“HÜR SAVAŞÇI”DAN NOTLAR-2 “BOMBALANAN ALMANYA”

“HÜR SAVAŞÇI”DAN NOTLAR-2 “BOMBALANAN ALMANYA”

Aradan bir hafta geçmesine rağmen, ilk görüşmemizden aldığım hazzı tekrar yaşamanın heyecanı ile saat 23:00 sularında yola koyuldum.

Sonbahar, Almanya’ya iyice çöreklenmişti ve dışarıda keskin bir soğuk vardı.

Sokak lambalarının, gökyüzünde bütün asaletiyle asılı duran ve “gecenin asıl ışığı benim” diyen Hilâl’i kıskanırcasına ve yırtınırcasına kaldırımları ışıklandırması, arada bir yoldan geçen arabaların motor çığlıklarının sessizliği bozması eşliğinde ve sert rüzgârın burnumu sızlatması ile hızlı hızlı yürürken, kulaklıklarımdan gelen hoş ve tatlı bir nağme içimi ısıtıyordu.

“Sevemez kimse seni, benim sevdiğim kadar…”

Hem kim inanırdı ki, böyle bir ezgiyi dinlerken bile insanın aklı ve yüreği bağlı olduğu fikre yönelsin.

(…)

Anlaştığımız gibi, arkadaşlarla “Hür Savaşçı”nın kapısının önünde buluştuk… ve zile bastık.

“Acaba hâli ve keyfi nasıldır?” diye birbirimize meraklı bakıyor, “inşallah yerindedir” diye birbirimize teselli veriyorduk.

Öyle ya, ömrünü davasına adayan ve O’na bağlı bir aksiyon içinde geçen böylesi cins insanları, cins kafaları bulmak, bulduktan sonra konuşturmak kolay iş değildi ve bunun da bir hâyli farkındaydık.

Dört katlı binanın çatı katındaki daireden düğmeye basılınca içeri girip merdivenlerden yukarı çıktık.

Bizi kapıda karşılamıştı;

Hoşgeldiniz gençler. Ne iyi ettiniz de geldiniz.” diyerek çalışma masasına doğru yönelirken devam etti;

Belki duymuşsunuzdur, ünlü bir Çin atasösüzüdür;

“Gençler bilseydi, yaşlılar yapabilseydi“…

Şimdi nerde öyle bileni arama isteği, yapabileceklere sarılma iştiyakı filan?..

Neyse, çay hazır, siz çaylarınızı dolduruverin, benimkini de lütfen tazeleyin. Ufak bir işim var hemen hâlledeyim, ardından duruma göre sohbet ederiz.”

Koltuğuna oturdu ve masadaki gazete kupürlerini derlemeye koyuldu.

Biz de, oturma odasına entegre edilmiş küçük mutfakta çayları hazırlayıp, yerlerimize geçtik.

Bir ân kafasını kaldırıp konuşmaya başladı.

Ne tuhaf, bugün beni 20 sene önce boşandığım eski hanımım aradı. Alman kendisi. O zamandan beridir görmediğim kızım mühendis olmuş ve ülke genelinde 2023 yılına kadar yenilenmeye başlanan tren istasyonlarının birisinin çizimlerini yapmış. Gurur ve hüznü bir arada yaşamak böyleymiş meğer.”

Gazete küpürlerini yerleştirdiği dosyayı kapatıp gözlerini kıstı ve devam etti;

Doğu’da Almanlar biraz farklı. Ahlâkî temelde batı ve güney Almanlarından çok daha farklılar. Ben 1977’de geldim buraya, Dresden şehrine. (Gülümseyerek) O zamanlar daha yeni Ordu’dan ayrılmıştım, ama bu konuyu dilerseniz bir sonraki sohbete bırakalım. Biliyorsunuz o dönemler Doğu Almanya Sosyalist bir devlet. Öyle rahat hareket edemiyorsunuz. Her şey devletle bağlantılı.

Çayını yudumlayıp devam etti;

İyi hatırlıyorum, çocuklar daha Ana Okulu’na başlamadan bir eğitim sürecinden geçerlerdi. Hatta daha önce hamile kadınlara bu eğitim verilir ve kontrol edilirdi. Meselâ hamile kadınların neler ile beslenmesi, hangi tarihte doktor kontrolüne gitmesi gerektiğine dair broşürler bulunması mecburiydi evlerde. Buna göre hamilelik dönemi yaşanır, ardından 2-3 yaşlarında çocuklar yüzme ve temel atletizm sporları yanında, okula başlamadan önce genel bilgi eğitimine tabi tutulurdu. Ama bunlar “devlet işleri”nden örnekler. Ahlâkî olarak bakıldığında, en basit muaşeret prensiplerinden sosyal hayata kadar Almanya’nın Doğu’sunda yaşayan Almanlarda, Doğu’nun Doğusu’na has bazı davranış kalıplarını görebilirdiniz. Birçok Alman bizim gibi ayakkabılarını çıkarıp eve girerdi. Ya da -ki hâlâ bu böyledir-, sokakta bir kıza laf atıp sarkıntılık olacak, adamın ağzını yüzünü dağıtırlar oralarda.

