RÖPORTAJ: ALİ OSMAN ZOR, TÜRK SOLU’NA KONUŞTU – 2. BÖLÜM
Genel Başkanımız Sayın Ali Osman ZOR ile yapılan bu röportajdan kısa bir süre sonra 3 Eylül 2016 tarihinde komplo, kumpas, iftira ve yalanlarla gayrı hukukî bir şekilde tutuklanan Sayın Gökçe FIRAT‘ın şahsında, Başyazarı olduğu Türk Solu‘nun fikir haysiyeti ve hakikate duyduğu saygıyı göstermek adına, derginin, noktasına virgülüne dokunmadan aynen yayınladığı röportajın ikinci bölümünü, bir kez daha yayınlıyoruz.
ADIMLAR Dergisi
(17 Eylül 2016)
ADIMLAR Fikir-Kültür-Siyaset Platformu Genel Başkanı Sayın Ali Osman Zor’un, Türk Solu Dergisi’ne verdiği röportajın 2. Bölümünü alâkalarınıza sunuyoruz.
13 Temmuz 2016 Çarşamba günü dergimizin Fatih Bürosunda gerçekleşen röportajı Türk Solu Dergisi Başyazarı ve Ulusal Parti Genel Başkanı Sayın Gökçe Fırat gerçekleştirmişti. Röportajın ilk bölümü derginin 17 Temmuz 2016 tarihli 521. sayısında yayınlandıktan sonra, 7 Ağustos 2016 tarihli 522. sayısında da ikinci ve son bölümü yayınlandı.
Başlık, arabaşlık ve vurgulamaları Türk Solu’na ait olan şekliyle söz konusu röportajın ikinci bölümünü aşağıda okuyabilirsiniz.
Bu vesile ile Türk Solu’na ve Sayın Gökçe FIRAT’a çalışmalarında başarılar dileriz.
ADIMLAR Dergisi
(09 Ağustos 2016)
Adımlar Dergisi yazarı Ali Osman Zor:.
BİZLER VATANSEVER İSLAM ANLAYIŞINDAYIZ!
TAYYİP ERDOĞAN BÜYÜK DOĞU’CU MU?
Gökçe FIRAT: Diyorsunuz ki “Türkiye’de bir muhalefet yok”. Ama siz de sonuçta bir muhalefetsiniz. Ama Amerikan emperyalizmine veya işbirlikçilerine, BOP’çulara karşı etkin bir muhalefeti siz dahil kimse de örgütleyemedi şu zamana kadar. Bu neden kaynaklanıyor sizce? Nerede başarısız oluyoruz acaba?
Ali Osman ZOR: Şöyle…
Gökçe FIRAT: Yani sizin kendi hareketiniz şahsında değil de, tüm bunlara karşı çıkan muhalif hareketler olarak soruyorum. Ne tür eksiğimiz var acaba?
Ali Osman ZOR: Diğer hareketler için bir şey diyemem ama, kendi hareketim (mensup olduğum kadarıyla, içinde bulunduğum kadarıyla) şu tespitleri yapmam gerekir: “İslâmcı mücadele” denilen veya “İslamcı hareket” denilen bu hareketler ve bu mücadele zaten benim mensup olduğum hareketle başladı.
Bunun temeli Büyük Doğu’dur, 1975’ten itibaren de gençlik plânında daha militan bir planda İBDA ile başlamış bir harekettir. Yani süreç bu başlangıçla, bu hareketle ilerlemiştir. Bu manada da -uzatmak istemiyorum- bugünkü mevcut iktidar, bu hareketin yürüttüğü sürecin bir safhasında ortaya çıkmıştır. Kendi mücadele tarihimiz açısından bunu söylemem lazım ki, biz de neye göre konuşuyoruz, nereden konuşuyoruz bu bilinsin.
Gökçe FIRAT: Yani “Tayyip Erdoğan, Büyük Doğu’cu” diyor musunuz?
Ali Osman ZOR: Hayır! Başka bir şey söylemeye çalışıyorum…
Gökçe FIRAT: Yoksa, “Büyük Doğu’nun yarattığı mücadeleden nasiplenerek bir yerlere geldi” mi diyorsunuz?
Ali Osman ZOR: Kerensky Hükümeti’ni biliyorsunuz değil mi?
Gökçe FIRAT: Evet.
Ali Osman ZOR: Zaten Kerensky deyince anladınız ne demek istediğimi. Şimdi devrim süreçlerinde, devrim süreçlerinin bazı safhalarında olabilecek şeyler. Bizim açımızdan bu süreç bitmedi daha…
Şimdi Hz. Ömer’e sormuşlar; “ne zamandan beridir böyle kavga-dövüş içerisindesin?” Demiş ki, “Ben Müslüman olduğumu gittim müşriklerin içerisinde ilan ettim. Onlar gelip bana vurdular, ben de onlara. O günden beri onlar bana, ben onlara.”
Devrim süreçlerinin böyle bir tarafı vardır; süreklilikle yürür. Ve sizin birikiminiz üzerine birileri gelip oturabilir sürecin bir safhasında. Orada söz konusu olan, siz kararlılıkla devam ettirebiliyor musunuz, bu tespitleri yaptınız mı, yapmadınız mı, süreci devam ettiriyor musunuz, ettirmiyor musunuz?
İSLAM’IN YANLIŞ ELLERDE NASIL İSTİSMAR EDİLEBİLECEĞİ GÖRÜLMELİ
Bu açıdan baktığımızda bizim hareketimizin yeni bir safhası içerisinde olduğunu gayet rahat söyleyebilirim ben. Ama, bu, bu safhanın içerisindeyken şuna dikkat etmek lazım; bahsettiğim mücadele birikimi içerisinde, diyelim ki benim gibi insanlar 18-20, 25 yaşlarındayken bugün 50’li yaşlara geldik. Yani bu, bir yerden bakarken dezavantaj gibi gözüküyor, diğer yandan bir hareketin ciddiyetini göstermesi açısından da olması gereken bir husus.
Dolayısıyla da biz şu ân o tecrübeyi de taşıyan insanlarız. Hele hele bugün, Türkiye’nin ve dünyanın gidişatına baktığınızda sürdürülebilir bir siyasetle karşı karşıya olmadığımızı herkes biliyor. Neden sürdürülüyor peki bu siyaset şu an? Çünkü uluslararası güçlerin planları daha bitmedi. Bu planların tamamlanabilmesi için mevcut duruma ihtiyaçları var. Bunu tespit ettikten sonra harekete geçen bir hareketin düşmanı belli oluyor zaten. Dolayısıyla bu IŞİD mevzuu olsun, diğerleri olsun, BAAS Direnişi olsun bizim zihnimizde buralarda yerli yerine oturuyor zaten. Haliyle de bizim açımızdan bitmemiş bir mücadele.
Diğer taraftan ise, bugün bakın “keskin” bir Kemalist dahi “Bismillah” demeden lafa başlayamıyor. Değil mi? Aşılan eşikleri söylemeye çalışıyorum. Haliyle de ülkenin ihtiyacı olan siyasi anlayış kesinlikle ve kesinlikle her kesimi bütünleştirici, birleştirici ve hedefe yönlendirici bir anlayış. Bir ideolojiye bağlı diyalektik bir hamle gerektirir bu.
Bugün mevcut iktidara baktığınızda bu şeyi kaybetmiştir zaten. Tabanı olan bir iktidardan mı bahsediyoruz biz? Kimdi tabanı? Her kesimden böldükleri insanlardı. Şu an kendileri çözülme sürecine girdi bu iktidarın. Bu bölünme sürecinde illa ki bir yerlerde, bir manada bütünleşmeli insanlar.
Yani bugün –mesela- diyelim ki “Mustafa Kemal” derken, herhalde onu mezarından kaldırıp, canlandırıp getirmeyi düşünmüyorsunuz buraya değil mi? Oradaki, ondaki birşeyi işaretlemeye çalışıyorsunuz. Bir manayı işaretlemeye çalışıyorsunuz. Ya o iddia ettiğiniz mananın sahibi olarak siz çıkarsınız ya da o mananın kimde olduğunu tespit edersiniz. Şimdi burada İslam’ı göz ardı ederek hiçbir kurtuluş hareketi verilemeyeceği anlaşılmalı. Ve bunu herkesin anlaması lazım. Ama, İslam’ın yanlış ellerde nasıl istismar edilebileceğinin de görülmesi lazım.
Aslında belki de bu 14 yıllık dönem çok iyi de bir tecrübe oldu bize. Daha bilmiyoruz yani. Yarın mesela, devlet adamlarını değerlendirirken daha farklı normlar koyacağız.
TOPRAKTAN ÖNCE ZİHİNLERİ BÖLÜYORLAR
Bugüne geldiğimizde –şöyle bir misal vereyim de maksadım anlaşılsın- ulusalcı bir hanımla röportaja gitmiştim. Duruşunu filan takdir ettiğim, sevdiğim bir hanım. Tabii konuşmacı o, biz konuşturanız. Konuşurken, anlatırken ben de dedim ki; “Şimdi sizin söylediğiniz Mustafa Kemal. Hepsi tamam. Tam bağımsızlıkçı, vatansever, antiemperyalist. Ama tek bir şeyi var; Şeriatçı. Kabul edecek misiniz?” Böyle durdu filan. “Düşünmem lazım” dedi. Dedim, tamam. O zaman dedim ki “bu bir samimiyet kriteridir. Düşünmen lazımsa, sorun var.” Senin derdin başka o zaman. Ha, derdin İslam’laysa, bunu muhatabıyla çözmen gerekir.
Mesela “benim Ulusalcılıkla bir derdim var” Benim muhatabımı bulmam ve bunu bir şekilde çözmem lazım. Çünkü bir hakikati dile getirdiğine göre o da, onu “yok” sayarak yürümek mümkün değil ki! Bir şekilde bunları çözmek lazım. Bu çözülmesin diye aslında bütün uğraşlar. Demin söyledim “Şiî-Sünnî”, “Türk-Kürt” diye bahsetmeye çalıştım.
Aslında benim için BOP saldırısının en önemli tarafı bu: Ayrıştırıcı, bölücü! Topraktan önce, zihinleri bölücü. Demin işte “Şiî-Sünnî savaşı” var, “biz ne Şiîyiz, ne Sünnî” diyor, Amerikan uçakları oradan bombalıyor. Amerikan uçakları ne yapıyor? Şiî-Sünnî savaşına mı son vermeye çalışıyor? Bilmiyorum anlatabildim mi?
Gökçe FIRAT: Anladım… “Bu 14 yıl iyi bir deneyim oldu” dediniz.
Ali Osman ZOR: Belki de, diyorum. Tecrübe olarak.
Gökçe FIRAT: Belki de… Şimdi geriye dönsek, diyelim ki 28 Şubat dönemi. 96-97-98 dönemi. Komplo teorilerine ne kadar inanmıyor olsanız bile…
Ali Osman ZOR: “İnanmıyorum” demedim. Yerine göre inanırım tabii.
28 ŞUBAT MİRZABEYOĞLU’NUN ÖNÜNÜ KESTİ, SAHTE TAKLİDİNİN ÖNÜNÜ AÇTI
Gökçe FIRAT: Mesela 28 Şubat döneminde Salih Mirzabeyoğlu tutuklandı. 15-16 sene içeride tutuldu. Ve bundan doğan boşlukta başka bir figür 15 senedir iş başında. Bunlar da bilinçli, planlı bir süreç miydi? Şu andan bakınca nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ali Osman ZOR: Şu andan değil, o zamandan beri yazdığım için gayet rahatlıkla da söyleyebilirim –bu soru için de teşekkür ediyorum- anlatmaya çalıştığım mevzu buydu. Burada Küçük Amerika Düzeni’ne karşı bir Devrim Süreci başlamış. Küçük Amerika Düzeni’nin sahipleri 28 Şubat’la bu sürece müdahil olmuşlar. Aslında benim açımdan 28 Şubat bir operasyon. Neticesine baktığım zaman ben ve benim gibi düşünen herkesin haklı olduğu kesin. Çünkü netice meydanda.
Bunun neticesi ne olmuş? Bu sürecin bizzat yürütücüsü Salih Mirzabeyoğlu hapse alınmış, aynı anda da onun bir kopyası, sahtesi –adına ne derseniz deyin- iktidara taşınmış. Yani soruyu şöyle de sorabilirsiniz: Eğer Mirzabeyoğlu cezaevinde olmasaydı ne olurdu?
Gökçe FIRAT: Evet. Ne olurdu?.. Mesela şunu sorayım: Diyelim ki bölgesel, Büyük Ortadoğu Projesi’nin dışına bakacak olursak. Çünkü sonuçta bu AKP dönemi ülke içerisinde kötü bir insan türü yarattı. Yani “İslâmcı”, “Müslüman”, ne derseniz deyin rantla alakalı bir şeye dönüştü. Aslında belki Mirzabeyoğlu işin başında olsaydı, yine bu türler türemeyecek miydi? Mustafa Kemal döneminde de aynı türler, bir noktadan sonra geldi ve egemen oldu. Hemen hemen her devrimde de aynısı oluyor.
MİRZABEYOĞLU HÂLÂ TELEGRAM İŞKENCESİ ALTINDA
Ali Osman ZOR: Bir noktadan sonra egemen olabilirler yani, yapacak bir şey yok. Ama o “bir nokta” durduğu müddetçe –çünkü bizim dünya görüşümüzün tarihteki farklı zaman dilimlerinde uygulanışı da öyledir- en azından o “bir nokta” sağlam kalmıştır. Ve daha sonraki nesiller “kötü”yü işaretlerken o “bir nokta”ya göre işaretlemişlerdir.
Meselâ “Sahabe Dönemi” diyorsun. Daha sonraki yanlışları ona göre, oradaki ruha göre işaretleyebiliyoruz. Mesela “Osmanlı Dönemi” diyoruz: Kanuni’ye kadar olan bir dönem. Mesela “Kanuni’de şöyle bir olay oldu, bununla çürüme başladı” diyoruz. “Yanlışlıklar böyle başladı, halbuki ondan önceki dönemde şöyleydi. Ve şöyle olunca da böyle bir ihtişam çıktı ortaya” filan gibi.
“Mirzabeyoğlu olsaydı?” Ki, bizim açımızdan başka da bir alternatif yok. Onu da söyleyeyim. Yani Türkiye’nin başka bir alternatifi yok. Akıl olarak, ahlâk olarak, diyalektik olarak başka bir alternatifi yok Türkiye’nin. Kendi iddiamız olarak; İslâm dünyasının başka bir alternatifi yok. Türk dünyasının başka bir alternatifi yok. Yani gittim gezdim oraları ve gördüm; halleri perişan. Mirzabeyoğlu olmalı. Bundan sonra Mirzabeyoğlu olmalı!
Ve bizim için mücadelenin mihrakı Mirzabeyoğlu’dur zaten. Mesela şunu da sorabilirsiniz; “İslamcı bir iktidar var ama Mirzabeyoğlu hâlâ işkence altında olduğunu iddia ediyor. Bu nasıl oluyor?” Cevap yok! “Nasıl oluyor?” diye bir şey yok. Zaten “olan” üzerine fikir yürütürsünüz. Haliyle bu tür şeyler de bizim tavrımızı açıklar. Dolayısıyla da biz mücadelemizi bu mihrak etrafında, yani Salih Mirzabeyoğlu ve İBDA mihrakı etrafında yürüten bir hareketiz. Siyasetimizi de onun ortaya koyduğu ahlak anlayışı, ilke ve prensiplere göre belirlemeye çalışıyoruz.
Gökçe FIRAT: Mirzabeyoğlu hâlâ işkence altında dediniz. Telegram işkencesi altında. Mirzabeyoğlu çıkalı sanıyorum iki sene oldu değil mi?
Ali Osman ZOR: Evet.
Gökçe FIRAT: Ama kendisini bir siyaset sahnesinde görmedik. Görmeyecek miyiz?
AYDINLAR ARİSTOKRASİSİ KAVRAMI
Ali Osman ZOR: Şimdi, günlük hadiselere müdahale açısından, (“siyaset”ten kasdınız oysa eğer) geçmişte de öyle değildi zaten Mirzabeyoğlu. Çünkü Mirzabeyoğlu’nun ortaya koyduğu ideolojinin bir taşıyıcı sınıfı var. Özel isim olarak “Yüce” dediği, genel isim olarak bir “Aydınlar Aristokrasisi”. Yani “her kesimin en iyisi” diyelim. Yani bu “filanca sınıfın şu temsilcisi” filan değil, bilakis müstakil bir sınıf ismi. Adam ilim adamı olabilir, diğeri sanatçı olabilir. Hep en iyiler. “En iyiler”in oluşturduğu bir anlayış bu.
Şimdi, 40 yılın neticesinde –bizim şu anda yapmaya çalıştığımız da o- bu “Aydınlar Aristokrasisi”nin kadro olma, liyakat şartlarına erme gayreti içerisindeki nüveleri yetişmiştir. Yetişti de. Dolayısıyla da, “kadronun misyonu nedir?” Kadronun misyonu, -her harekette de böyledir zaten- günlük, çözüm isteyen problemlere çözüm üretmektir. O, bahsettiğiniz “günlük siyaset” ise, bu kadro adaylarının kendilerini göstereceği bir alandır.
Dolayısıyla da Mirzabeyoğlu’nun, tabiî ki irade onun iradesi. Yani istediği yerde ve istediği zamanda müdahale edebilir. Ki, özel müdahalelerini saymıyorum zaten. Ama, bugün Mirzabeyoğlu’nun ortaya koyduğu fikirde, aslında kendisini aydın sorumluluğunda hisseden, sorumluluğunu duyan herkese bir davet de vardır.
Hatırlarsınız 29 Kasım 2014’te verdiği konferansta bunu çok açık söyledi: İslâm’ı eleştireceksen, ben İslâm’ın temsilcisiyim. O zaman buradan eleştir. Döküntü tavırlardan değil… Yani biz Marksizmi eleştirirken döküntü solculara bakarak yapmıyoruz bunu. CHP’ye filan bakarak yapmıyoruz.
