olan “reddin” iştikak, yani kelimelerin kök âleminde doğrudan Büyük Doğu – İBDA müşterekliğine çıkan onlarca ilgisi görülür. Sıkıcı olmamak için fazla üstünde durmayacağım; “bir şeyin karşılığını icra etmekten” tutun, “savunma ve himaye”, “tekâmül”, “tohumlar meydana getirip muhafaza ve hıfzetme” anlamına kadar, her biri Mirzabeyoğlu’nun Necip Fazıl’a olan nispetini dile getirici bir lügat harmonisi…
Bütün bunların, kelimelerin kök dünyasının bize fısıldadığı hakikat şu: Mirzabeyoğlu, Necip Fazıl’ın mânâda ressamıdır. Tam burada Üstad Necip Fazıl’ın iki mısraı üstünde durmak lazım:
“Kim bu yüzü çizen sanatkâr ressam?
Geçip de aynaya soran olmaz mı?”
“Ölüm Odası B 7” tefrikasını takip edenler Mirzabeyoğlu’nun son dönemlerde sık sık Allah’ın Musavvir ismi üstünde durulduğuna dikkat etmiştir. Rasim vasfı etrafındaki mânâlandırmalar… Mutlak anlamda tek sanatkâr ve tabii esas ressam Allah… Musavvir… İnsan ise Allah’ın yeryüzündeki halifesi olaraktan, nasibince O’ndan, O’nun bazı vasıflarından pay alan ve bununla imtihan edilen… İş ve eser mükellefiyeti… Eserinle imtihan edilmek… Üstad’ın “Bir Adam Yaratmak” piyesini hatırlamadan geçmek mümkün mü?
Matbu bir yayının kapağına Üstad’ın o son zamanına ait kırmızı hırkalı ve uzun sakallı fotoğrafını koysalar (ki en sevdiğim Necip Fazıl fotoğrafıdır) ve onu ifade etmeye dair benden bir cümle isteselerdi, “KİM bu yüzü çizen sanatkâr ressam?” diye yazmalarını isterdim. Yaşamayı Deneme adlı bir romanı vardır Salih Mirzabeyoğlu’nun. Orada, kendi gençlik yıllarını anlatır. Roman kahramanının adı “Kim”dir ve “Kim” diyerek kastettiği kendisi, kendi hikâyesidir. Ve tabii hatırlayacağınız üzere KİM’in kimliği açık olsun diye bu kelimeyi büyük harflerle yazar…
“KİM bu yüzü çizen sanatkâr ressam?” İşte, mânâda o yüzü çizen ressamın, yani Mirzabeyoğlu’nun kelimeleriyle Necip Fazıl… Onun gördüğü, onun çizdiği ve bize gösterdiği Necip Fazıl:
“Beş asırlık tarih dilimimizle birlikte çağımızın nabzını yakalayan ve ideali aramayla toprağa bağlanma arasındaki bir berzahta kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını hakikatin hakikatine nisbetle heykelleştiren adam… İSLAMA MUHATAP ANLAYIŞ’ın dünya görüşünü örgüleştiren adam… Davanın aşkını, vecdini, diyalektiğini, estetiğini, dost ve düşman kutuplarını işaretleyen, hedeflendiren, istikametlendiren; İslâmı eşya ve hadiselere tatbik edebilmenin “nasıl”ını çerçeveleyen adam…”
Mirzabeyoğlu’nun Necip Fazıl’a dair çizdiği sembol şahıs portresi budur ve bunun “niçin” böyle olduğu 60 ciltlik bir külliyat hâlinde, her rengin, her çizginin ayrı ayrı izahı yapılarak gösterilmiştir. Bütün bir Necip Fazıl destanı, iş ve eser bütünlüğü, hepsi bu tablonun içinde bir yerde…
Bu konferans vesilesiyle “Rasim” Mirzabeyoğlu’nun Necip Fazıl’a dair çizdiği portre üstünde çalışırken Albert Camus’ün bir ifadesini hatırladım. Üstad’ın çağdaşlarından ve geride bıraktığımız yüz yılın mühim yazarlarındandır. İkinci Dünya Harbinde onların varlığı Batı’nın kendi iç buhranını ifadede çok mühim bir rol oynamıştır ve bir çeşit kendi medeniyetlerinin nefs muhasebesidir o ve etrafındaki bazı isimler… Sartre filan… İşte bu adamın, Albert Camus’ün Nobel ödül töreninde yaptığı konuşma senelerce evvel dilimize çevrilip kitap hâlinde basılmış… Orada, almış olduğu Nobel ödülüne dair yaptığı o teşekkür konuşmasında kullandığı bir ifadenin doğrudan Mirzabeyoğlu portresine çıkan bir istikameti var. Sanatçı, “vazgeçemediği güzellikle kopamadığı toplum arasındaki yolun ortasında yetişir” diyor.