Çayının bittiğini farkeden bir arkadaş bardağı kapıp mutfağa doğru hareketlendi.

Demli olsun lütfen. Madem kalktın, arkadaşlarının çaylarını da tazele, ben şimdi geliyorum.”

Dedi ve diğer odaya geçti.

Acaba nasıl devam edecek diye meraklanırken yaşadığı odayı süzmeye başladım.

Oturma odası gayet estetik ve az eşya ile döşenmiş.

Demin girdiği, sanırım yatak odası, kapının hemen sağında koyu renkli tahtadan çalışma masası, üstünde bir dizüstü bilgisayar, siyah bir not defteri, şık bir kalem, masa lambası, Al ve Gökmavi Ay Yıldızlı Türk bayrakları, üstüste muntazam istiflenmiş kitaplar ve dergiler.

Masanın hemen arkasında ise kitapların ve dosyaların bulunduğu yine aynı tarz ahşaptan yapılma, tavana kadar uzanan kocaman bir dolap.

Büyük pencerenin önünde koyu bordo renkli koltuk takımının üçlüsü, ikilisi ve tekli olan masanın önünde.

Hafif gıcırtılı kapı açıldı ve çay için teşekkür edip tekrar koltuğuna kuruldu.

Dediğim gibi, Doğu Almanya, hem eski devlet geleneği hem de coğrafi, ahlâkî ve kültürel olarak farklı. Sosyalist Devlet, İkinci Dünya savaşından sonra Rusların baskısı ve işgâliyle kurulsa da halk Rusları pek sevmez. Çünkü Rus askerlerin yüzlerce, belki binlerce Alman kadınına tecavüzü unutulmuş değildir. Fakat dünya görüşü ve ülkelerine yapılan emperyalist saldırı dolayısıyla da Amerika’yı da hiç sevmezler, bunun neticesi olarak da Almanya’nın Batı ve Güneyi’ndeki ırkdaşlarını, umumiyetle yozlaşmış ve Amerikanlaşmış görürler.

Ânlık bir duraktan sonra, canımızın sıkılıp sıkılmadığını sordu. Zevkle dinlediğimizi ifâde ettikten sonra, sanırım kızıyla alâkalı aldığı güzel haberinde motivasyonuyla devam etti;

Evet, şu Amerikalılar!.. Kıskanç bir devlettir Amerika. Çünkü onlardan başkasının doğru, güçlü ve birlik olmasına tahammülleri yoktur. Aslında “güç kıskançlığı gerektirir” diyeceğim ama, onların durumu hakikatin tersini gösteriyor oluşundan farklı. Ne yamyamdır, ne sömürücüdür, ne büyük barbarlıktır yaptıkları, az çok mâlumatımız vardır.”

Bunları duyduktan sonra daha bir keyiflenmiş ve daha dikkat kesilmiştim.

Aynı durum Nazi Almanyası için de geçerliydi. Nazileri şirinleştirmek gibi bir niyetim yok ama Siyonizmin canavarlaştırma propagandasına da katılacak değiliz. Nazilik üzerinden Alman halkına yapılan bir zulüm de var gençler. Bakın, burada yaşıyorsunuz, anlatayım. Bu toprakların altında patlamamış binlerce ton bomba var. 1945’te, Amerikalılar tarafından Almanya’ya milyon ton bomba atılmış ve bunun soncunda Berlin’de bir tane sağlam bina kalmamıştı. Buralar falan darmadağın.

En stratejik yerler işgâl edilip savaş bittiğinde bile zevken bombalamalar, sokakta insan avlamalar ve tecavüzler devam etmiştir. Bunlardan bir tanesi de Dresden şehrine yapılan keyfi bombalama.”

Birden kalktı kütüphanesinden bir kitaba uzandı;

Bir dakika, Saksonya bölgesi hakkında biraz tarihi bir bilgide vereyim size. Neydi şu kralın adı? Hep unutuyorum…”

Biraz sayfaları karıştırdıktan sonra;

