AZİZ YILDIRIM TİPİ BAŞKANLIK SİSTEMİ
İSLÂM ÇUPİ’NİN MEŞHUR SÖZÜ
Türkiye başkanlık sistemine hazır mı? Bu başkanlık modeli kimden ve nereden esinlenerek hazırlanmış? Bize hangi tip başkanlık sistemi teklif ediliyor?
Türkiye için bir şey diyemem ama koyu bir Fenerbahçe taraftarı olan ben ve benim gibi bütün Fenerbahçeliler, uzun zamandır buna hazır… Spor medyası gibi “25 milyon” diye abartmaya gerek yok; 15 milyon taraftarının gönül verdiği Fenerbahçe Spor Kulübü, tam 19 senedir bu sistemle yönetilmektedir. Bu sistemin adı da Aziz Yıldırım Tipi Başkanlıktır. Türkiye 16 Nisan’da bunun oylamasını yapacak. Ülkece, Aziz Yıldırım Tipi Başkanlık Sistemi‘ne geçmeye hazırlanıyoruz.
Diğer yandan, Bahçeli’nin onca safsata arasında, başkanlık tartışmalarıyla ilgili söylediği dikkate değer tek şey, “fiili duruma hukuki bir yol aranması” tespitiydi. Bu bir itiraftır. Şu ân Bahçeli’nin Don Kişot ile onun at uşağı Sanço ikilisini kıskandıracak bir muhabbetle destek verdiği Erdoğan’ın uzun süredir ülkeyi hukukî zeminde değil, başka türlü yönettiğinin itirafıdır. Bu tespitin bizim şimdi üstünde durduğumuz konuyla ilgili tarafı da şu: Türkiye uzun süredir “fiilen” Aziz Yıldırım Tipi Başkanlık Sistemiyle mi yönetiliyor?
Buna tam olarak “evet” demek çok iddialı olur. Ancak Erdoğan ve Aziz Yıldırım’ın tavır ve davranışlarına, etrafla ilişkilerine, iktidarda kalma metotlarına kabaca bir göz attığımızda, aralarında şaşırtıcı benzerlikler görüyoruz. Rahmetli İslâm Çupi, işin bu kadar ileri gideceğini bilseydi, o meşhur “Fenerbahçe Türkiyedir, Türkiye Fenerbahçe” muhtevalı yazısını kaleme alır mıydı, bilmiyorum. O müthiş satırlar -maalesef- alın yazımız oldu.
Aziz Yıldırım öncesi Fenerbahçe’de korkunç bir yönetim krizi ve Kadıköy Grubu, Birleşik Grup gibi çeşitli klikler vardı. Kavgalı dövüşlü kongreler olur, gruplar arası koalisyonlarla yönetimler seçilir, başkanlar devrilirdi. Gazeteci Yalçın Doğan’ın “Fenerbahçe Cumhuriyeti” olarak literatüre yerleştirdiği kavram, adetâ Kongreler Cumhuriyeti’ne dönüşmüştü. Her başarısızlığın ardından yönetimler istifaya davet edilir, delegelerden oy toplanıp kongreler tertiplenir, seçimler yapılırdı.
AKP öncesi Türkiye’yi koalisyon hükümetleri yönetiyor, yönetim krizleri yaşanıyor, partiler birbirlerini koalisyondan çekilmekle tehdit ediyor, güç dengeleri sürekli değişiyor, siyaset bazen aylarca süren mutabakat arayışlarına düğümleniyordu. Ülke bir belirsizlik sisi altında el yordamıyla çıkış arıyordu.
Aziz Yıldırım 15 Şubat 1998’de sadece bir oy farkla başkan seçildi. İlk işi muhalefetle sıcak ilişkiler kurmak, onlardan gelecek eleştirileri bir şekilde kontrol altına almak oldu. Kendisine muhalif isimleri ya sus payı olarak kadrosuna aldı, yahut tasfiye etti. O kongrede karşısına çıkan ve sadece bir oy farkla seçimi kaybeden Vefa Küçük şu ânda Fenerbahçe Spor Kulübü Yüksek Divan Kurulu Başkanı’dır, diğer aday Ömer Çavuşoğlu ise kulüp televizyonunda yorumculuk yapıyor. İlk başlarda herkesi kucaklar Aziz Yıldırım görüntüsü, liderliği pekiştikçe tek adamlığa dönüşmüş, diktatör ithamlarına aldırış etmeksizin, karşı çıkan ve eleştiren kim varsa sesi kısılmış, üyeliği askıya alınmış, kulübe ve hatta tribünlere sokulmamıştır. Fenerbahçe idare kurullarından birisinde ufacık bir rol alabilmek için medya önünde Aziz Yıldırım’a biat demeçleri veren eski muhalifleri toplasalar kolordu kurulur. Bir zamanların tartışmalı, ateşli, herkesin mikrofonu kapmak için birbirini çiğnediği Fenerbahçe kongreleri, gelinen şu noktada Aziz Yıldırım’ın tek kişilik şov sahnesi olmuştur.