Mirzabeyoğlu’nun portresinin ilk çizgilerini hatırlayın: “İdeali aramayla toprağa bağlanma arasında bir berzahta kıvrılan insanoğlunun oluş ıstırabı…” İdeal… Aramak… Toprak… Bağlanmak… Berzah… Kıvrılmak… İnsan… Oluş… Istırap… Bu portrede yer alan her kelime, her renk, inanın abartısız söylüyorum, tek başına ayrı bir sohbet konusu ve çalışma alanı… Ama şu an öyle bir lüksümüz yok.
Ciltler dolusu Büyük Doğu-İBDA külliyatının bize öğrettiği inceliklerden birisi, büyük velilerin “terk, terk ve nihayet terki de terk” makamına erdikleridir. Onlar bu tekâmül sürecinde ilahi hikmet okyanusundan derledikleri incilerin ışığı ile yeryüzünü aydınlatmanın misâlini gösterir; toprak seviyeli meselelere de işaret levhası çizer. Bu sebeple Büyük Doğu – İBDA düşüncesi Allah dostlarının söz ve davranışlarına hikmet gözüyle bakmanın; insan ve toplum meselelerini onların projektörüyle aydınlatmanın destanlık örneğidir.
Camüs’ün ifadesine dönelim: “Vazgeçilemeyen güzellikle kopulamayan toplum…” İdeali aramak: Vazgeçilemeyen güzellik… Toprağa bağlanmak: Kopulamayan toplum… Tam bu noktada Necip Fazıl’ın Halkadan Pırıltılar – Veliler Ordusundan kitabında yer alan bir veli menkıbesini hatırlamamak mümkün değil. Kısaca: “Filan kimse havada uçarmış, sinekler ve kargalar da uçar. Filan kimse bir nefeste bir şehirden bir şehire varırmış. Şeytan da bir nefeste güneşin doğduğu yerden battığı yere varır. Böyle işler fazla kıymetli değildir” dedikten sonra bize doğrudan Büyük Doğu – İbda düşüncesinin yeri ve değerini hatırlatıcı şu ölçüyü koyuyor ki, aynen okuyorum: “Allah ehli halk içinde otursun, halka karışsın, alış veriş etsin, ve bir nefes Haktan gafil olmasın.”
Bu velinin adı Ebu Said’dir. Tilki Günlüğü okuyucuları Said kelimesi etrafındaki tabloyu hatırlayacaktır. Çünkü ilk cildin ilk tablolarından birisi… Tablo demişken, bu da özelde resim ve Rasim sırrına dair bir kelime… Bilindiği gibi, Mirzabeyoğlu’nun Üstad’la olan ruhî macerası etrafında giriştiği kâinat muhasebesinin haritasını çıkardığı eser olan Tilki Günlüğü’nün dört ana sütunundan birisi de tablolardır. Bakın, Said’in tablo karşılığı bizi nereye götürecek? Tablonun bütün karşılıklarını tek tek okumayacağım, ancak çok önemli bulduğum birkaç mânâ var: “Yukarıdaki temiz toprak, pislikten uzak pak toprak… Yeryüzü… Sad harfi…”
Temiz toprak’ın “yukarıda” gösterilmesi ve yeryüzü ile arka arkaya gelmesi bize insanoğlunun oluş ıstırabı çektiği, imtihan edildiği yeri hatırlattı: “İdeali aramayla toprağa bağlanma arasındaki berzah…”
Berzah demişken… “Sad” üzrinden gidelim… Salih Mirzabeyoğlu, B 7 adlı eserinin özellikle son dönem tefrikalarında Sad harfine sıkça vurgu yapıyor. Mesela 292 nolu tefrikada: “Sad harfi, Allah’ın “Mümit-Ölümü Yaratan” ismi, Toprak mertebesi” diye bir bilgi vermiş. Devamında ise; “Varlığın, madde ve mânâsıyla insanda yekûnleştiğine” dair bir izah…
Onun cezaevinde ve ağır işkence şartlarında yazdığı kitaplardan birisinin adı Berzah… Bu, aynı zamanda Muhiddin Arabi hazretlerinin de çok fazla üstünde durduğu bir bahistir. Allah Adem’in yaratılışında onu şereflendirmek için iki elini birleştirerek yaratır ve daha sonra secde etmekten sakınan İblis’e Sad suresinin 75. ayetinde mealen şöyle der,: “İki elimle yarattığıma seni secde etmekten alıkoyan nedir?”
Füsus ül Hikem’de Adem kelimesindeki ilahlık hikmetine dair bir bahis var. Ki Muhiddin Arabi hazretlerinin Fütuhat’la birlikte en meşhur iki eserinden birisidir ve bunlar, Salih Mirzabeyoğlu’nun İBDA düşüncesini üzerine bina ettiği ana kaynaklardandır. Necip Fazıl, İmam Rabbani Hazretlerinin müessirde, Muhiddin Arabi Hazretlerinin eserde derinleştiğini yazar. Yani birisi Allah’ın Zât sırrında, diğeri ise O’nun eserinde; yaratılan, halk edilen varlık aleminde… Müessir… Eser… O ve O’ndan olan… Mirzabeyoğlu, Üstad’ın başucu eserinin İmam-ı Rabbani Hazretlerine ait Mektubat olduğunu belirtir ve onun Rabbani mizacına dikkat çeker. Kendisini ise Muhiddin Arabi Hazretleri etrafında ve Füsus-ül Hikem’le beraber…
Bu işi açsak, açsak, nihayeti ideolocya ve ihtilal bahsine çıkar… Ki İbda’nın niçin bir zorunluluk olduğu ve Büyük Doğu’nun niçin “İbda budundan görülmesinin” olmazsa olmaz şart olduğunun temel girizgâhı burasıdır. Ben yanlış bir şey söylememek için bizzat Mirzabeyoğlu’nun satırlarını okumak istiyorum: “Biz, İslâmı eşya ve hadiselere tatbik için ‘’eşya ve hadiseleri teshir’’ bakımından ‘’eser’’ yönelir ve bu hususta ipuçlarını Muhiddin-i Arabî’den devşirirken, lâfzın kışrında kalıp onun bâtıl benzerine dönmemek bakımından ‘’müessir’’e nisbeti muhafaza borcundayız…’’ (Büyük Muztaribler, Cilt: 1, S:195)
Kısacası, İbda’sız Büyük Doğu ve Büyük Doğu’suz İbda olmaz sırrı buradadır.
Muhiddin Arabi’yi Rabbani mizaçla okumaktan bahseden yine Mirzabeyoğlu’dur. Bütün sahtelikler buradan hareketle enselensin…
Muhiddin Arabî Hazretleri, “İki el ile yaratılmış olmak, Adem’in iki sureti –âlemin suretini ve Hakk’ın suretini- kendisinde toplamasıdır” der. Özetlersek: Çünkü Adem (insan) Allah’ın halifesidir ve kendisini halife yapanın suretine göre var olmasaydı Halife olamazdı. İbn-ül Arabi bundan hareketle insanı “berzah varlık” olarak niteler ve bu kavrama çok özel bir yer ayırır. Bütün Füsus adeta berzah kelimesi üzerine kuruludur. Bu karşıtlık (âlemin suretini taşıyarak cemiyet ve Hakk’ın suretini taşıyarak ilahi – halife vasfımız) “iki el” diye ifade edilir.
Niçin bunun üzerinde duruyorum. İki el: Büyük Doğu – İBDA.
“Berzah iki ayrı şeyin kesiştiği ara bölge veya varlıktır. Bu ara bölge her iki şeyin özelliğini kendinde toplar ve onların birbiriyle irtibatını sağlar.” Füsûs şerhi yazanlardan birisi böyle tarif etmiş. Bundan hareketle olmalı ki, Büyük Doğu – İbda düşüncesi insanı “derinliğine fert ve genişliğine toplum” diye formüle eder. Aklıma bunları söylerken Mirzabeyoğlu’nun bir mısraı geldi:
“Tedirgin bekleyişler berzah sırrında hapis”.
Tasavvuf ehlinden bazıları da berzahı kabir olarak tarif etmiştir. İnsanda “ben” şuuru… “Ben kimim diye sormak ölüm nedir diye sormakla birdir” diyor Salih Mirzabeyoğlu.
Necip Fazıl portresinde dile getirilen “ideali aramayla toprağa bağlanma arasındaki berzahta kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabı…” “Derinliğine fert ve genişliğine toplum…” Aynı anda hem fert, hem toplumuz. Şu anda siz bana göre toplumsunuz ve ben kendimi karşınızda tek başıma hissediyorum. Ama şurada oturan arkadaşa göre de, onun ferdiyetine nispet aynı anda toplumum. Onun ferdiyetinin karşısında yer bulan toplumun bir parçasıyım.