Hah! König Lohann… 19. Yüzyıl’ın başlarında yaşayan Saksonya Kralı. Dresden Şehrinin mimarlarından bilinir ve şimdi dahi büyük saygı görür. Kent meydanında heykeli. O dönemler Saksonya bir yandan güçlü ve düzenli hâle gelirken, öbür yandan devamlı olarak Bavyera (Güney Almanya) tarafından saldırı altında. Fakat Saksonyalılar her defasında iyi bir savunmayla bu saldırıları püskürtüyor… Bir söylentiye göre ordusu daha da güçlenen Kral Lohann, Polonya Kralı da olmak istiyor. Her şey savaşarak değil ya, Polonyalılar bu başarılı Kral’a bir teklif sunuyor ve kabul etmesi durumunda kendisini Polonya Kralı olarak kabul edeceklerini bildiriyorlar. Lohann Protestan, Polonyalılar -ne demekse!- “aşırı Katolik”. (Gülüşmeler) Katolik olduğunun bir göstergesi olsun diye, şehrin meydanında bulunan Protestan kilisesinin hemen yanına bir Katolik katedrali yaptırıyor ve yakınlarda bulunan sarayından katedrale özel bir yol yaptırıyor. Bunu şunun için anlattım aslında. Almanya’nın, yani Almanların asıl damarı buralarda atar. Batı, güney falan iyice cıvıklaşmıştır diyebiliriz. Bir ideale bağlanabilme istidadıyla örnekleşen Alman milletinin, batı ve güneydeki temsilcileri artık “ideal fikri”ni “Amerikan rüyası”na terk etmiş gibidir. Alman mitolojisi de Doğu’dan türemiştir. Bu ruhun tamamen kırılması, demin dediğim, Dresden’de gerçekleşen keyfi bombalamayla başlar. Ve birazdan son olarak değineceğim husustur.”

Saatine baktı; 03.45’i gösteriyordu.

Dikkat edin, müttefikler bunu biliyor olsun veya olmasın güneyden ve batıdan Almanya’ya girmiş, çok kısa bir sürede yayılabilmiştir. Onca bombardımana rağmen ise en güçlü ve uzun direniş doğuda gerçekleşmiştir. Bunun hıncıyla Amerikalılar, savaş bittiği hâlde, hiçbir askeri fabrikanın ve üssün bulunmadığı Dresden şehrini ağır bombardımana tutmuş ve binlerce masum sivili “beklenmedik” bir şekilde katletmiştir. Kısacası bitmiş bir savaş sonrası, tamamen keyfî bir tutumla savaş suçu işlemiştir. Hanımla daha evliyken babasının bir hınç ve öfkeyle bunları anlatmasına bizzat şahidim. Onlarca çocuk cesedini nasıl gömdüklerini gözleri yaşlı olarak anlatmıştı.”

Diyerek ayağa kalktı.

Kendisinin de bir hâyli etkilendiğini hissedebiliyordum. Ki biz bile dinlerken etkilenmiş ve hangi milletten, hangi inançtan olursa olsun, hangi mazlum insana böyle bir zulüm uygulansa duyarsız kalamayanlar olarak, Amerika’nın başını çektiği Batı Emperyalizmine karşı varolan kinimizin katmerlendiğini hissettik. Batı, çünkü müttefikler arasında Fransızlar ve İngilizler de vardı. Haçlılar kendilerine de düşmandılar.

İşte böyle gençler. Vakit geç oldu, artık sizi yolcu etmek zorundayım. Bugün Almanya’yı konuştuk ve şunu unutmayın ki, algılarıyla oynanmış tek millet biz değiliz. Fakat biz daha kanlı-canlı gerçek saldırıyı yaşamadık. Buna hazırlıklı olmanın derdine düşmeliyiz. Almanlar, özellikle de doğu almanlar, içlerindeki hıncı biz Türklere veya diğer yabancılara doğrultmuş gözüküyor olabilir. Ama unutmayın ki bu hıncın, kinin ve öfkenin asıl yönü Amerikan emperyalizminedir. Bunu her daim böyle görebilir ve işin bu yönünü sezdiren yazarların yazdıklarından da takip edebilirsiniz. Almanların da Amerikalılardan alacakları kocaman bir intikâmları var! Dolayısıyla merkez üssünün Büyük Doğu olduğunu söylediğimiz Büyük Hesaplaşma adlı depremin artçı sarsıntıları Batı’nın kendi iç hesaplaşma süreciyle yaşanacaktır.

Bu arada son sözlerini dikkatle dinleyerek ayaklanmış, ceketlerimizi sırtımıza giymiş ve kapıya doğru yönelmiştik.

Haydi kalın sağlıcakla. Geldiğiniz için tekrar teşekkür ederim. Haftaya gelirseniz şu sıra zihnimi bir hayli meşgul eden Kore ve Kıbrıs meseleleriyle ilgili de konuşuruz.”

Tekrar bir davet mânâsına gelen bu sözleriyle öyle mutlu olmuştum ki, dayanamayıp ikinci kez eline sarıldım, fakat nazikçe elini çekerek böyle şeylerden hoşnutluk duymadığını ifâde edici mimiklerle karşılık verdi.

Ve kapıdan çıkarken;

Gelmeden önce yine mutlaka arayın emi?

 

Nihan ÖZTÜRK – Almanya

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: