İNSAN OLMA MEMURİYETİ
İnsan kendini topluluk içerisinde ifâde eden, kendini bilen tek varlık. Kendini, kendisinin de seçme hürriyeti olmayan bir düzen içerisinde buluyor insanoğlu. Hazır bulduğu mevcut toplum şuuruyla, çevre şartlarının tesiriyle büyüyor. Öyleyse, bir yönüyle etkilenen bir varlık. Ancak yaradılışı itibari ile muhakeme yapma; içinde bulunduğu aksaklıkları, olumsuzlukları, adaletsizlikleri görebilme onu “ben şuuru” ile bu olumsuzlukları, sorunları giderici, çözüm üretici faaliyetlere sevk ediyor. Mevcut şuura, oluşturulan algılara, çevre şartlarına karşı, ‘’ben şuuru’’ ile yeni bir şuur oluşturabilmek de onun fıtratı gereği. Öyleyse bir yönüyle de etkileyen bir varlıktır insan…
“Eşya ve hadiseler zemininin sürekli yeni olması, eşya ve hadiselerin zaptı memuriyetinin de sürekliliğini vurguluyor. Burada insanın rolünü öz olarak ifâde edersek “insan hareket içinde hareket eden” bir görev yüklenmiştir.” (1)
İnsanın geriye dönük gerek fert ve gerekse toplum olarak edindiği tecrübe ve bu süreçte oluşan kültürüyle geçmişi hafızasında taşıyıcı olması, içinde bulunduğu zaman içerisinde faaliyetlerinin geleceği kuşatma ve oluşturma özelliği, taşıyıcı ve aktarıcı vasfıyla toplumu şekillendirmede, etkilemede, değiştirmede biricik amil. Dolayısıyla bir misyon sahibi.
Öyleyse “neye göre?” ve “nasıl?”… Öyle ya, iyi kötü her insan yaşadığı toplum içerisinde bir şeylerin iyi gitmediği, güzel olmadığı, yanlış olduğuna dair tespitlerde bulunabilir ve bu çerçevede birtakım fikirler beyan edebilir. Hatta hiçbir fikri de olmayabilir, ne yapacağını bilemeyebilir… Burada önemli olan, mevcut düzen içerisindeki aksaklıkları, yanlışlıkları en azından hissedebilmesidir. Kendi küçük topluluğunda bile örneğin; çocuğuna tavsiyelerde bulunması, kızması, takdir etmesi vs. bu hisse dair değil midir? Demek oluyor ki, insan hareketleri “iyi” veya “kötü”, ahlâkî bir özelliğe sahiptir. Dolayısıyla insan faaliyetleri bir hedefe yöneliktir ve şuurlu veya şuursuz bir gaye belirtir.
Bu bilgilerden sonra insanlık tarihi buyunca insan faaliyetlerinin, hak ve bâtıl kutuplardan birinden birini gerçekleştirici olarak rol oynadığını söyleyebiliriz. Bâtıl kutbun hizmetinde olan insanlar güruhunun insanlık tarihi boyunca mesnetsizce “ölüm nedir?”, “niçin varız?”, “bütün bu olup bitenlerin mânâsı ne?”, “nereden gelip nereye gidiyoruz?” vs. gibi sorulara yanıt aramalarına, onca geçen zamana ve keşfine rağmen değişen bir şey olmamıştır. Üstad’ın dediği gibi “başıboş arayış”.
Oysa “Peygamberler olmasa, medeniyet olmazdı; insanlık olmazdı, “Mutlak Fikrin” bildiricisi ve “Mutlak Tatbikçi”si Peygamberler”dir.(2) Ve “ İlk insan ilk peygamberdi.”(3) ölçüleri, Batı düşünce tarihinin uğraştığı temel problemler karşısında, aklın nisbet ihtiyacını vermesi bakımından ne derece hayatîdir…
Hz. Adem cennetten dünyaya niçin atıldığını biliyordu. Dünyaya Allah’a kulluk etmek için geldiğini biliyordu. Nereden gelip nereye gittiğini, gitmesi gerektiğini biliyordu. Nasıl yaşayacaktı bu atıldığı dünyada; Allah’ın ona helâl ve haramları bildirmesi ile biliyordu. Yani bir ölçü, nizam üzereydi. Kabil bu ölçüyü tepeleyen ve nizamı bozan ve bu hareketiyle de menfi mânâda “ihtilâle çekirdek teşkil eden”(4) ilk insandı. İBDA’nın ortaya koyduğu şekilde “doğru düşünce olmadan, doğru düşünce faaliyeti olmaz”(5) hakikatini başa alırsak, ilk önce doğru vardı. Bütün yanlışlar, bu doğrudan sapmayla gerçekleşti. Onun için; Kabil ölçüye uymamış ve hasedinden tövbe edici olmayıp, bâtıl kutba hizmet eden ilk insan olmuştur.