Şimdi aklıma saçma sapan bir tartışma geliyor: Sanat sanat için mi, toplum için mi filan… Çok duymuşsunuzdur. Necip Fazıl “sanat Allah’ı aramaktır” diyor. Bunun niçin böyle olduğunu da bütün yukarıdaki bahisler etrafında bize Salih Mirzabeyoğlu anlatıyor. Salih Mirzabeyoğlu olmasa, bu “sanat Allah’ı aramaktır” sözünü berzah sırrında seyredip zevkine varmak yerine, onda bir slogandan fazlasını göremeyeceğiz. İşte, sadece bu örnek etrafında bile söyleyebiliriz ki, Salih Mirzabeyoğlu, Necip Fazıl’ın “niçin” suretidir. Necip Fazıl’da Salih Mirzabeyoğlu’nun “nasıl” sureti…
“İki el” ile yaratılan varlık ve Büyük Doğu – İBDA’da “insan” sırrı… Birisini diğerinden kaçırmak, açık söylüyorum, birisini diğerinden kaçırmak, İBDA’yı Büyük Doğu’dan, Büyük Doğu’yu İBDA’dan, Necip Fazıl’ı Salih Mirzabeyoğlu’ndan, Salih Mirzabeyoğlu’nu Necip Fazıl’dan kaçırmak ve saklamak varlığa ihanettir, insana ihanettir “iki elle yaratılma” sırrına ihanettir. İbda’sız Büyük Doğu’culuk olmaz.
Albert Camüs “vazgeçilemeyen güzellik ve kopulamayan toplum arasında” diye tarif ediyordu sanatçınının yetiştiği yeri. Çok değil, birkaç hafta önce de Lamartin’in Balzac hakkında bir yazısını okurken benzer kapıya çıkan bir ifade dikkatimi çekti. Tarihçi var mı bilmiyorum aranızda. Biz ülkemizde Lamartin’i genellikle tarihçi olarak biliriz. Onun Türkiye Tarihi vardır Osmanlı’ya dair yazdığı… Ki batılılar yazınca biz bir şeye çok fazla değer atfederiz ya… Osmanlı’ya dair yazdığı tarih dilimize pek çok defa tercüme edilmiştir. Hammer tarihiyle birlikte ülkemizde en çok okunan –yabancılara ait- iki tarihten birisidir. Oysa onu Fransa’da ünlü yapan esas özelliği şairliği ve romancılığıdır. Ama mesela birkaç şiiri dışında bunlar yok denecek kadar az çevrilmiştir dilimize. Lamartin, devrinin önemli edebiyatçılarındandır.
İşte bu adam, ki kendisi edebiyatın romantik cephesinde yer almasına karşın, onların tam karşısında duran Balzac hakkında dikkate değer şeyler yazmış. Batılı böyle işte. Zıddı bile olsa onu takdir etmekten vazgeçmiyor, geri durmuyor. Biz Müslümanlar olarak böyle olmamız gerekirken ne hâlde olduğumuzu siz takdir edersiniz. Mirzabeyoğlu etrafında olan suskunluğa bakarsanız zaten ne demek istediğimi anlarsınız.
Balzac biraz şişman olduğu için aslında orta boylu olmasına rağmen ilk bakışta olduğundan kısa görünürmüş. Lamartin bundan bahsediyor. Çok güzel bir ifade kullanmış orada, çok hoşuma gitti. Şöyle diyor: “Boyu da düşünceleri gibi dalgalıydı” diyor ve ekliyor: “Bazen düşünce toplamak istiyormuş gibi eğiliyor, bazen de düşüncesinin uçuşunu sonsuzluğa kadar kovalamak istiyormuş gibi ayaklarının ucuna basarak yükseliyordu.”
Halk ile Hak, yer ile gök arasında varoluş hakikatini arayan insanın tasviri gibi geldi bana bu satırlar. Necip Fazıl’ın bir şiirinde “Göklerin bir sırrı var / Onu arıyor yollar” demesi gibi… “Derinliğine doğru fert ve genişliğine doğu toplum” davası… Şeriat ve tasavvuf da diyebilirsiniz.
…….
(KONFERANS METNİNİN İLK BÖLÜMÜNÜN SONU)
Hakan YAMAN / 21 Mayıs 2016