“YAŞAYAN NECİP FAZIL SALİH MİRZABEYOĞLU” KONFERANS METNİ -2. Bölüm- HAKAN YAMAN
ADIMLAR Fikir-Kültür-Siyaset Platformu Maraş Temsilciliğinin 21 Mayıs 2016 tarihinde yoğun bir katılımla Maraş’ta gerçekleştirdiği “YAŞAYAN NECİP FAZIL SALİH MİRZABEYOĞLU” konferansının konuşmacısı sayın Hakan YAMAN’ın konuşma metninin ikinci bölümü…
Sayın Yaman’ın konuşmasının tabiî gidişâtı içerisinde hazırladığı metinden bağımsız olarak kaydettiği bazı hususların yer almamasına karşın, konuşmacının zaman darlığı sebebiyle dinleyicilere aktaramadığı kısımlar mevcuttur.
ADIMLAR Dergisi yazarlarından Hakan YAMAN’ın Maraş’ta verdiği, üç bölüm hâlinde yayınlayacağımız konferans metninin ikinci bölümünü de alâkalarınıza sunuyoruz.
Söz konusu metnin son bölümünde, Konferans’ın “soru-cevap” kısmında dinleyiciler tarafından sorulan soruları ve konuşmacımızın verdiği cevapları da bulacaksınız.
ADIMLAR Fikir-Kültür-Siyaset Platformu
YAŞAYAN NECİP FAZIL SALİH MİRZABEYOĞLU
Konferans Metni
Hakan YAMAN
-2. Bölüm-
(…..)
Şuurun biri ferde, biri topluma dönük iki ritmi olduğunu ve bu iki ritim arasında hâlden hâle geçtiğimizi bize Mirzabeyoğlu öğretti ve bu sayede sanatın gayesinin gerçekte ne olması gerektiğinden bir işaret sezebildik. Fert ve toplumun sanatı uçuran iki kanat olduğunu, vasıta olduğunu ve vasıtanın gayeleştirilemeyeceğini, o kanatlarla ancak gayeye doğru yol alınabileceğini payımızca anladık, anlamaya çalıştık.
Sadece sanatçı değil, her fert ayrı ayrı kendi imtihanını yaşıyor berzah sırrında. Bu noktada yine Necip Fazıl’ı hatırlamadan geçmek mümkün mü:
Ver cüceye onun olsun şairlik
Şimdi gözüm büyük sanatkârlıkta.
İşte, onun sanatkârlığı budur: “İdeali aramayla toprağa bağlanma arasındaki berzahta kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını hakikatin hakikatine nispetle heykelleştirmek…” Bunun, bu işin “nasıl” görünüşüdür Necip Fazıl. Mirzabeyoğlu ise “niçin” yüzü… Aslında çizdiği o portre kendi aynasıdır.
“Kim bu yüzü çizen sanatkâr ressam / Geçip de aynaya soran olmaz mı?” Aynaya sormak? Ayna’yı Tilki Günlüğü ve son zamanlarda B 7 ekseninde okuduğumuz zaman Salih Mirzabeyoğlu ve Necip Fazıl ayniyetine uzanan bir görüntü birlikteliğinin yolu açılacak. Buna muhakkak temas etmek gerekiyor.
Mirzabeyoğlu, B 7’nin iki ay kadar önce yayınlanan (302 no’lu) tefrikasında, Kökler isimli kitabında da altını çizdiği bir veli sözünü iktibas etmiş ki, bizi aynaya götürecek: (Dedi ki: Biri, “Bana bir sır söyle!” demiş… Cevab: Ben sana bir sır söylemem. Ben sırı öyle birisine söylerim ki, onu kendi benliğimde değil, kendimi onun benliğinde göreyim… Kendi sırrımı kendime söylemiş olurum!)
Diyeceksiniz ki, ayna bunun neresinde? Dikkat edin: Kendini onun benliğinde görmek… Ayna budur. Yani sana baktığımda pürüzsüz bir şekilde kendimi görüyorsam, sırrım sende açığa çıkar ve görülür.
Füsus ul Hikem’de de ayna bahsi çok önemli bir yer tutar. Arabi hazretleri bir fasılda âlemi ve insanı Hakk’ın bir aynası olarak tarif ederken, bir başka fasılda Hakk’ı âlem ve insan için bir ayna olarak gösterir. Şu söz de galiba Mevlana hazretlerine aitti: “İnsan gözden ibarettir. Geri kalan cesettir. Göz ise ancak dostu görendir.”
Fuzuli’yi Üstad Necip Fazıl çok sever. Mirzabeyoğlu’da aynı şekilde… Hatta Büyük Muztaribler isimli dört ciltlik düşünce tarihinde dair yazdığı eserin divan edebiyatına ayırdığı son cildinde “Fuzuli bizim en sevdiğimiz” ifadesini kullanır. Düşünce tarihi demiyorum, düşünce tarihine dair diyorum. Bizzat Mirzabeyoğlu tarihçi ile mütefekkirin farkına işaret eder. Mütefekkir yorumlar. Mirzabeyoğlu tarihi “BEN şuuru” hâlinde, bütün insan ve toplum verimlerini kendi “ben”inde toplayarak çağın izahını yapar ve kendi teklifini ortaya sunar. Kronolojik bir tarih değildir.
Fuzuli ve elbette onun SU kasidesi şiirini… Allah Resûlüne aşkını anlatan bu muazzam kasidenin bir beyitinde gök kubbeyi ve gözünü aynılaştırmış. Hatta gözünden akan yaşlarla yağmurun ilgisini kurduktan sonra tabiat ve insan arasındaki ayna vazifesini muazzam tasvir etmiş.
B 7’nin yine birkaç ay önceki sayılarından birisinde de Necip Fazıl’ın SUYA dair bir beyiti üzerinde durulmuştu ki, ilk mısra şu: “Su duadır, yakarış, AYNA, berraklık, saffet.” Bu noktada Necip Fazıl’ın gençlik şiirlerinden birisine de dikkat çekmek istiyorum:
“Siz benim yüzümsünüz
Eğilip aynaya baksam
Görünür mü yüzünüz?”
Yine Necip Fazıl, bir başka şiirinde, Abdülhakim Arvasi hazretlerine seslendiği şiirinde:
“Sordum aynaya
Hani ya kendim
Benim efendim”
Diyordu. Tilki Günlüğü’nü biraz karıştırdığımızda da ayna’nın lisâna, yani ifadeye ve insana çıkan karşılıklarını da buluruz ki, hangisine el atsak sayfalar sürer.
İşin özü şudur: Mirzabeyoğlu’nun çizdiği Necip Fazıl portresi aslında kendi resmidir. O aynada, dostun varlığında kendisini görmüş, kendisini mânâlandırmıştır. Nasıl ki Necip Fazıl, Salih Mirzabeyoğlu’na “beş yüz yıldır beklenen mütefekkir namzedi” derken, kendisinin “mütefekkir yetiştiren mütefekkir” vasfını da onda görüyordu. Mirzabeyoğlu’da çizdiği Necip Fazıl portresinde aslında kendi mânâ ve misyonun “niçin” cephesini ifade etmiştir. Karşılıklı aynalar…
Hani Halkadan Pırıltılar’da geçiyordu. Veli’ye tevhidi soruyorlar: “İki ayna bir elma” diyor. Yani tam eşit açıyla karşılıklı birbirine bakan iki aynada tek varlık ve onun sonsuz yansıması… Tevhid bu… Mirzabeyoğlu’da bu menkıbeden mülhem bir şiir yazmıştı. Bakın, yine aynı yere döndük. Gök ve toprak… Şiir şöyle:
“Toprak diyor ki kalma
Benden göğe hicret et
İki ayna bir elma
Gurbette bitmez gurbet”
Bundan 20 sene kadar evvel, Mirzabeyoğlu’nun eserleriyle ilk tanıştığımız yıllarda Harun Yüksel ağabey Tilki Günlüğü’ne pencere açmak için bir broşür yayınlamıştı. Orada harika bir tespiti vardı. Tilki Günlüğü’nün ilk ciltlerinde Ufuk başlığı ile konuşan Necip Fazıl’ın sureti iken, zaman devrettikçe Ufuk olarak Mirzabeyoğlu konuşmaya başlıyordu. Son ciltlere dikkat edin.
Burada kısaca bir intibamı anlatacağım: 2000 Ocak ayından sonra sayın Mirzabeyoğlu’bu dünya gözüyle ilk defa 2012 Ekim ayında Bakırköy adliyesindeki duruşmasında görebildim. Şöyle ayak üstü bir bakış… O an iliklerime kadar titredim ve Harun ağabeyin seneler evvel yazdığı geldi aklıma. Bildiğin Üstad’ı görmüş gibi oldum. Uzamış bembeyaz sakalları ve alındaki kırış kırış fikir çizgileriyle… Demek ki, mânâdaki bu bütünleşme ve yer değiştirme, surette de tecelli ediyor, zaman döne döne son noktaya akıyordu.
Sizi bütün bunların arasından, bir başka yere, Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’nun İslâm tasavvufu karşısında hesaba çektikleri batı fikir ve sanat hayatından bir figüre götürmek istiyorum. Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi isimli romanına… Gerçi bu roman başarılı bir roman değildir. Wilde’ın hikayeci tarafı ve parlak zekası, ilginç ve epikürcü aforizmaları onu hala canlı tutuyor olsa da, özellikle yarıdan sonrası roman adına tam bir tembel işi olaraktan geçiştirilmiş, türlü kusurlar ve boşluklarla doludur. Hikayeci Wilde’ın mükemmeliyetini bulamazsınız onda. Kızın intihar ettiği günün ertesinde tablonun çürümeye başladığını fark ettiği anda, yani tam ortasında roman değil de uzun bir hikaye olarak bırakaydı; veya devamını da aynı canlılıkla, boşluk bırakmadan getireydi… Neyse, şimdi konumuz bu değil. Romanı okuyanlar hatırlayacaktır, orada bir sahneye dikkat çekmek istiyorum. Romanın başında, Dorian Gray’in Portresi’ni yapan ressamla, romanın iki ana kahramanından birisi olan ve Wilde’ı temsil ettiğini düşündüğüm Epikürcü Lord’un bir konuşması vardı. Lord portreyi beğenir ve sergilenmesini ister. Ressam bir anda paniğe kapılır ve onu sergileme fikrine itiraz eder. Gerekçesi özetle şudur: “Bu portrede ruhumdaki sır var, ben varım ve onun açığa çıkmasını istemiyorum.” Sırrın şeytani ise elbette onun açığa çıkmasını istemezsin. Ayna söz konusu olunca herkes kendi dengini bulur. Çünkü kendini bulur.
Laf Oscar Wilde’dan açıldı ya… Ne tevafuktur ki, geçtiğimiz ay hem de adı Necip Fazıl’la karşı karşıya getirilerek Türkiye gündemine girdi. Meclis’te bir partinin milletvekillerinden birisi ondan bir alıntı yapınca, bir başka partinin vekilleri tepki gösterdi ve bazıları “kim o” diye sorarken, bunlardan bir kısmı da “niye yabancılardan alıntı yapıyorsun, Necip Fazıl’dan alıntı yapsana” diye bağırıştılar ve doğrusu hiç şık bir görüntü olmadı. Kimin hangi partiden olduğunun derdinde değiliz, sadece bir anlayış problemine dikkat çekmek istiyoruz. Kişilere bakıp toptancı bir mahkûm ediş derdimiz yok. Şunu demek istiyorum: Yahu Necip Fazıl senin cahilliğinin maskesi mi? Bunun kim olduğu mühim değil, ben sen fark etmez, kimse Necip Fazıl’ı cehaletine maske olarak kullanmasın lütfen. Sen Necip Fazıl’ı okumuş olsaydın, zaten onun kitaplarında Wilde’ın adının defalarca geçtiğini, ona izafeten bizzat Necip Fazıl’ın yazdıklarını da görürdün. Hatta daha lise yıllarında İngilizce kanalıyla Garp edebiyatı ile temas kurup, Wilde’ı o yıllarda okumaya başladığını da… O ve Ben’de yazıyor bunu. Wilde’ı eleştir, söv; hatta eleştirmek için çok gerekçe de bulacaksın; ama önce kime, niçin karşı çıkacağını bil. “Benim babam senin babanı döver” meselesi değil ki bu. Aklıma Mirzabeyoğlu’nun sık sık vurguladığı muhallebi örneği geliyor.
Büyük Doğu batıya karşı madde ve mânâda bir FETİH hareketidir. Bu çerçevede bütün batı tefekkürü bizim fetih sahamızdır. Sen fikirde Oscar Wilde’ı fethedemediğin, onu İslâm tasavvufu karşısında hesaba çekip dize getiremediğin içindir ki, Wilde’ın torunları oradan gelip senin Bağdat’ını işgal etti, Fuzuli’nin, İmam ı Azam’ın mezarını çiğnedi. Bu ve benzer örneklerdir ki, Büyük Doğu’ya İBDA penceresinden bakmayınca onun adına, bizzat onun gayesine ters neler yapılıp söylenebileceğini her defasında gösteriyor.
Gelelim yeniden Necip Fazıl “Mirzabeyoğlu” portresine… Portrenin merkezinde “İslama muhatap anlayışın dünya görüşünü örgüleştiren adam” diye bir ifade var. İşte Necip Fazıl’ı anlamanın anahtarı! İslâm’a Muhatap Anlayış davasını başa almadan Necip Fazıl hakkında çizilecek her portre eksik ve yarım kalacaktır. Nedir bu?
Mukaddes ölçüler ortada… Ama onlara bakacak göz nerede, hangi ölçü ve zaman idraki lazım? İslâm’a Muhatap Anlayış davasının bir mecburiyet, hava ve sudan daha elzem bir zorunluluk olarak karşımıza çıktığı nokta burasıdır.
İslâm, zaman ve mekan üstüdür; o hiçbir içtimaî realiteye göre eğilip bükülemez; hiçbir kavmin, hiçbir insanın keyfine ve hiçbir “asrın idarakine” göre değiştirilemez. Bilakis, içtimaî realiteler, kavim ve şahıslar ona göre şekillenecek, kendilerini ona nisbet değiştireceklerdir. MUTLAK HAKİKAT olan İslâm, bütün insan ve toplum meselelerinin kendisine nisbet çözüme ve izaha kavuşacağı biricik “kurtuluş yolu”dur. İslâm pazarlık kabul etmez. Bir müslümana düşen mükellefiyet, İslâm’ın hakikatı neyse ona imân etmektir. Tam bu noktada, Necip Fazıl’ın adını koyduğu dava: “İslâm’ın saffet ve asliyetinden zerre feda etmeksizin onu yeni zaman ve mekânlarda eşya ve hadiselere tatbik edebilmek…”
Büyük Doğu – İBDA, Anadolu’nun tarihî, siyasî ve içtimaî şartlarında ortaya çıkmış, -burada Anadolu vurgusu özellikle çok önemli arkadaşlar- tarih muhasebesini bu noktadan yapmış, doğu ve batıyı bu merkezden hesaba çekmiş ve bunu yaparken “İslâm’ın saffet ve asliyetinden” zerre feda etmemiş, bilakis ne yaptıysa “İslâm’ın saffet ve asliyeti” için yapmış biricik dünya görüşüdür. İddiamız bu ve bunun ispatçısı olmakla mükellefiz. Her müslüman buna mükellef.