Aslında meseleyi bu minvalde ele alıp konuşmaya başladığımızda, “Türkiye’nin probleminin ne olduğu” da çıkıyor meydana. Yani Türkiye’nin bir “taşıyıcı sınıf”a ihtiyacı var. “Taşıyıcı sınıf”ın taşıyacağı bir manaya ihtiyacı var. Bu manada da AKP’yi eleştirirken, aslında hangi manaya bağlı olduğunu iddia ediyorsa, iddia ettiği değerler adına eleştirmek lazım. Bu noktadan. Yani AKP’yi veya diğer İslam adına yapılan yanlış uygulamaları.
Gökçe FIRAT: Şimdi hemen, belki de sizi kızdıracak bir soru sorayım.
Ali Osman ZOR: Estağfirullah.
Gökçe FIRAT: Şimdi Ergenekon dönemi bitti. Dışarıya Ergenekon tutsakları çıktılar. Erdoğan’ı destekleyici tavırdalar veya en azından suskunlar. Salih Mirzabeyoğlu da çıktı, fakat kamuoyuna yansıdığı kadarıyla, o da sanki inzivaya çekilmiş gibi bir durum var.
Ali Osman ZOR: Şimdi biz konuşuyoruz işte.
Gökçe FIRAT: Yani insanlar şunu soruyorlar: Yani Tayyip Erdoğan’ın dışarıya bıraktığı veya bir şekilde bırakmak zorunda kaldığı her siyasetçi sessizliğe gömülüyor.
MİRZABEYOĞLU 2002’DEN BERİ UYARIYOR
Ali Osman ZOR: Salih Mirzabeyoğlu o manada bir “siyasetçi” değil; düzenleme ve kurma manasına üst siyasi anlayışın “kurucusu”, ferasetin “remz şahsiyeti”, bağlılarının da kaybedilen bu feraseti yeniden kazandığı anlayışı ortaya koyan diyebiliriz. “Hayatın arazlardan yürüdüğü” hakikatine binaen “kurucu” vasfına sahip bir liderden “şunun için ne diyor, buna nasıl bakıyor” gibi beklentilerin içine girmek takdir edersiniz ki, çok doğru bir yaklaşım olmaz. Yani aktüalite içerisinde söz söyleyen, laf yetiştiren bir siyasetçi değil.
Ama içinde bulunduğumuz bu devirde İslam Siyasetinin nasıl olması, bunun diyalektik ve ahlak yasalarını bunlara bağlı ilke ve prensiplerin topluca ifadesi olan, olması gereken siyasi anlayışı ortaya koyan “kurucu” vasfıyla siyasetçi, siyasetin remz şahsiyeti; eserinin ismi de İBDA. Ortaya koyduğu bu anlayışa nisbetle bağlılık iddia edenler bir taraftan şahsiyet olmaya çalışırken aynı anda da hürriyetlerini idrak ederek ona nisbetle, onun muradını kestirmeye çalışarak tercihler yaparlar… Bu tercihlerinde kimi zaman doğruya isabet ettirecekleri gibi, kimi zaman da yanlış olabilir…
Doğru olan her tavır ve tutumda İBDA’yı taşır ve meseleler içinde ideolojiyi yürütürken, yanlışlığı ortaya çıkan her tutum ve tavır da tercih sahiplerinin “muhasebe” alanına girer; yeri burası değil ama buna da “Cephe” diyoruz. Diğer taraftan ise, aklınıza gelecek her konuda zamanını ve yerini bizzat kendisi tespit ederek gerekli görürse eğer, görüşünü istediği araç üzerinden kamuoyuna deklere eder buda tüm İBDA mensuplarını bağlar; çünkü murad açıktır.
Yani İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nu değerlendirmek isteyenler bizzat ortaya koyduğu ideolojisi, eseri üzerinden bunu yapmalılar. İBDA’ya mensup olanlar -şu an bizim sizinle olan sohbetimiz gibi- bu değerlendirme yapmak isteyenlerle kendi faaliyetleri içinde köprü olabilirlerse ne ala; bu da bizim yapmamız gereken. Tebliğ dediğimiz husus…
Bu açıklamayla aslında sorunuzun cevabını verdiğimi düşünüyorum ama, yine de açıklama sadedinde konuşursak, çıktıktan sonra söylediklerinin hangisini –mesela- geri almış Salih Mirzabeyoğlu? Yani bugün, -girmek istemiyorum bu mevzulara da- eğer söz konusu eleştiriyse bu Hükümete Salih Mirzabeyoğlu’nun söylediklerini söyleyebilen daha ikinci bir kişi de çıkmadı ortaya. Siz okudukça göreceksiniz, kayıtlıdır söyledikleri kitaplarında. Hem de bu hükümetin daha da ne olduğu belli de olmamıştı. 2002 yılından itibaren. Ve bizim yürütmeye çalıştığımız politik tavrımızı yukarıda da izah etmeye çalıştığım üzere onun ortaya koyduğu anlayışın nezaretinde belirlemeye çalıştığımızı söyledim. Kendimizi nispet ettiğimiz hususlar…
Kaldı ki, hem cezaevinden çıktığı gün, hem de 29 Kasım konferansında devlet, iktidar, hükümet, muhalefet ve hatta sivil toplum örgütlerine nasıl bakılması gerektiğine dair oldukça önemli ipuçlarını ilgililerine verdi. Bu ipuçlarından hareketle biz kendi duruşumuzu ve tavrımızı yeniden gözden geçirerek yolumuza devam ediyoruz. Sayın Mirzabeyoğlu, iktidarın veya başka bir konunun lehinde veya aleyhinde olması gerekene dair bir şey söylemesi gerekiyorsa söyler, buna da kimsenin mani olmaya gücü yetmez. Şu an bizim mevzuumuz Adımlar’ın duruşu olduğundan dolayı bizim konuşacağımız ve mesuliyet alanımıza giren budur…
SAVAŞ, ADIMLAR’A SALDIRI İLE BAŞLADI
Gökçe FIRAT: Ama, şöyle bir grup ta var sonuçta: Sizin dışınızda, yine Salih Mirzabeyoğlu’na nispetle kendisini tanımlayan. Ama AKP’yi destekleyen bir grup ta var.
Ali Osman ZOR: İşte o da onların nispeti, onların anladığı. Dolayısıyla o noktada bizim, İBDA’nın örgütlenme anlayışını da bilmek lazım… Suyu düşünün ve farklı farklı renklerde kaplar düşünün. Her döktüğünüz kabın rengini alır su. İBDA’ya bağlılık iddia edenler de bir nevi böyledir. Dolayısıyla burada yeşile dökerseniz “yeşil”, sarıya dökerseniz “sarı” olur. Burada mesele ortaya konulan anlayışta söylenen şu başarıdır; birbirini çelici, birbirinin işine karışıcı bir durumda olmamalı bizim insanlarımız. Ama bu bile, bir İBDA mensubu mesela hükümeti destekleyebiliyorsa, başka biri de desteklemiyorsa, İBDA’nın ne kadar kapsayıcı ve herkesin hakikatini ifade edici, bütünleştirici bir anlayış ortaya koyduğunu gösterir, yukarıda bu hususu izah etmeye çalıştım… Çünkü kimse “mutlak yanlış” değildir. Ama, şunu rahatlıkla söyleyebilirim; özellikle 29 Kasım Konferansı ile, o bahsettiğim “yeni safha” bizim için başlamıştır. Siz takip ettiğiniz için söylüyorum; şu anki savaş durumu da, -hatırlarsınız- Adımlar’a yapılan saldırı ile başlamıştır.
Gökçe FIRAT: Evet.
Ali Osman ZOR: 25 Mart 2015 saldırısı ile başlamıştır… O konferansta Salih Mirzabeyoğlu kendi toplumumuzda, kendi içimizde kimseyi mutlak düşmanlaştırmadı. Gayet bütünleştirici bir dil ortaya koydu. “Sözü olan söylesin” dedi. Bir eleştiri, tartışma ortamının açılması gerektiğini ve herkes sözünün arkasında durma adına gerekirse canını ortaya koysun dedi. Ama bir şekilde bu sürecin bir yere bağlanması lazım, söylediği de buydu aslında. Çünkü bizim ülkemizdeki ayrılıklar, çok sunidir, işin doğrusu. Yani bir noktada o “şuur zıplaması”nın yaşanması lazım. Böyle bir yukarı doğru çıkması lazım.
DİN-DEVLET VE MİLLET
Gökçe FIRAT: Hemen araya gireyim. Diyelim ki, siz 90’lı yıllarda, 28 Şubat sürecinde çok radikal anti-Kemalist çıkışları olan bir hareketsiniz. Kamuoyu genelde sizleri öyle tanıdı. Fakat bir de baktık ki, işte o Ergenekon döneminde, o güne kadar karşı çıktığınız insanlara sahip çıkan bir tavır aldınız. Bugün de, İBDA gibi, hani belki Türkiye’de en radikal anti-Kemalist gibi görünen bir hareket, bakıyoruz, Kemalizme farklı bir rol biçiyorsunuz. Siz mi değiştiniz?
Ali Osman ZOR: Yok. İBDA’nın herkese biçtiği yer her zaman aynıdır; Hakikatin hakikatini tespit et, ondan sonrada hakikat karşısında yerini al… Bu her zaman böyle…
Gökçe FIRAT: O zaman Kemalistler mi değişti?
Ali Osman ZOR: Kastettiğiniz Kemalistler kim bilmiyorum, değiştiği kesin: “Ilımlı İslam”cı oldular diyebiliriz mesela… Şimdi, biz politikamızı yürütürken üç tane sac ayağından yürütmeye çalışıyoruz: Din-Devlet-Millet. Din’in de ne olduğu belli, Devlet’in de ne olduğu belli, Millet’in de ne olduğu belli. Dolayısıyla eleştirilerimizi de, değerlendirmelerimizi de aslında belirleyen şey budur.
Biz dün, bahsettiğiniz Kemalistleri veya Kemalizmi değerlendirirken de NATO’culuk üzerinden, Amerikancılık üzerinden, İsrailcilik üzerinden, Batı hayat tarzı üzerinden değerlendiriyorduk. Yani, “Dış’a teslim olmak” üzerinden değerlendiriyorduk. Bugün de mevcudu değerlendirirken aynı şeyi yapıyoruz. Aslında biz değişmedik…
Ergenekon Süreci’nde bu anlayışla çok açık bir tavır koyduk ama, bunu ya biz anlatamadık yada bazıları anlamak istemedi; niyetimizin sorgulanmasından ziyade anlaşılmasını isterdik… Tabi “biz” derken şu anki Adımlar çizgisini kast ediyorum. Mesele orada, İslâmcıların 28 Şubat nefretini kullanarak ve sanki 28 Şubat’tan intikam alınıyormuş gibi, bir tane dahi olsa –bir tane dahi olsa!- gerçek bir vatansever Subay’ın tard edilmesi, görevden alınması, hapse atılması ve bunun göstere göstere yapılması.
SUBAY, MİLLETİN ONURUDUR
Yani, “subay” dediğiniz nedir sizin? “Subay” dediğimiz, milletin azametini, onurunu temsil eden şahsiyettir! Şimdi millet “Ergenekon” filan diyor da, epey zaman geçti, hatırlayamayabilir insanlar: İntihar edenler oldu, yakalarından tutulup sürüklenerek hapishanelere götürülenler oldu. Bizim karşı çıkış şeyimiz, bir Menfaat Çetesi’nin -şu an herkes paralel diyor- Türk’ün, Müslümanların ateş gücüne yaptıkları muameleydi. Ve bunu Amerika adına yaptılar! Herkes de biliyordu bunu! Ve o gün bunu yapanlardan daha da hesap filan sorulmuş değil.
İsterse buna maruz kalanlar kalleşlik yapsınlar bugün. Bakın bu sözüm önemli. Beni hiç ilgilendirmiyor, zerre kadar ilgilendirmiyor. Bugün de olsa, tabii ki bugün daha tesirli tavırlar koyabiliriz, aynı niyetle hareket ederim. Size de yapsalar aynısını yaparım!
Mesela bugün benim en yakından takip ettiğim yayın organı ve hareketler içinde Türk Solu da var… Bakıyorum “ne yapacaklar, ne edecekler?” Çünkü düştünüz adamın peşine, bırakmıyorsunuz da. Bakalım ne tepki gelecek?.. Ama, veririm o tepkiyi!.. Çünkü ortada olan şey, orada yapılan, gerçek devlet düşmanlığıydı. Zaten bize de söylenen oydu; işte “Kemalistler” filan.
Siyaset ittifaklarla yürür; dün düşman olduğunuzla bugün müttefik olmayacaksınız diye bir şey yok. Bakın bugün kimler kimlerle beraber müttefiklik ilişkisinde yürüyor. Kaldı ki bizim durumumuz böyle bir ilişki de değildi… Biz meseleyi “ortak düşman Amerika” noktasından değerlendirdik, halen de öyle değerlendiriyoruz.
SOL’A DÜŞMAN OLACAĞIM DİYE AMERİKANCI OLDULAR
Yani ben nefsim için bir şey yapmıyorum. Yani adam dün şu noktadadır, bugün bu noktadadır. Bu misali çok veririm ben; dışarıdan bir adam saldırıyor. Komşun Budist veya ateist! Saldırıya maruz kalırken sana yardıma gelmiş adam. Ne diyeceğiz şimdi biz o adama? “Sen ateistsin! Bana yardım etme!” filan mı diyeceğiz? Yani bunlar insan aklına, insan zekasına aykırı şeyler. Kaldı ki bir kavramı bir grubun kullanması, o kavramın manasına senin aykırı olduğunu göstermez.
O manada bizim inandığımız İslam anlayışı vatansever bir anlayıştır: “Vatan sevgisi imandandır.” Zaten bağımsızlıkçı bir anlayıştır: İslâm, İslam toplulukları kimseye tabi olmaz. Şimdi bu noktadan baktığımda –mevzu açıldı diye söylüyorum- İslâmcılar üzerine oynanan en büyük oyunlardan biri de budur zaten. “Vatanseverliği” Kemalistler kullanıyor veya “tam bağımsızlıkçılık” diye. Adam “Kemaliste düşman olacağım” derken, kendi değerine de düşman oldu. “Antiemperyalist solcular” diye, adam “solculuğa karşı olmanın yolu Amerikancı olmaktan filan geçiyor” zannetti. Halbuki iki kavram da, yani “işgale karşı olmak” veya “vatanı için canını vermek” veya “bağımsız olmak” zaten doğrudan doğruya bir Müslümanın olmazsa olmaz vasıflarıdır. “Müslüman” kimliği ile öne çıkan bir insanı değerlendirirken bakılacak üç tane kıstastır zaten bu.
Gökçe FIRAT: Ama dediğiniz türde “Müslüman”a da pek rastlanmıyor artık Türkiye’de, değil mi?
Ali Osman ZOR: Demin dedim ya; “oynanan oyun bu” diye… Aslında dediğim türde onurlu, şerefli, fikir haysiyetini öne alan insan türünde sorun var ama ümitvar olmak lazım, onu söyleyeyim.
Neden ümitvar olmak lazım? Çünkü, sanki tüketebilmenin en azami boyutlarında sahtelikler tüketildi. Aslında buna şükretmek lazım. Aslına bakarsanız bu sahteliklerin arkasından gerçek oluşlara, gerçek şahsiyetlere, gerçek ideolojilere, gerçek anlayışlara yol açıldı! Ve bu noktada da, “gerçeği temsil” iddiasında olanların işi zorlaştı. Artık bedavadan bir şey yok!
Yani bugün, mesela diyorsunuz ki “BOP taşeron örgütü PKK” filan, bilmem ne. Ee? Öbürü de BOP’un Eşbaşkanı? Aynı fiili ona niye söylemiyorsunuz, ona ne yapmak gerektiğini veya ne yapması gerektiğini niye söylemiyorsunuz? Mesela… Değil mi? Mesela, siz de kullanıyorsunuz zannedersem “bu bir Saray Savaşıdır” filan diye.
Gökçe FIRAT: Evet.
Ali Osman ZOR: Şimdi nereden bakıyoruz da “Saray Savaşıdır” diyoruz biz buna? Halbuki, Kurtuluş Savaşı verildiğini gizlemek isteyen insanların propagandası olmuş olmasın? Kim “onlar” mesela? Diyelim ki BOP’un kara ordusu, etnik Kürtçülük böyle bir şey ister mi hiç? Bak 6-7-8 Ekim’de (2014) neler olduğu çıktı meydana. Zaten 6-7-8 Ekim hadiselerinden sonra Kasım seçimlerinde “milliyetçi söylem” benimsendi. Niçin benimsendi? Çünkü ayağa kalkan Türk (İslam) Milleti’ni tekrar içeri, eve sokmak için.
Şimdi, kendi iktidarı için böyle “sınırlı bir savaş”ı göze aldı diye, 100 yıldan beri devam eden bir Kurtuluş Savaşı’na ben “Saray Savaşı” demem mesela. Ve ona o primi de vermem. Mesela şu tespit yapılırsa konuşuruz: Mevcut siyasî irade, iktidar, böyle bir Kurtuluş Savaşı’nın önderliğini yapamaz! Önderliğini yapacak meşruiyette ve yasallıkta değildir. Zaten bu tespiti yaptıktan sonra, o zaman iş gelir bizim omuzumuza dayanır.
Gökçe FIRAT: Tam da o noktada bir şey soracağım. Sanıyorum 2014’te Mirzabeyoğlu çıktı ve Konferans’la yeni bir dönem sizin adınıza başladı.
Ali Osman ZOR: Bu benim değerlendirmem.
ADIMLAR’A SALDIRI MÜCADELE EDECEKLERE AÇIK BİR TEHDİT
Gökçe FIRAT: Bu sizin değerlendirmeniz. Ama, hemen ertesinde, işte sizin yayın organlarınız çıkıyor filan. Size yönelik, bizzat kardeşinizin şehit olduğu bir saldırı oldu. Aslında “iç savaş” dediğimiz dönemin başlangıcı da tam olarak o.
Ali Osman ZOR: Evet.
Gökçe FIRAT: Neydi burada mesaj? Aslında İBDA grubu yeni bir muhalefete mi başlayacaktı? Onu susturmak için mi yapıldı bu? Veya bir iç savaşta “Türk milleti ayağa kalkmasın”, “yerinize oturun, sizi bombalarız, vururuz” mesajı mıydı? Ne mesaj aldınız oradan?
Ali Osman ZOR: Ben 2-2,5 sene Kırgızistan’da kaldım. Kırgızistan’da da buna benzer bir olay yaşadım zaten. Oradan da zaten, bugün paralel denilen yapının marifetiyle tekrar zorla getirildik buraya. Kırgızistan’la benzerlikten kastım cevabımdan sonra inşallah anlaşılır…
Mesele şuydu: Siz sorunuzun içinde cevabın bir kısmını verdiniz ama, ben biraz daha devam edeyim… Orada Adımlar’ın, yani İBDA’ya nispetle siyasi mücadelesini veren, inandığı ideolojinin kavgasını yapmaya çalışan bir cephenin bir söylemi var. Ben inanıyorum ki bu söylem, yapılması gerekene dair bir söylemdir. Buna ister “savaş söylemi” deyin, ister “mücadele söylemi” deyin, ister -ben kendi adıma elimden geldiğince bütünleştirici bir dil kullanmaya çalışıyor ve bu dili de geliştirmeye çalışıyorum- “bütünleştirici söylem” deyin. Ama şu kesin ki, bu toplum adına, bu millet adına hissettiği şeylerdi. Ve Türkiye’de bildik mihrakların, bildik uluslararası güçlerin korktukları şey odur. Yani şöyle bir şey, Nietzsche’nin güzel bir sözü var: Gerçeğin güce ihtiyacı var dostum!.. Gerçek gücü elde etmeli ya da kendisini gücün üzerine atmalı…
Dediğiniz şeye katılıyorum. “Eğer ki şöyle şöyle yaparsanız, biz sizi böyle yaparız!” Aslında o şey başka yerlerde de var. Sadece bizde değil. Mesela size gelen baskılarda da var. Belki de siz de benzer bir psikoloji içinde ve benzer davranışlara muhatap olarak mücadelenizi sürdürmeye çalıştığınızdan Adımlar’la daha rahat empati kurabiliyorsunuz. Veya başka hadiselerde de var.
Mesela haberlerin arasında bile vardır bu. “Sakın ha. Müslüman olduğunu, hele hele Müslüman-Türk olduğunu deklere edersen şöyle şöyle şeyler gelir başına” filan. Zaten “BOP” dediğiniz şeyin birinci hedefi bu: Doğrudan doğruya İslam Milleti’nin bu ana unsurunu ortadan kaldırmak! O zaman “İslâm Milleti” diye bir şey filan kalmayacak.
ÜMMETİN ANA DİREĞİ TÜRKLER VE ARAPLAR
Gökçe FIRAT: Türk’ü çıkarsak, “İslam dünyası” diye bir şey muhtemelen kalmayacaktı dünyada.
Ali Osman ZOR: Yani şimdi “ümmet, ümmet” filan diyorsunuz ya. “Ümmet”i bu kavimler oluşturuyor. Ümmet’in ana direkleri Türklerle Araplar. Birinden birini çıkarın, nerede kaldı ümmet? Başta kısaca “millet” ve “ümmet” kavramına bakışımızı Sayın Mirzabeyoğlu’ndan işaretlediğimden söylemek istediğimin anlaşıldığını düşünüyorum. Yani bu şekilde baktığımızda, demin BAAS ve Nakşibendî Ordusu bahsinde söylemiştim onu; emperyalizmin düşman olduğu ve diğer düşmanlıklarını etrafında düzenlediği yegane şey, düşman olarak gördüğü toplumların bütünleştirici liderleri, fikirleri, ideolojileri, siyasetleridir. Hiç tahammül edemediği şey budur! İBDA’ya ve onun mimarı Mirzabeyoğlu’na yapılan çok boyutlu ve çok aktörlü düşmanlığın sebeplerini buralarda da arayabilirsiniz.
Bugün desteklediklerine veya karşı olduklarına dikkat edin. Destekledikleri tam bölücülerdir. “Bölücü”lüğü sadece “toprak bölmek” manasına kullanmıyorum. Zihinleri bölerler, insanları bölerler, ruhları bölerler, aileleri bölerler, toprakları bölerler. Dini, ideolojisi, kılığı-kıyafeti ne olursa olsun.
Düşman olduklarına bakın. Dili döndüğünce kimi “insan onuru” der, kimi “insan haysiyeti” der, kimi siyaseten “bütün olalım” der ama hep bir samimiyet vardır. Ve hep de “yapabilme iradesi” vardır. Bu çok önemli!.. Dolayısıyla bize yapılan saldırı, zaten “yeni bir ırk inşâ etme” aşamasında olan emperyalizmin “biz bu oyunumuzun engellenmesine izin vermeyeceğiz” mesajıydı zaten. Çünkü orada sen böyle devlet-mevlet kuracaksın. Öyle havadan “devlet” kurulmaz. Buna bir “kahramanlık destanı” yazman lazım. Değil mi? “Kahramanlık olmadan bir ırk olmaz” filan. “Ne olacak?” “Bir ırk inşâ edeceğiz biz o zaman” “İşte Erbil’den kahraman Peşmerge’yi getiriyoruz, vatan kurtaran”, işte orada “Ayn-el Arap’ta destanlık direniş verenler” filan propagandası. Bir taraf ta buradan “Ne alakası var?! Sen Amerika’nın kara ordususun” filan diye, yani “orada iki gün karşısında tutunamadığın Araplar” değil mi? “Eğer yukarıdan atılan bombalar olmasa, nefes alamıyordun sen”…
Yani herkesin bildiği şeyleri, hani o –klasik olacak ama- “Kral çıplak!” hikayesi var ya… Bunu, mesela bizim söylediğimiz şeyleri siz söylediğiniz zaman etkili olmaz. Ne demek istediğimi anladınız mı, bilmiyorum. Çünkü biz, İslam temelli söyleyebilmenin ideolojisine ve bu ideolojinin bize kazandırdığı duygu ve düşünce alışkanlıklarına sahibiz. Korkulan bu.
ANTİEMPERYALİZMDE SAMİMİYET
Onun için, gerçekten samimi antiemperyalist hareketler var, samimi Ulusalcı hareketler var, fakat, bu emperyalizmin, yine o bölücü planlarından dolayı İslam’la yaşadıkları “problem” çözülemediği için, bu samimiyet bir türlü neticeye varmıyor. Mücadele ettin, ettin, ettin… Az önce onun için dedim, bizim kendi mücadelemizde bu bir safhadır. Biz devam ediyoruz. Çünkü bu olacak! AKP’nin iktidar olması benim ideolojimin hâkim olacağının göstergesi, verisidir zaten. Çünkü o, benim hareketimin ortaya çıkardığı tazyik ve stres üzerine geldi zaten. Bugün mesela, Erdoğan hangi siyasî mücadeleden gelmiş?!. Geçmişi ne? Neyi hazırlamış? Kuruculuğu nerede? Anlatabildim mi? Bugün “90’lar” filan diye aldığınızda, çıkar İBDA’yı, İslâmcı mücadele adına ne kalır geride? Halbuki bütün birikim orada, “28 Şubat’a karşı duran” filan…
Gökçe FIRAT: Peki hemen güncel bir şey soracağım. “Tayyip Erdoğan’ın ne mücadelesi var?” dediniz. Siz 80 öncesinden itibaren bizzat İslami kesimde mücadelenin içindesiniz. Her şeyi gözlemleyen ve bu sürecin bizzat içinde yaşayan bir insansınız.
Ali Osman ZOR: 80 sonrası diyelim. 80 öncesine yetişemedik biz. Ama bizim mücadelemiz de 80 sonrası, 80 öncesinin verimini de…
Gökçe FIRAT: Tayyip Erdoğan mücadelenin ister 80 öncesi o Akıncılar döneminde olsun, çünkü hani öyle bir şey var ya; “Tayyip Erdoğan Akıncılar’ın lideriydi” filan deniyor.
Ali Osman ZOR: Nerede?
Gökçe FIRAT: Kendileri diyorlar. Ondan sonra 80 sonrasında yine “şahlanan Refah Partisi mücadelesinin başında”, 90’larda “türban mücadelesinin lideri”… İnsanlara propaganda yapılan böyle bir şey var. Diyelim ki bizim gibi laik, Atatürkçü, İslami kesimin dışındaki insanlar açısından şu algı oluşuyor hemen -sıradan vatandaşın gözünde de öyle- biz bu mücadelenin uzağında insanlarız: Ya galiba doğru. Bu adam 70’lerden beri İslamcılığın lideriymiş gibi bir şey çizildi. Bu ne ölçüde doğru?
Ali Osman ZOR: Bir tarih oluşturuluyor diyorsunuz…
Gökçe FIRAT: Evet, bir tarih yaratıldı yani…
Ali Osman ZOR: Tarih oluşturuyorlar. Refah Partisi mücadelesinin başında rahmetli Necmeddin Erbakan vardı. 28 Şubat’ta partisi kapatılan ve mücadelesi engellenen Erbakan’ın liderliğini zaten bilmeyen yok herhalde. Türban mücadelesini başlatıcısı ve devam ettiricisi de zaten İBDA mensuplarıydı, 86-87 yıllarında başlayan. Tayyip Erdoğan da 2001 yılında kurulan AKP’nin lideri.