Erdoğan’ın başında olduğu parti 02 Kasım 2002’de seçimi kazandığında, Erdoğan cezası nedeniyle milletvekili seçilememiş, hükümeti kurma görevi “yakın arkadaşı” Abdullah Gül’e verilmişti. Aziz Yıldırım’ın ilk seçimini bir oyla kazanması kadar kritik bir süreçti. Tam bu esnada imdada CHP Genel Başkanı Deniz Baykal yetişti ve onun desteği ile erken ara seçim yolu açıldı. Sonrası malûm, istifaya mecbur bırakılan Siirtli bir vekilin yerine Erdoğan’ı Meclis’e sokan ve onu bugünlere taşıyan süreç… En güçsüz zamanında muhaliflerin desteği ile tutunabilen, onlarla ilişkileri alabildiğine sıcak tutan, Baykal’la beraber AB kapılarında gezinen Erdoğan, gücünü pekiştirdikçe yeni müttefikler bulmuş, her yeni ittifaktan sonra bir önceki yol arkadaşını harcamış, işi bitenleri ezme vazifesi de “aileye yeni katılanlar”a verilmiştir. Bir zamanlar kendisine en ateşli muhalefeti yapan Numan Kurtulmuş, Yiğit Bulut, Süleyman Soylu gibi isimleri kadrosuna katıp, emir eri yapan; ne zaman onlara ihtiyaç hissetse Baykal ve Bahçeli gibi muhalefet liderlerinin desteğini almayı başaran Erdoğan’ın bütün bunları nasıl yapıp edebildiği Türk siyasetinin en büyük sırrı sayılsa yeridir.
2006’da Denizli’de son maç kaybedilen şampiyonluk sonrası, önce uzun süre ortadan kaybolan ve sonra istifa ettiğini açıklayan Aziz Yıldırım ise dün Baykal’ın ve bugün Bahçeli’nin Erdoğan’a verdiği desteğin bir benzerini, o dönem kendisini devirecek en önemli güce sahip eski başkan Ali Şen’den görmüş ve ondan aldığı destekle “durmak yok, yola devam” demiştir.
Aziz Yıldırım yola beraber çıktığı bütün “yüksek profilli” arkadaşlarını, ne zaman ağırlıklarını hissettirmeye başlasalar, bir bahane ile tasfiye etmiş ve taraftarın önüne atmıştır. Sadettin Saran, Alex transferini yapan Hakan Bilal Kutlualp ve daha neleri… Sadece yönetim kurulunun dışına almakla, kongre üyeliğinden ihraç etmekle kalmamış, Fenerbahçe’nin ardından gizli işler çevirmekle, Fenerbahçe düşmanlarıyla el birliği yapıp, kulübün kuyusunu kazmakla itham etmiştir. Birçok başarısızlığın ardında bu “yüze dost” görünüp arkadan iş çevirenler vardır. Yıldırım ise “iyi niyet kurbanı”dır, “mesuliyet yüklenemez”, “kandırılmış”tır.
Erdoğan’ın “beraber yürüdük bu yollarda” dediği dava arkadaşları, ya zamanla partiden istifaya mecbur bırakılmış, yahut emrindeki basın kanalıyla seçmenin önüne atılarak “gizli Fetöcü” gibi ithamlarla itibarsızlaştırılmıştır. Abdullah Gül, Bülent Arınç ve Ahmet Davutoğlu’nun başına gelenler ile Aziz Yıldırım’ın harcadıkları aynı kader tablosunun çizgilerini taşır.
İkisinin de ortak dayanağı beton ve çimentodur. Birisi kulübe kazandırdığı tesislerle övünür. Diğeri otoban ve inşaat sektörüyle…
İkisi de çok kötü bir mali tabloda iktidara gelip, “ekonomik büyüme” havası oluşturmuşlar, senelerce “sıcak para akışı” ve bunun primiyle ayakta kalmışlardır. Oysa bugün gelinen noktada o rahatlığın reel temelleri olmadığı, musluğun kuruduğu ve büyük krizlerin kapıda beklediği ortadadır. 2000’lerin ilk yarısında Fenerbahçe’nin ekonomik gücüyle övünmeyi adet hâline getiren Aziz Yıldırım yönetiminde kulübün geldiği son nokta, transfer yasağına maruz kalmamak için UEFA Mali Kontrol Komitesi ile anlaşmaya varmak ve buna sevinmek olmuştur.
İkisi de medyayı kullanma konusunda tıpatıp aynıdır. Fenerbahçe Televizyonu, kongrelerde Aziz Yıldırım’ı eleştiren bir konuşma olursa hemen yayını keser. O eleştirme cüretinde bulunan kişi de bir süre sonra sessizce tasfiye edilmiş olur. Erdoğan güdümlü televizyon kanalları da aynı şekilde, muhalefetin bam teline dokunmaya başladığı noktada yayını sonlandırır ve “başka bir gündeme” geçiş yapar.
Aziz Yıldırım kendisini eleştiren gazetecileri kulüp tesislerinden içeriye almaz. Erdoğan ise Beştepe’ye…
MAĞRUR “MAĞDUR”LAR
Masada bıraktıkları “hesaplar”ı toplasan Amerika Merkez Bankasına denk düşer. Aziz’den başlayalım… 2006’da Denizli’de çalınan şampiyonluğun hesabı sorulacaktı. 2009 yılında Erkek Basketbolunda o dönemki adıyla Efes Pilsen’in organize olarak doping yapıp, (numune veren iki oyuncuda da aynı maddeye rastlandı) Fenerbahçe’den çaldıkları şampiyonluğun hesabı sorulacaktı. 2010-11 sezonunda Kadın Basketbol Takımı Euroleague Şampiyonluğunun en güçlü adayı iken o dönem dünyanın en iyisi kabul edilen Amerikalı basketbolcu Diana Taurasi’ye kurulan doping komplosunun (Almanya’da yapılan test temiz çıktı) hesabı sorulacaktı. 2006 Denizli skandalının perde ardında adı geçen isimlerinden Mehmet Ağar ile Nusret’te el sıkışıp yemek yedik ve Sinan Engin’i Topuk Yaylası’nda ağırladık. 2009 yazında doping hadisesinin ortaya çıkmasından hemen sonra “burunlarından getireceğiz” beyanatlarının daha kulaklardaki çınlaması geçmeden Anadolu Grubu’yla sponsorluk anlaşması yenileyerek “para” karşılığı o hesabı da masada bıraktık. Taurasi skandalının ismi, Prof. Dr. Turgay Atasü’ye öyle bir hesap(!) sorduk ki, adamın adını taşıyan spor salonu yapıldı.
Erdoğan ise Mavi Marmara için esip gürledikten sonra İsrail‘le para karşılığı anlaştı. Aziz Yıldırım, Şampiyonlar Liginden haksız yere ihraç edildikleri gerekçesiyle UEFA aleyhinde CAS’a açtığı davayı nasıl bir takım pazarlıklar sonrası geri çekip, yönettiği camianın hakkından feragat ettiyse; Erdoğan’da benzer pazarlıklarla Mavi Marmara davasında aynı rolü oynamıştır. Kimden hesap sormaya yeltendiyse, kuru gürültü kesildikten sonra, hesap pusulası Türkiye’nin masasında kaldı. “Ey Putin” nidalarıyla Rusya’ya diklenmesinin hemen ardından yaşananlar vs.
Sağa sola atarlanarak bol keseden kabadayılık taslayıp, kimse tarafından ciddiye alınmama ve bıyık altından gülünme durumunu, “teşbihte hata olmaz” diyerek, Çocuklar Duymasın isimli ünlü dizinin Küçük Hüseyin sendromuna benzetiyorum. Orada da, Hüseyin iki karış boyu ile herkese atarlanır, hele yanındaki iri kıyım arkadaşını “Şükrüüüü, hast’etme adamı” diye fırçalar durur; ama Haluk abisini görünce yelkenleri suya indiriverir ve esas duruşa geçer ya… Zaten onun kabadayılığını da kimsenin salladığı yoktur. Bizim yazıya konulu ikilinin de ömrü, birisi mücerret “Fenerbahçe düşmanları”na, diğeri de kimliği ısrarla belirsiz bırakılan ve her türlü netlikten kaçınılarak ifâde edilen “üst akıl”a efelenmekle geçmiştir; ama elde sıfır.