(Konuşmacı Hakan Yaman, tam bu noktada, düzenlenen konferans vesilesiyle Sayın Salih Mirzabeyoğlu’nun Baki Aytemiz tarafından açılış konuşmasında okunan mesajına atıf yaparak şunları söyledi:
Anadolu vurgusu derken, başta, Baki arkadaşımız, Sayın Salih Mirzabeyoğu’nun mesajını okudu. Orada, Başkanlık Sistemi vesilesiyle farklılıklara dikkat çekiyordu. Fransa’ya göre mi başkanlık sistemi kuralık, Amerika’ya göre mi başkanlık sistemi kuralım tartışmaları bile her ülkenin kendi şartlarına göre ayrı bir Başkanlık Sistemi olduğunu gösteriyor. Bu göndermelere gerek yok. Anadolu’nun şartlarında kurulacak olan Başkanlık Sistemi Başyücelik olmalıdır. Bu gayeye nisbetle şekillendirilmelidir, anlamında. Buradaki –metni göstererek- Anadolu vurgusuna gelince aklıma geldi. O anlamda birşeyler vardı. Anadolu vurgusu çok önemlidir arkadaşlar! Biz, Adımlar Dergisi’nin ilk sayılarında “Anadoluculuk”, “Anadolu” ve “Türk” kavramlarını öne çıkartmaya çalışmıştık.)
İslâm “zaman ve mekan üstü biricik rejimdir.” Hani Necip Fazıl bir şiirinde “Her fikir, her inanış, tek mevsimlik, vesselam; / Zaman ve mekân üstü biricik rejim İslâm!” diyor ya… Zaman ve mekân üstünün yeni zaman ve mekânlarda tecellisi… Suyun büründüğü kabın şeklini rengini alması gibi… Lakin önemli olan suyun “saffet ve asliyetine” zerrece zarar gelmesin…
Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’nun bütün yazdıklarını, söylediklerini, mücadelelerini, hayatlarını özetlesek, özetlesek, özetinin de özetini çıkarsak ve sonunda üç kelimede ifade edecek olsak, bizce şudur: İSLAMA MUHATAP ANLAYIŞ.
Başımıza ne geldiyse bu olmadığı, eşya ve hadiselerin üzerine gözümüzü “en keskin bir projektör gibi” müslümanca çeviremediğimiz, bütün olan ve bitenleri müslümanca sorgulayamadığımız için geldi. Bir kişinin bütün ayet ve hadisleri ezbere bilmesi, bütün fetva kitaplarını yutması dahi eşya ve hadiseleri doğru muhakeme etmesine yetmez. Bu apayrı bir nasip ve diyalektik işidir. Fikir işidir. Dünya görüşü dediğimiz şeyin de esası burada yatar.
Necip Fazıl, Abdülhakim Arvasî hazretlerinden aldığı ilhamla insan ve toplum meselelerine sarkmış, cemiyet meydanında Allah ve Resûlü’nün muradına uygun, müslümanca bakışı misâllendirmiştir.
O’nun “Batı tefekkürünü İslâm tasavvufu karşısında hesaba çekmek, tarihi sahte kahramanlardan temizlemek”, – ki bu sahte kahraman tabiri çok mühimdir ve sadece zıtlarımız arasından çıkmaz ; esas tehlikeli sahte kahraman bizden olduğu vehmini uyandıranlardır – kaba softa ve ham yobaz tasallutunu kırmak, reformcu şarlatanların maskesini düşürmek, reformcu şarlatanlar derken mezhepsizliğin de reformculuğa açılan bir kapı olduğunun şuuruyla bu ifadeyi kullanıyorum, küfre “dur” demek, iman mihrakına nisbetle doğuyu ve batıyı mânâlandırmak, köklü bir tarih muhasebesine girişmek, “bütün saffet ve asliyetiyle İslâmiyete yol açmak” gibi kaderin omuzlarına yüklediği sorumlulukları vardı.
Necip Fazıl’ı İslama Muhatap Anlayış davası merkezinde ele alan ve diğer bütün hususiyetlerini bu mânâya dahil eden kişi ise Mirzabeyoğlu’ndan başkası değildir. Tekrar vurgulamak istiyorum: Diğer bütün hususiyetlerini bu mânâya dahil eden kişi… Şairliğinden tiyatro muharrirliğine ve gazeteciliğinden aksiyon icra eden politik Necip Fazıl’a kadar aklınıza gelecek bütün hususiyetlerini bu mânâya dahil eden ve bunun etrafında değerlendiren…
İBDA külliyatı, bir bakıma, Necip Fazıl gibi “misyon” sahibi bir “Allah dostunun” hayatındaki bütün girinti ve çıkıntılara hikmet penceresinden ibret gözüyle bakabilmenin ve bu “haşmetli azabın” fikrî temellerini kurabilmenin destanlık verimidir.
Salih Mirzabeyoğlu, Üstadın sadece siyasî ve sosyal duruşundan değil, günlük hayattaki en basit bir söz, eda ve davranışından bile fikir damıtmış ve bu emeğinin karşılığını başta Tilki Günlüğü olmak üzere kocaman bir külliyat hâlinde almıştır.
Düşünce bir “hesaplaşma”nın eseridir. Hiçbir fikir “bozkırda çekirdek” gibi kendi başına doğup, gelişip, serpilmez. Onu yaşatacak hava ve kökünü besleyecek bir tahassüs iklimi şarttır. Bu çerçevede Necip Fazıl’ın Abdülhakim Arvasi Hazretleri’ni tanıması Türk tefekkür tarihinde 500 yıllık tersine gidişe “dur” denilen ilk noktadır. Sonrası malûm: Efendi Hazretleri’nin üflediği hava ve İslâm Tasavvufu’nun beslediği “fikir”, batı tefekkürüyle dünya çapında bir hesaplaşmaya girişiyor. Büyük Doğu – İBDA bu hesaplaşmanın eseridir.
Necip Fazıl’ın hayatındaki ikinci büyük buluşma ise bizzat kendi el yazısı ile “Cumhuriyet sonrası kavruk nesillerin ilk ciddi fikir sesi ve ilk çileli nefs murakabesi” diye selamladığı Salih Mirzabeyoğlu ile karşılaşmasıdır. Rapor’da yayınladığı Işık ve Müjdelerin Müjdesi isimli yazılar bu buluşma ve tanışmanın niçin bu kadar mühim ve tarihî olduğunun Necip Fazıl tarafından ifadesidir.
Necip Fazıl’ın külliyatına kronolojik olarak baktığımızda, peşinden gideceğini ilan ettiği üç isimle karşılaşıyoruz ki, bunlar nihayetinde aynı mânâ seyrinde bütünleşiyor. Yine Çile’deki bir şiirde: “Yollar ki Allah’a çıkar, bendedir” diye işaretlediği bütünleşme… Henüz 20 yaşında bile değildi, Yunus Emre’yi bulmuştu. 1920’li yılların henüz başı: “Rüzgâra bir koku ver ki hırkandan / Geleyim izine doğru arkandan / Bırakmam, tutmuşum artık yakandan” diye seslenmişti bu mübarek dervişe. Ne arıyordu, neyi bulacaktı? Yıllar geçti, Yunus’un hırkasından gelen o mübarek koku, onu aradığı adrese, Büyük Kapı dediği yere getirdi onu. (Ki O ve Ben kitabının ilk ismi de Büyük Kapı’dır. ) Abdûlhakim Arvasi hazretlerini tanıdı 30 yaşında. Bu büyük kapı ona sonsuzluk kervanının yolunu açmıştı. “Bir kırıntı yeter kereminizden / Sonsuzluk kervanı peşinizde ben” demişti. Ve nihayet 1979 senesi ve Müjdelerin Müjdesi yazısı… “Hiç beklemediği bir zamanda ve hiç beklemediği bir mekândan fışkıran” Mirzabeyoğlu için bu yazısında Necip Fazıl “benim ardımdan gelmeyecek, ben onun ardından koşacağım” diye ilan etti.
Üstad’ın Muhasebe şiiri meşhurdur. 1947 yılında yazılmıştır. O şiirinde “Ben bir genç arıyorum, gençlikte köprü başı” diyordu. Şimdi burada bir başka şiire dikkat çekmek istiyorum. Çile kitabında 1982 tarihinde yazılmış, Anneme başlıklı bir şiir… 1982 senesi aynı zamanda Salih Mirzabeyoğlu’nun Necip Fazıl’la Başbaşa adlı eserinin de ilk yayın tarihidir ve bu eser Üstad tarafından “hakkımda yazılmış tek harika kitap” ifadesiyle karşılanmıştır. Necip Fazıl okuyucuları hatırlayacaktır bu şiiri:
“Anne girdin düşüme
Yorganın olsun duam
Mezarında üşüme
Anlamam, anlatamam;
Düşen düştü peşime
Artık vadeler tamam”
Burada, Necip Fazıl’ın 1982 tarihli bu şiirinde, 35 yıl önce “Ben bir genç arıyorum gençlikte köprübaşı” diye hasretini dile getirdiği ve bulduktan sonra “500 senedir beklenen mütefekkir namzedi” olarak selâmladığı o genci, Mirzabeyoğlu’nu bulmuş olmanın büyük huzurunu sizde hissediyor musunuz?
Evet, onun Kafa Kâğıdı’nı okunması gerektiği gibi okumaya çalışanlar için, kısacası Tilki Günlüğü takipçileri için murat açıktır: Salih Mirzabeyoğlu’nu bulmuş olmanın saadetidir bu…
Anlamam, anlatamam
Düşen düştü peşime
Artık vadeler tamam
Vade… Hesap… Muhasebe… Muhasebe şiirinde hasreti dillendirilen, arandığı ifade edilen “tırnağı en yırtıcı hayvanın pençesinden” daha keskin ellerle sahip ve gençliğe köprü başı olacak bir genç…
Yıl 1982 dedik. “Artık vadeler tamam” diyor. Aynı sene, 28 Şubat 1982 tarihinde kendi el yazısıyla “fikir çilesi haysiyetinin müstesna genci Salih Mirzabeyoğlu” diye yazmıştı. Muhasebe sona ermiş, hesap netice vermiş ve vade tamam olmuştu. Bu noktada Mirzabeyoğlu’nun KÖPRÜ BAŞI adını verdiği şiirini de hatırlamak gerek:
“Tam üç nesli kalburdan
Eledi beni seçti
Dünya gözüyle gördü
Perde ardına geçti”
Diyor, Üstad’la olan birlikteliğini ifade için.
Arkadaşlar! Necip Fazıl’ın perde ardına geçeli 33 sene oldu. O perde ardına geçtiğinde Mirzabeyoğlu 33 yaşındaydı. Tespihin ikinci 33’ü de bu sene tamam oluyor. Artık son düzlükteyiz. İnşallah tespihatın bu son zikrinde “yeryüzü ve gökyüzü helalleşecek” ve “nur kaçtığı yerden toprağa inecek”. İmanımız bunadır ve aksiyonumuz buna dair olmalıdır.
Evet, Necip Fazıl 33 sene evvel maddesiyle perde ardına geçti. Ama hâlâ dipdiri ve taptaze olaraktan tartışılmaya devam ediyor. Demek ki, vefatının üzerinden 33 yıl geçen Büyük Doğu Mimarı’nın mânâda dipdiri olarak hâlâ İslâmi dünya görüşünün merkezindeki şahsiyet olduğunun farkındalar. Bir adım daha atalım: Büyük Doğu’nun İBDA, Necip Fazıl’ın ise Salih Mirzabeyoğlu sûretinde yaşadığını dost ve düşman apaçık biliyor. Bazen övgü, bazen sövgü yoluyla saldırılan, tartışılan, istismar edilen ve hep gündemde kalan kişi aslına bakarsanız Necip Fazıl’ın şahsında Mirzabeyoğlu’ndan başkası değildir. Mirzabeyoğlu’nun çizdiği ve sergilediği, her dem daha taze, daha genç olan Necip Fazıl portresi etrafındadır gürültü; bu sebeptendir ki Mirzabeyoğlu etrafındadır. Övgü yoluyla saldırılan dedim. Bu yerine göre en tehlikeli saldırı çeşididir.
Ölmüş bir adam niçin tartışılır? Sen bir aksiyon hamlesi üzerindesindir ve o kişinin devri zamanındaki duruşu ve ifadesi, tezgâhlamak istediğin toplum projesi ile aranda bir engel teşkil ediyor, senin hedef kitlenin kafasını bulandırıyordur. Bu sebeple davanın selâmeti adına o kişiyi hesaba çeker, mânâsını yerli yerine oturtursun. Yani dinde reformculuğun moda olduğu yerde Mehmet Âkif’i, İslâm sosyalizminin zihinleri bulandırdığı noktada Nurettin Topçu’yu yargılamak bir aksiyon adamının en tabii hakkıdır. Burada söz konusu olan “ölmüş kişi” değil, davadır. Söyleyeceğini söyler, hükmünü koyar ve geçersin. Onunla yatıp kalkılmaz.
Tabii bu diğerleri içinde böyle… Mezhepsiz bir hedef kitlesi istersin mesela… Veya suya sabuna dokunmayacak muvazaacı bir nesil istersin… Türk’e ve vatana, Anadolu’ya husumetin vardır. Necip Fazıl’ın durduğu yer senin hedef kitlenin kafasını bulandırıyordur. Böyleleri arada sırada tutar ve Üstad’a sataşıp geçer. Mezhepsiz tayfası onun din âlimi olmadığı jargonuyla, muvazaacılar övgü ve iltifat kılıkları arasında “mizacındaki taşkınlıklara” vurgu yaparak… Bazıları Anadolu ve Türk vurgusuna olan rahatsızlığını dile getirir… Bazıları klasik “gerici” “faşist” ithamıyla…
Fakat o kişi her daim tartışmanın merkezindeyse, bütün hesaplaşma onun etrafında dönüyorsa… O halen yaşamaya devam ediyordur, yaşayan ve yürüyen bir sureti vardır. Öyle ya, vefatının üzerinden bilmem kaç yıl geçen bir fikir ve sanat adamı hâlâ tartışılıyor ve istismara maruz kalıyorsa, düşünceleri yürüyen bir hareketin yakıtı olduğundandır. Bu düşünce hangisi ve onun adına yürüyen kim?
Bu noktada son birkaç senedir öyle büyük bir entrika karşısındayız ki, inanın, Necip Fazıl bu devirde olduğu kadar hiçbir devirde saldırı altında olmamıştır. Bu defa saldırının merkezinde olanlar bizzat onun yolunda olma ve onun adıyla, ona yakınlık propagandasıyla sahnededir. Adres istemeyin benden? Kimler diye sormayın. Kaldırın başınızı ve Necip Fazıl’ı anma etkinlikleri bahanesiyle işlenen cinayetlere bakın!
…….
(KONFERANS METNİNİN İKİNCİ BÖLÜMÜNÜN SONU)
Hakan YAMAN / 21 Mayıs 2016