Bir mânâsı da “nisyan” demek olan insan, Allah, peygamberleri vasıtasıyla hak olanı bildirmesine rağmen, doğrudan sapmıştır. Allah’ın dünyayı bir imtihan yeri olarak yaratması, imtihanın ise hak ve bâtıl olarak iki kutuplu olması O’nun takdiri. O, insanı rızasına uyup uymamada hür bırakmıştır. “Dünya, bir insanın takvaya erebilmesi, marifeti için ve bu şartlara haiz olunabilecek şekilde yaratılmıştır.”(6) Dolayısıyla dünya hak ve bâtılın mücadele alanıdır. Öyleyse bu süreç içerisinde zaman birinden birinin üstünlüğüne şahitlik edecek ve yaratılış gayesine uygun hak yolunun davacılarını gözleyecektir.
Hak ve bâtılın mücadele alanı olan dünyada yukarıda da belirttiğimiz gibi menfî mânâda ihtilâle çekirdek teşkil eden ilk karşı çıkış ve düzen bozucu Kabil olmuştur. Peygamberler ise Mutlak İnkılâb sahipleri. En büyük inkılâbçı, bütün varlığın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Peygamber Efendimizdir. Artık zaman O’nun gelmesiyle gayesine ermiştir. Batıl zelil olmuş ve bu hâkimiyet nerdeyse bin asır sürmüştür. Ve beş asırdır, hak olan bu dava liyakat sahibi yöneticilerden, aşk ve vecd sahibi, kılı kırk yaran, basiretli, zamanın nabzını tutucu entelektüel insanlardan mahrum kalmış, dolayısiyle küfür güçlenmiştir. Sahip olunan güce rağmen batıl cephede gerçekleşen ihtilâller insanlığa refah ve huzur getirememiş, mesnetsiz başıboş arayışlar ve onca teknolojik üstünlüğüne rağmen zülüm, haksızlık, hukuksuzluk, ahlâksızlık vs. karşısında tüm insanlık “yaşanmaya değer hayat”ı kendisine sunacak olan kurtarıcı fikri ve fikrin sahibini beklemektedir.
Bütün engellere ve olumsuzluklara rağmen Anadolu topraklarından, ihtilâlci ve mutlak inkılâba geçit verecek Büyük Doğu-İbda hareketi can bulup meydan yerine dikilmiştir. Bu mânâda Büyük Doğu İdeolocyası bir ihtilâl-inkılâp ifadesidir. Batı(l) dünyasının köşeye sıkıştığı şu günlerde ihtilâlci bu hareket onlar açısından en büyük tehlike.
Batı dünyasının “yeni dünya düzeni” söylemleri ve Salih Mirzabeyoğlu’na yapılan 17. Senesine girmiş olan Telegram işkencesini bu bağlamda değerlendirmeli. Bu günün şartları itibariyle Anadolu topraklarından fışkıran bu ihtilâlci hareket, başta Müslümanlar olmak üzere bütün insanlığın tek umududur. Batıl cepheden yapılan her hamle ve hareket bu umudu ortadan kaldırmaya yöneliktir.
Büyük Doğu-İbda ideolocyası’nın muhatablarına düşen ilk iş ideolocyanın özümsenmesidir. Bunun mümkün olabilmesi ideolojik eğitimin ve bağlılarının gerekli gayreti gösterme iştiyâkı, bu şuuru kuşanmada önemli bir etkendir. Neticede ortaya koyulan ve hâkim kılınmak istenen ideolocya “olması gereken” olarak zorunlu ise de gönül işidir; aşkla, şevkle yılmadan, inançla, inatla, samimiyetle elinden geleni yapmayı öngörür. Hani Kumandan’nın “İnsanı bir şeye candan bağlanmaya iten iç duygusu var ya… “candan”… Yani bağlanılacak şey olmaksızın, can, ha var, ha yok… Onsuz mekânda yer işgal etme hakkını kaybetmek, varoluş sebebinin kalmaması gibi bir durum.”(7) Kendi müsbet tekâmülümüz “iç oluş” ve “iç oluş”a nisbetle “dış oluş”. Burada önemli olan inandığımız ve savunucusu olduğumuz ideolocyayla çelişmemektir.
Bu gün güyâ Müslüman kimlikli bir zatın iktidarında olan Anadolu insanı, büyük bir tehlike altındadır. Mevcut iktidarın gerekli tavrı ortaya koymaması, söylemleri ile icraatlarının taban tabana zıt olması artık güvenilirliğini tamamen ortadan kaldırmıştır. İhtilâlci olan bu harekete muhatab olanlar ise önce “insan olma” memuriyetleri gereği muhalif tavırlarını sürdürürken, yapılması gerekenlere dair fikirlerini de beyan etmeye devam etmek ve çok daha önemlisi de fiili olarak yapılması gerekeni bizzat yapma durumundadırlar.
Esma TURAN
ADIMLAR Dergisi
Kaynaklar:
1- İdeolocya ve İhtilâl- sf.50 Salih Mirzabeyoğlu
2- İbda Diyalektiği. sf.34 Salih Mirzabeyoğlu.
3- Büyük Müzdaripler cilt 1 sf.195 Salih Mirzabeyoğlu
4- İhtilâl s.11 Necib Fazıl Kısakürek
5- İdeolocya ve ihtilâl s.49 Salih Mirzabeyoğlu
6- B-7 Ölüm Odası Salih Mirzabeyoğlu
7- Hikemiyat s.11 Salih Mirzabeyoğlu