Köşeye sıkıştıkları demde gündem değiştirmek ve kamuoyunu farklı bir tartışma ortamına çekmek onların üstatlık alanıdır. Yıldırım kaybedilen kritik bir maç sonrası “fi tarihinde Galatasaray’ın yaptığı şikeden” söz eder ve ortalık birbirine girer. Erdoğan ise “bu CeHaPe var ya, zamanında şunları yapmıştı” diyerek, “Cafer’e bez getirin” operasyonunu başlatır.
İkisi de mevcut muhalefetin çapsızlığını ve eski devirlerin kaosunu, kendilerinin başarısı olarak sunar ve karşılığında EBEDÎ ŞEFLİK ister.
İkisi de geçmişte yaşadıkları kısa bir “hapislik” macerâsını kahramanlık vesikasına(!) çevirecek kadar “mağduru” oynamakta ustadır.
Hiçbir başarısızlığı üstlenmezler. “Kandırılırlar”, “aldatılırlar” ama asla “sorumlu” olmazlar. Başarıda ise, en ön sıra onlarındır.
RUH İKİZLERİ
Özetle:
Erdoğan ve Aziz birbirinin ruh ikizidir.
Dikkat edin: Politik yakınlıktan söz etmiyorum, yönetim biçiminden bile değil; hiçbir şart ve ideolojinin değiştiremeyeceği ruhî genlerinden söz ediyorum.
Aziz Yıldırım ne zaman sıkışsa, bir şeyler kontrolünden çıksa Futbol Federasyonu‘nu “yayın havuzundan çıkmak”la tehdit eder. Söyledikleri doğrudur da… Üç büyük kulüple ayrı bir yayın ihalesini önerir. Baktı olmadı, “maçlarımızı kendimiz pazarlayacağız” vs… 10 seneden fazla bir süredir, artık nerede ne söyleyeceğini, ama hepsinin lafta kalacağını dost düşman herkes bilir.
Erdoğan ne zaman sıkışsa, Avrupa ülkelerinden birisini, en sağlamı da Avrupa Birliği‘ni gözüne kestirir. Söyledikleri genel olarak doğrudur da… Sonra, Aziz’in üç büyüklerle ortak yayın hesabı, Rusya’ya yanaşmaya kalkar vs… Hepsinin lafta kalacağını dost düşman herkes bilir.
Aziz Yıldırım, 2000’lerin başında Fenerbahçe taraftarına “hedef: Avrupa” diyordu. Bugün futbol takımının değil Avrupa’da bir başarı kazanmak, tam sekiz senedir Şampiyonlar Ligine katılamıyor. Buna şimdiden önümüzdeki sezonu da ekleyin. Aziz Yıldırım’ın “hedef Avrupa” sloganı ise şimdilerde yerini “hedef Yargıtay kararı” söylemine bıraktı.
Erdoğan 2000’lerin başında “hedef: Avrupa!”, “Kopenhag kriterleri” söylemini diline dolamıştı. Neyse ki, şimdilerde kimsenin ağzına aldığı yok.
Aziz Yıldırım öncesi Fenerbahçe Türkiye’nin en sevilen kulübüydü. İslâm Çupi’nin “Fenerbahçe Türkiye’dir” dediği durum, sevgi ve saygı noktasında aynen öyleydi. Milyonların kahkaha ile izlediği Hababam Sınıfı‘nın haylazları Fenerbahçe için Mahmut hocadan kaçar, Cilalı İbo Fenerbahçe maçlarında yerinde duramaz, Turist Ömer yamyam adasının yerlilerine “öyleyse bağırın ulan: Fenerbahçe çok yaşa!” diye emir verir, Mavi Boncuk filminde Emel Sayın sarı lacivert atkılar örerdi. Ülkenin en sempatik, en sevilen ve saygı gören kulübü olduğu için bu böyleydi.
Aziz Yıldırım sonrası içe kapanmış, herkesle kavgalı, kendi taraftarı dışında herkesin düşmanca hisler beslediği bir kulüp… Tıpkı “komşularla sıfır sorun” diye yola çıkıp, bölgede kavga etmediği, problem yaşamadığı tek ülke kalmayan Erdoğan‘ın “yalnızlaştırdığı” Türkiye gibi…
İDEOLOJİK YAKINLIK: NATO
İdeolojik olarak en yakın oldukları husus, Kuzey Atlantik Terör Örgütü olarak görülmesi gereken NATO’yla olan ilişkileridir. Erdoğan “Türkiye’nin NATO toprağı olduğu”nu ileri sürecek kadar oraya bağlı ve sadık bir politikacı, Aziz ise o NATO’dan aldığı ihalelerle para kazanan bir tüccardır. Erdoğan’ın söylediği doğruysa, yani Türkiye’nin sahibi Türkler değil de, NATO ise, bu durumda NATO ile iş yaptığı için kimse Aziz Yıldırım’ı ayıplayamaz. (Bu son cümle, 03 Temmuz kumpasının ardından “NATO’cu Aziz Yıldırım tutuklandı” diye haber yapan Erdoğan tetikçilerinedir.)
TEMMUZ’DA ATEŞ DANSI
Bütün bu ruh ikizliğinin içinde hadiselerin geliş ve gidiş istikâmetleri ortasında da, türlü hadise benzerliği… Bunların en önemli ve unutulmaz olanı ise her ikisinin de, Fetullah Gülen tarafından organize edildiği âşikar darbe girişimlerine muhatap olmalarıdır. Fetullah, bunlarla olan çıkar savaşında, Aziz Yıldırım’ın başını almak için milyonlarca insanın sevgisine leke sürme pahasına Fenerbahçe‘yi; Erdoğan’ı altedebilmek için de Türkiye’yi ve Türk Ordusu’nu, Türk milletini ateşin içine atmıştır.
Evet, her ikisi de Fetullah’la girdikleri savaşta onun saldırısına hedef olmuşlardır. Her ikisine de Temmuz ayında saldırılmıştır. 03 Temmuz 2011‘de Fenerbahçe’ye, 15 Temmuz 2016‘da ise Türkiye’ye…
Bu satırların yazarı gibi o tarihe kadar Aziz Yıldırım’ı ciddi şekilde eleştiren Fenerbahçeliler dahi, 03 Temmuz saldırısını Aziz Yıldırım’ın şahsında Fenerbahçe’ye yönelik bir saldırı olarak algılamış ve en sert biçimde karşı koymuşlar, her türlü direniş örneğini sergilemişlerdir. Tıpkı 15 Temmuz’u İslâm’a ve Türk Milletine yapılan bir saldırı olarak algılayıp, Erdoğan’a tek oy vermediği hâlde, tankların karşısına çıkanlar gibi… Bir diğer benzeşme ise 03 Temmuz sonrası Fenerbahçe taraftarının direnişe Boğaziçi Köprüsü’ne yürüyerek başlamasıyla, 15 Temmuz direnişinin aynı köprüde başlamasıdır. Yüz bin kişilik taraftar grubu köprüye yürür iken, dönemin Fetullahçı polisi telsizlerden “köprüye gireni vurun!” diye anons yapıyordu. 15 Temmuz’da da aynı talimatla köprüye girenleri vurdular.
Fakat Fenerbahçe’ye 03 Temmuz kumpası kurulduğu zaman, siyasi mesuliyet Erdoğan’ın üstündeydi ve Erdoğan’ın izniyle o darbe yapıldı. Ama Aziz hapisten çıkar çıkmaz, “kimse başbakanla benim aramı bozamaz” şeklinde bir demeç verip, direnişin ruhuna ihanet eden ilk kişi oldu. Çünkü ona göre Fetullah’ın emriyle ve Erdoğan’ın onayıyla başlatılan o darbeye direnenlerin, Çağlayan adliyesinin altını üstüne getirenlerin, Kadıköy’ü kilitleyenlerin tek derdi Fenerbahçe değil de, sanki onun bekâsıydı. Akıtılan kanı dilediği gibi pazarlık masasına sürme hakkı vardı.
Erdoğan’ın şahsında Türkiye’ye yönelik darbe girişiminde ise Amerika ve İsrail’in sorumluluğu herkes tarafından bilinir, hatta darbe teşebbüsünün ilk günlerinde açıktan söylenir iken, tehlike atlatıldıktan sonra, Aziz’in “başbakanla aramı bozamazlar” demesinin benzerini, “Amerika ile aramı bozamazlar” dercesine Erdoğan sergiledi ve İsrail’le yaptığı son anlaşmayla bunu tescilledi.
Aziz Yıldırım ile ruh ikizi olmanın dayanılmaz hafifliği…
03 Temmuz 2011… Onay makamı: Erdoğan. Darbeci: Fetullah. Hedef: Fenerbahçe.
15 Temmuz 2016… Onay makamı: Amerika. Darbeci: Fetullah. Hedef: Türkiye.
Ya bugün…
Aziz Yıldırım, koltuk uğruna Erdoğan’a temenna çakmakla meşgul.
Erdoğan, koltuk uğruna Amerika’ya temenna çakmakla meşgul.
Aziz kendi tabanının Erdoğan nefretini, Erdoğan ise Türkiye’deki Amerikan nefretini pazarlık masasında hisse senedi olarak tutuyor. Kendilerine dokunulmadığı sürece bu nefret hafif dozlu deşarjlarla kontrol edilebilir.
BABA ÇİFTLİĞİ
Ruh ikizlerinin benzerlikleri saymakla bitmez. “Şunu ve bunu atlamışsın” dedikleri zaman “hayıflanacağım” daha nice ortak yanları vardır. Ama aradaki tek fark, Aziz Yıldırım‘ın yaptığı bütün bu keyfilikler, Fenerbahçe kongresinden aldığı sınırsız yetkiyle kitabına uydurulmuş, kâğıt üzerinde bunun sistemini kurmuştur. Kongreyi dilediği gibi toplayıp, yönlendirebiliyor. Delegelerin çoğu birçok açıdan başkana bağlı. Kendisinden evvel birkaç yüz olan delege sayısını on bine yakın bir rakama çıkardı. Kürek, yelken, boks gibi ona bağlı amatör branşlar adına oy kullananların sayısı futbolla yarışır noktada desek abartı olmaz. Aziz Yıldırım kimsenin umursamadığı bu branşlara kaynak akıtarak ve o delegelere iş vererek, hepsini kendisine bağlamış durumdadır. Mevcut sistem içinde Aziz Yıldırım gönüllü olarak başkanlığı bırakmadıkça onu seçimle göndermenin yolu kesilmiştir. Buna uygun bir “kulüp anayasası” yapılmıştır. Kendisini protesto eden taraftarlara “kafamı bozmayın, 10 sene daha gitmem!” diyebilecek kadar koltuğundan emindir. Bir kulüp başkanının, kendi taraftarını kendi varlığı ile tehdit etmesindeki garabet ayrı bahis…
Erdoğan‘a gelince… Bahçeli’nin dediği gibi “fiili durumu” anayasaya ile de tescillemek, Aziz Yıldırım’ın Fenerbahçe kongresi üstündeki hâkimiyetinin aynısını TBMM üstünde kurmak için 16 Nisan startını verdi.
Aziz Yıldırım bundan birkaç sene önce kulübe yaşattığı bir utanç gecesi sonrası kendini protesto etmek için karşısına çıkan taraftarlara, arabasının camından, kelimesi kelimesine; “boşuna kıçınızı yormayın, ben ne dersem o olur!” demişti. Taraftar nafile bağıradursun: “Fenerbahçe babanın çiftliği değil!” Maalesef şu gelinen noktada babasının çiftliğini idare etse, “zarar” korkusuyla yapamayacağı keyfilikleri Fenerbahçe’yi yönetirken sergilemektedir. Bunları babasının çiftliğinde yapsa evlâtlıktan reddedilir. Fakat Fenerbahçe’ye dayattığı “kulüp anayasası” onu her türlü hesaptan muaf tutarak, o koltuğa çivilemiştir.
İşte, 16 Nisan’da ruh ikizinin sahip olduğu yetkilerin aynısı Erdoğan’a da verilsin mi diye sandığa çağrılıyoruz. Yarın “Türkiye babanın çiftliği değil!” diye bağırdığınız zaman; “boşuna kıçınızı yormayın, ben ne dersem o olur!” cevabını duyduğunuzda afallamayın.
Biz Fenerbahçeliler “depremle yaşamaya alışırcasına” bu sisteme alıştık. Diğerleri düşünsün.
Gökhan YAMANGÜL – ADIMLAR Dergisi
10 Mart 2017