O zaman Salih Mirzabeyoğlu niye 16 yıldan beri içeride yatmış? Veya halen İBDA mensupları niye cezaevinde? 22 yıldan beri yatan arkadaşlarımız var. Halen yatıyorlar. Niye içerdeler hâlâ? Onlar içeri girerken o neredeymiş? Bu ve benzer soruların cevaplarını birileri verir o zaman…
Neyse, şahıs üzerinden çok fazla konuşmak istemiyorum işin doğrusu da, çünkü konuşmamak gerektiğine de inanıyorum aslında. Daha daha ötesi, benim inancım, bugün birtakım şeyler yapmak isteyen bir şeylerin sıkıntısını duyan insanların bizatihi kendilerinin iktidar gibi davranması gerektiğine inanıyorum; kendileri iktidarmış gibi. Bu anlayışa sahip olmaları gerekir. Bir nevi böyle iktidarı yok sayarak, onu yok sayarak bir alan oluşturup, oradan topluma hitap etmesi gerekiyor. Bunun teorik çalışmalarını yaparak bu anlayışın geliştirilmesi gerekir…
Tabii kendimizi ayrı tutarak bunu söylemiyorum… Çünkü belli bir zaman sonra, hedefiniz size güç de kaybettirebilir. Çünkü onun zemininde mücadele etmiyorsunuz, edemiyorsunuz mesela. Onun “şirretliğine” yetişemiyorsunuz. Ve yaptıkça da yaşıyor. Kendi mücadelemiz içinden hadiseleri takip ettiğimizde, tarih kitabında boş sayfa olmadığını görüyoruz.
Kimse boş sayfa bırakamaz tarihte. Bir dönem, bir zaman yalan dilde varlığını devam ettirebilir, gerçeği gizleyebilir, ama gerçeğin yok edici ve hakikati temsil gücüne dayanamaz paramparça olur gider… Gerçek hükmünü hakim kılar… Bundan dolayı yalan, tarih kitabına sadece yalan olarak kaydedilir. Hele hele yakın tarihi bilmek için okumaya da gerek yoktur; yaşayanlar vardır.
İslamcı mücadelenin başlatıcısı, yol göstericisi ve işin nasıl ve niçinini orya koyarak bugünlere gelmesini sağlayan tek bir lideri vardır, o da “kurucu” vasfıyla Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’dur. Yaşayan Necip Fazıl, Salih Mirzabeyoğlu. Bugün hangi İslamcı hareket, hangi partiye bakarsanız bakın, ideolojik ve siyasi olarak beslendiği tek kaynaktır o.
Biz, bütün hareketleri ve liderlikleri müspet veya menfi ona nispetle değerlendiririz. Siyasi faydada dikkat ettiğimiz, yine ona olan bu nisbettir. Ve aslına bakılırsa, o manada, İslamcılarda bir yanlış aranıyorsa, bu Salih Mirzabeyoğlu’na gösterilen anlayışsızlık içinde aranmalı… Fikri, siyasi, ahlaki bu anlayışsızlıktan dolayı yapılabilecek bir çok şey yapılamıyor veya gecikiyor, tabi bu anlayışsızlık içinde de bir sürü imkan çarçur edilirken, zaman da kaybediliyor. Ona yapılan bir yanlıştır, işin doğrusu.
Bu nokta-i nazardan meseleyi ele aldığımızda, bugünkü iktidarın kimden alındığı da çıkar ortaya. Ve biz kimden neyi talep ediyoruz, neyi almaya çalışıyoruz, o da çıkar meydana. Bunu da bugün az çok eli kalem tutan, okuyan bütün İslamcılar bilirler. Onun için “Salih Mirzabeyoğlu” ismi söz konusu olduğunda hepsini bir suskunluk kaplar. Ve ne gariptir ki onun isminin söz konusu olduğu yerde bu İslamcılarla, bu İslamcıların karşısında olanlar da ortaktır. İşin garibi. Dikkatinizi çekiyordur bu. Bu da İBDA’ya yapılan ikinci yanlış oluyor. Zarar gören ise din, devlet ve vatan adına tüm toplum…
Gökçe FIRAT: Evet.
Ali Osman ZOR: Ama birbirleriyle de didişirler. Yani ne demek istediğimi anladınız değil mi?
MÜSLÜMAN AYNI NOKTADAN İKİ KERE ISIRILMAZ!
Gökçe FIRAT: Tayyip Erdoğan çıkıp dese ki “benim en yakın arkadaşım Mirzabeyoğlu’nu 15 yıl hapislerde çürüttüler” Bunu da alkışlayacak epey bir kesim var?
Ali Osman ZOR: Onu demeden epey alkışlayanı var zaten… Bizim tavrımız bizi bağlar. Biz Salih Mirzabeyoğlu’ndan başka kurucu önder, ondan başka kumandan, ondan başka lider, onun koyduğu ahlak ve diyalektik sistemden başka dünya görüşü tanımayız. Bizim bağlığımız da onadır ve her şeyi buna göre değerlendiririz. Ve o bağlılığa halel getirecek en ufak, en ufak bir değerlendirme yapmamak gayreti ve niyeti de bizim şiarımızdır.
Mesela 14 yıllık hükümetlerin “politikaları”… Bu politikaların üretildiği esas merkezler ve ortaya çıkan pratikler açısından benim için desteklenemez; bırakın bütün konuştuklarımızı bir kenara, insan olarak desteklenemez. Yani Irak’ın neyini destekleyeceksin? Bu partinin arkasında iki tane Irak, bir tane Libya, Suriye’si, Somali’si, Afganistan’ı filan, say sayabildiğin kadar. Neler var! İç politikaya zaten girmiyorum bile. Bunun neyini destekleyeceksin? En son İsrail’le yapılan “muhtaçlık politikası” kapsamında yapılan anlaşmayı koy. Desteklenemez.
Velev ki “desteklenmesini gerektiren genel bir psikolojik hava veya bir kanaat” oluşsun, bunu da ben yapamam. Böyle bir şey yapamam, kenara çekilirim. O da benim ve arkadaşlarımın mizacına aykırı olur. Aslında desteğin hangi şartlarda verileceğini de söylemiş oldum: Bugüne kadarki uygulamaların yanlış olduğu kabul edildikten sonra, eylemde, fiilde davranışta yani pratikte esasta, ama esasta bir değişiklik olup olmadığı tespit edilip ondan sonra karar verilecek… Malum “Müslüman aynı noktadan iki kere ısırılmaz.” Dün yalan söyleyen bugün de söyleyebilir. Dolayısıyla burada bizim karşı karşıya olduğumuz şey bir BOP saldırısıdır. Eşyanın ismi değişmekle muhtevası değişmez.
Gökçe FIRAT: Peki şöyle sorayım, bu BOP saldırısında diyelim ki bölgemizde bir Kürt devleti kurmaya çalışıyorlar…
Ali Osman ZOR: Hedef o.
Gökçe FIRAT: Hedef o. Türkiye’de PKK gibi büyük bir örgüt var.
Ali Osman ZOR: İsrail’in güvenliği için.
Gökçe FIRAT: Hatta açıktan Amerikan bayraklarıyla.
Ali Osman ZOR: Üniformalarıyla.
Gökçe FIRAT: Üniformalarıyla. Yani artık öyle bir şeyden çekinceleri yok. AKP hükümetinin PKK ile mücadelesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ali Osman ZOR: Ona gireceğim.
Gökçe FIRAT: Onlar diyorlar ki “biz bu milleti bölmeye çalışan, bu bölgede bir devlet kurmaya çalışan bir terör örgütüyle mücadele ediyoruz. Buna karşı çıkarsanız da siz aslında PKK’lı olmuş olursunuz” gibisinden büyük bir propaganda yürütülüyor şu an.
BÖLÜCÜLÜKLE MÜCADELE EDECEKSEN BAŞ DÜŞMANIN IŞİD DEĞİL, KÜRT ŞOVENİZMİ OLMALI
Ali Osman ZOR: Sınırlı bir savaş içerisinde “bütünlüğü koruyorum” iddiasıyla bölücülüğünü gizleyen siyasete, bütünleştirici milli siyasetin dikkat etmesi gerekir. Bu birincisi. İkincisi, çok basit şeylerden gidelim. Durum buysa eğer, durum buysa gerçekten, o zaman etnik ırkçılık veya Kürt şovenizmi senin baş düşmanın olması gerekir. Değil mi?
NATO’daki müttefikin Amerika, senin baş düşmanının müttefiki. Hem siyaseten, hem uluslararası hukuk açısından, hem de insani olarak senin de baş düşmanının düşmanını, müttefik olarak kabul etmende bir mahzur yok o zaman. NATO’daki “stratejik ortağı”nın on bin kilometre öteden gelip ortaya koyduğu senin zararına olan bu tavrın karşısında sen bu coğrafyanın mensubu ve sahibi olarak bu serbestlikte davranabilirsin, kimsenin de sana söz söyleyecek hiçbir hakkı olmaz… Savaş filan demiyoruz…
“Müttefiklik ilişkisi” adı üstünde, dostluk değil. Peki neden NATO’daki “staratejik ortağının” senin baş düşmanını “stratejik müttefik” kabul ederek bölgede herkesi de uymaya zorladığı “esas düşman” politikasında belirlediği IŞİD veya Arap İstiklal Savaşı, neden senin baş düşmanın oluyor o zaman? Birinci soru bu.
İkinci soru, buradaki hedef dikkat ettiyseniz bu “sınırlı bir savaştır” dedim. Çünkü devlet felsefesi açısından “bir isyan nasıl bastırılır, bir isyanda nasıl hareket edilir?” Bunu 5 yaşındaki çocuk bile bilir. Üstelik bizim tarihimiz oldukça bol “isyan bastırma tarihi”dir. Tüm bunları herkesin “nefsi müdafaa” hakkını teslim ederek söylüyorum…
Gökçe FIRAT: Evet.
Ali Osman ZOR: Değil mi? Mevcut bizim tarihimizde. Şimdi, burada “isyanı bastırıyorum” havasıyla bir isyan mı büyütülüyor, güçlendiriliyor, yoksa “isyanı bastırıyorum” havasıyla da isyanı bastıran, bastırdığını iddia eden taraf, temsilcisi olduğu kitlede bir yılgınlık mı meydana getirmeye çalışıyor? Bu noktada “analar ağlamasın”, “bıçak kemiğe dayandı” gibi söylemleri çok zehirli, çok tehlikeli bulduğumu söylemeliyim.
Peki devlet olarak, bu bölücü etnikçilikle savaşılmasın mı? Zaten bence kafa karışıklıkları burada çıkıyor. Demin izah etmeye çalıştım ama, tekrar söylüyorum; tabii ki savaşılacak! Ama nasıl ki koalisyon güçlerinin, “Amerika liderliğinde koalisyon güçleri vıdı vıdı vıdı…” diye bir şey geliyorsa. Değil mi, ne kadar “bütün” geliyor. “Amerika liderliğinde koalisyon güçleri” bir Irak’ta, bir Afganistan’da, bir Suriye’de, her yerdeler. Dolasıyla sizin bir ağacın dalını koparıp kökünü sulamanız, zaten ihanet içinde olduğunuzu gösterir, ağacı büyütüyorsunuz.
Buradaki mesele benim açımdan şudur. Zaten BOP içinde olan İsrail’in arzuladığı ve kendi ifadeleriyle kurulması için her şeyi yapacakları Kürdistan’ın merkezi Diyarbakır değildir. Burada Erbil merkezli bir Kürdistan’dan bahsediliyor. Dolayısıyla da Erbil’in Diyarbakır’a bağlandığı değil, Diyarbakır’ın Erbil’e bağlandığı bir Kürdistan.
Tam bu noktada 2003’ten beri Irak’ın kuzeyini Irak bütünlüğünden kopararak “Kuzey Irak” haline getiren siyasi ve askeri devletlilerin kimler olduğunu ve İstilacı Amerika’yla neye hizmet ettiklerini siz düşünün. Irak’ın kuzeyi dosyası açıldığında 91’den bugüne kadar kimlerin oralarda din-vatan-millet aleyhine ne haltlar yediği açığa çıkacak inşallah… Tabii ki orada Suriye tarafında -Kürdistan’ın bir parçası olarak Suriye tarafı da var-, Amerika’nın YPG diye bölerek PKK ile Suriye’deki işbirliğinin kitlelere kabul ettirilebilmesinin yolu, buradaki sınırlı bir savaştır.
ÇÖZÜM SÜRECİ BÖLÜNME SÜRECİDİR
Çünkü “çözüm süreci” denilen sürecinin (biliyorsunuz “çözüm süreci”nden kasıt bölünme sürecidir. Sonra “milli birlik ve kardeşlik” diye zırvaladılar.) Bunun yürütülebilmesi için burada sınırlı bir şeye ihtiyaçları vardı. Ama bu bizim coğrafyamız açısından kendisine “Amerikan kara ordusu” diyen ve baş düşman olarak da İslam-Türk milletini gören bir unsurla savaşmayacak mıyız? Savaşılmayacak mı?
Aslında biz bu unsurlarla yüz yıldan beri savaşıyoruz. Dün Ermeni oldu, bugün Kürtçü oldu, başka bir gün başka bir şey olacak. Bu bitmemiş bir savaş. Bu noktada da samimi vatanseverlerin bence dikkat etmesi lazım. “Sınırlı savaş” kapsamına giren diğer ve en önemli husus yine Amerika’nın “esas düşman” politikasında gizli; “dünyanın en barbar örgütü” ve “insanlığın bu güne kadar başına gelmiş en büyük bela kıyıcı IŞİD terör örgütü”… Pentagon merkezli propaganda bu yönde algıları şekillendiriyor. Etnik Kürtçülük ise, “bölgede bulunan örgütlerin en hümanisti”, “en demokratı”, “en laiki”, “batı değerlerine en bağlı olanı”, “en medenisi”, en, en, en… Ne olacak şimdi? Bu “en, en, en” örgüt, “Türkler başta olmak üzere, tüm dünyayı bu bugüne kadar görülmemiş bu barbar düşmandan kurtaracak”… Ondan sonra daha kimde, kurulacak “devlete” itiraz etme hakkı olabilir ki… Bu propagandaya özellikle dikkat edilmesi gerekir.
Evet emperyalizme karşı bir savaş var. İBDA tarihi de 1919’da başlar. İdeolojimiz de 1919’dan başlatır başlangıç tarihini. Sınırlı imkânlarla ve sınırlı derecede emperyalist düşmanı bu topraktan kovduk ama, Emperyalist düşmanın işgalle yapmak istediğini daha sonra burada yaptılar. Batı hayat tarzından, alfabemizden, giyim kuşamımızdan, kendimize hedef olarak Batı’yı koymamız. Değil mi?..
Dolayısıyla bizim savaşımız bitmedi zaten. Bu savaş hiç bitmedi bizim açımızdan. 100 yıldan beri devam eden bir savaş. Dolayısıyla tabii ki savaşılacak. Bütün mesele burada, siz bunu böyle gördüğünüz an, bu savaş üzerinden (hesapta bütünlüğü korumak için yapılan bu savaş üzerinden) böyle gören adam bölünmeyi nasıl engelleyecek? Aslında -amiyane tabirle- zurnanın “zırt” dediği delik burası. Nasıl engelleyecek?
ORDU-MİLLET TAVRI
Nasıl engelleyecek: Ordu-Millet tavrıyla, düşmanın bütün kalelerini zaptedeceksin. Zaptetme iradesini koyacaksın. Çünkü, şu saatten itibaren düşmanın bütün imkân ve araçlarıyla ve bütün unsurlarıyla saldırısını daha da artıracağı, oturduğu mevzilendiği noktaları bırakmayacağı açık ve aşikar.
Dolayısıyla bu savaş, bir yönüyle “Amerikan kara ordusunu güçlendirme savaşı”dır. Ölenler kimsenin umurunda değil, onu söyleyeyim. Diğer taraftan da bu savaş verilmesi gereken bir savaştır! Dolayısıyla bu, “onun savaşı” değildir; bu “ona rağmen” de bir savaştır. 100 yıl içerisinde bunu alırsak eğer, ona rağmen de bir savaştır. Ama buradaki büyük, en büyük sorun, Mehmetçiğin kendisini bağlayacağı siyasi mantıktır; siyasi mantığın bağlı olduğu ideolojidir. Yani savaşı yürütecek siyasi irade, siyasi liderlik sorunu. Bizim göz dikmemiz gereken hedef de orası zaten. Yoksa savaş olmayacak diye bir şey yok.
Bu savaş olacak. Bu hesaplaşma olacak. 1915’te de oldu. Bu hesaplaşma daha da parçalanarak ve büyüyerek kapımıza kadar gelecek. Çünkü sen Müslüman Türkün ateş gücünü, her iki tarafa da düşman olan bir unsuru korumak için, uluslararası güçlerin direktifiyle orada vatanını savunan, işgale direnen Arap direnişine karşı kullanamazsın! Kullandığın zaman bunun illa ki bir karşılığı olacak.
Dolayısıyla da oradaki savaş, bütün oyunu veya satranç tahtasının bütününü göz ardı etmeden veya fotoğrafın bütününü, Suriye ve Irak cephesini gözden kaçırmadan değerlendirmek gerekir. Bizim kendi değerlendirmemizde, göz diktiğimiz nokta da burası.
Ama peki buradaki oyuna yön veren veya katılan siyasi irade bu işi nasıl yapıyor? Tabii ki 65 yıldan beri NATO tornasından geçmiş insanlarla yapıyor orada. Ve bu insanlar da az çok kafasını kaldırıp, işte Ergenekon süreci de bir nevi öyleydi ve o manada yine devrimin dinamikleri içinde değerlendirilmesi gerekir bu. İşte az buçuk güçlendi biraz, işte “NATO olsun”, “olmasın” filan tartışmaları başladı. Böyle bir tırpan atıldı. Aradan 10 yıl geçti, tekrar böyle bir sürece girdik.
Bu süreç içerisinde milletin şahsını temsil eden Mehmetçiğin, gerçek Mehmetçik misyonuna girmesi lazım. Bunu sokacak olan da o siyasi irade. O manada bizim Ergenekon’daki tavrımız da oydu. İtiraz edenlere ben sorarım: Ne yani, ordunun ılımlı İslamcılaşmasını mı istiyorsunuz? İşte “namaz kılmış”, “Allah demiş, Peygamber demiş”, ama NATO içinde, Amerika’nın emrinde… Desin desin de, yapması gerekeni yapacak. Şimdi Ege’de Adalar işgal altında, şimdi çıkıyor -hadi söyleyelim bari de- Ulusal Kanal’da bir amiral “Adalar için, işin doğrusu savaşamayız” diyor. Adamın, bir askerin kafasında vatanın “toprak parçası” olduğu imajı var. Kafası bölünmüş. Halbuki sen askersin!
Vatan bir “toprak parçası” değildir, vatandır. Vatanın bütün toprakları eşittir! İster denizde ada olsun, ister Diyarbakır olsun, ister Ankara olsun, ister İstanbul olsun. Ve sen asker olarak da hiç kimseden izin almadan bu görevini yerine getirmek zorundasın. Bugünkü mevzu da bu, şimdi “asker yok valiye bağlanacak”, “validen bilmem ne olacak” filan. Seni zaten bunun için besliyoruz.
“KANDIRILDIM” POLİTİKASI
Bu noktada da vatan savunmasında herkes kendi ideolojik vahitlerinde anlaştıktan sonra, herkes ortaktır. Önümüzdeki günler bunu bekliyor. 2003’ten önce bize anlatsalardı bölgeyi; “Suriye’den 5 milyon kişi alacağız, onları bilmem ne yapacağız. Irak’ta şunlar olacak.” Çok az kişi inanırdı. Ama bugün geldiğimiz noktada artık, özellikle İsrail’le anlaşma; onu bence sizin de önemsemeniz lazım, yani psikoloji açısından önemsemeniz lazım. Yani İslamcılara bu zokayı yutturduğun zaman, artık ondan tepki gelmez. Yapılmak istenen bu. Ve bu “ben kandırdım onu”, taktik filan değil! Adamlar bak diyorlar ki “İsrail tarihinin en önemli zaferi bu anlaşma”.
Bu anlaşma İsrail’e muhtaçlık politikası. Peki biz nereden muhtacız İsrail’e? Bunların hepsinin ortaya konması lazım, söylenmesi lazım. Veya “sen nereden muhtaçsın?” onu da sormak lazım. Belediye başkanlığı döneminde Üzeyir Garih’le, Alaton’la ilişkilerine, buraya gitmek lazım.
Neticede bu ilişkiler bugün olmadı, yani bence belediye başkanlığı, başbakanlığından daha önemli. Bugünkü iktidar üzerinde onların etkileri nedir?.. Bunu da söyleyeyim de rahatlayayım bari. Başka türlüsü mümkün değil. Dolayısıyla yani bu yapılanlar, “kandırıldım” filandan da öte sanki “Kandırıldım” taktiği üzerinden bilerek yapılıyor gibi…
Her şey! Ergenekon savcısıydın, suçüstü yakalandın, suçlu paralelciler oldu, filan. Hep açık seçik izahı gereken işler… Yani biz burada, zekaya ve ruha yapılan bu korkunç saldırıda ne yapabiliriz? Evet yani orada herkesin aklına ihtiyaç var. Ne yapılabilir? Çünkü tarih boyunca okuduklarımız, yaşadıklarımız, hiç bir döneminde insan zekasına böyle bir saldırı olmadı. Korkunç bir saldırı bu. Ama bütün şey -onu tekrar etmekte fayda var-, muhalefet diye bir şey yok. Muhalefetin, iktidar diye bir derdi yok. Hâlbuki siyaset iktidar çevresinde yapılır. Çünkü iktidar olmak istemiyor. Sebebi, ne yapacağını, neye engel olacağını bilmiyor. Diğer tarafta zaten “AKP ile işin biterse ben burada hazırım” diye kendini teklif eden bir BOP muhalefeti var. Burada MHP’nin durumu önemli; ana eksenini, ülkenin ana aksını –neredeyse- temsil ettiğinden dolayı, şu andaki tartışmaları bu açıdan sağlıklı buluyorum. İyi gidiyor. Tabii gelen açısından değil, tartışma açısından sağlıklı.
ONURLU VE İNSANİ DURUŞ
Gökçe FIRAT: Şöyle sorayım son olarak, Türk Solu okurlarına veya Atatürkçü, laik, ulusalcı kesimlere son bir söyleyeceğiniz, iletmek istediğiniz mesajınız varsa onu da alalım, öyle bitirelim.
Ali Osman ZOR: Aslında çok şey var da, gerçekten çok şey var. Yani bir kere Türk Solu’nun cesur, onurlu duruşu, insani bir duruş. Ve kesinlikle hangi siyasi hareket içerisinde olursa olsun bir insan, bu tür duruşlara kayıtsız kalamaz, kalmamalı. Bu duruşun ideolojisi, siyaseti tartışılabilir, o ayrı bir husus… O açıdan tebrik ediyorum. Hele hele herkesin adeta nasıl omurgasız olduğunu ispat gayretine girdiği böyle bir dönemde… Diğer taraftan Salih Mirzabeyoğlu 29 Kasım konferansında şöyle bir hususa dikkat çekmişti: “Geçmişte yapılan yanlışlar da, bir daha yapılmamak üzere tecrübe sınıfından olarak, onlar da kalacak ve yapılmaması sınıfından olarak kabul edeceğiz”… Ben bu sözü şöyle anladım. Bu teklif, bu kapı, aslında Batı’ya ve onun saldırganlığına karşı çıkmaya çalışan Kemalistlere açılmış bir kapı. Siz de hatırladınız mı?
Gökçe FIRAT: Evet.
Ali Osman ZOR: Geçmişteki uygulamalar, onların uygulamalarıydı. Bu nedir? İşte “Dil Devrimi” vardır, o vardır, bu vardır… O konferansta ben dinlerken de şöyle bir his oluştu: Bu topraklarda halledilemeyecek bir mesele yok. Yeter ki samimi ve dürüst olunsun… Özgüven içinde bu topraklara ait olduğunu hissederek konuştuğun şeylerin sende de hissi bir karşılığı varsa eğer konuşulabilir. Tam bu noktada ben başta söylediğime ilave olarak söylüyorum, Türk Solu’yla alakalı, özellikle din konusunun eleştirdiğimiz insanlara bakıp değerlendirmeden, daha açıkçası, mesela Salih Mirzabeyoğlu’ndan değerlendirmenizi çok isterim. Bu da size bizim tebliğimiz olsun… Hatta merak da ediyorum aslında acaba baktığınızda ne göreceksiniz ve ne söyleyeceksiniz? Onun ortaya koyduğu anlayış çerçevesinde ne söyleyeceksiniz? Mesela neyi eleştireceksiniz? Belki bizim de ihtiyacımız olan bir şey bu.
Sizlerden Mirzabeyoğlu’nun herkesin kendi hakikatini bulacağı ve ifade edeceği açtığı şemsiyenin altına –şu aşamada- girmenizi beklemesem de, “açtığı bu şemsiye nedir?” onu kendi zihin haritanızda tahlil etmenizi isterken, Türk Solu okuyucularının da daha soğukkanlı olmalarını tavsiye ediyorum.
Özellikle her kesime yuvalanmış “tersi dönmüş ahmak” dediğimiz, “tersi dönmüş insan soyu” dediğimiz, “yobaz” dediğimiz mahluka karşı dikkatli olmamız lazım. Mücadele, hakikatiyle gerçek insan soyuyla bu mahluk arasındadır. Yobaz, Hakikati nefsinde kokutan, zaman dışına düşmüş mahluk… Bu tipler ne zaman zuhur ederler? İşte tam böyle farklı kesimlerden samimi insanların oturup konuşmaya başladığı zamanda bu tipler “Hoop ne oluyor?! Bizde varmı öyle bir şey?!” filan gibi, hemen kafa gösterirler. Çünkü bu tiplerin ilacı bütünleşmektir. Birleşmektir, birleşip güç olmaktır. Hele hele manalar ortak olduğu zamanda da, -çünkü bizim manalarımız ortaktır, inandığımız değerler, analarımızın, babalarımızın-, bunları bölen de bu tip olmuştur. Bizim mücadelemizin ortak hedefi bu tipten kurtulmaktır. Bizim de kendi okurlarımız içinde sorunumuz var, oluyor. Türk Solu okurlarının da hassas olmasını isterim.
İslam’ı da kötü kopyalardan, kötü uygulamalardan, menfaat çetelerinden değil de, bilakis, yaşadığını söyleyen, söylediğini yaşayan ve ömrü hayatı açık seçik meydanda olan bu insanlardan takip etmelerini istiyorum. Bu insanların “Remz şahsiyeti” de sayın Salih Mirzabeyoğlu… Teşekkür ederim.
Gökçe FIRAT: Ben teşekkür ederim.
Kaynak: Türk Solu Dergisi, 522. sayı ve