BAŞYÜCELİK DEVLETİ -Yeni Dünya Düzeni-
Fikrî Kavramlar Üstüne Denemeler: 7
Selim GÜRSELGİL
BAŞYÜCELİK DEVLETİ ÜSTÜNE – I
Başyücelik Devleti, Üstad Necip Fazıl’ın temelini attığı ve Salih Mirzabeyoğlu‘nun örgüleştirdiği bir ideal yönetim modelidir. Üstad Necip Fazıl bu mevzuyu Büyük Doğu İdeolocyası’nda ele alır ve İBDA Mimarı müstakil bir eser hâlinde ortaya koyar.
Mirzabeyoğlu’nun eseri 1995 yılında yayınlandı. Ancak bu dönemde, içinde yer alan bazı ifadelerin TCK’ya göre suç teşkil etmesi gerekçesiyle yasaklandı ve toplatıldı. Bundan sonra ikinci baskısı, toplatma gerekçesi olan ibareler çıkarılarak, 2004 yılında yapılabildi. Bu tarihten sonra kitabın İngilizce tercümesi ve Arapça tercümesi yayınlandı.
“Başyücelik Devleti” kavramı, dikkat edilirse, eski literatürdeki `Devlet-i Âliyye` (Yücelik Devleti, Yüce Devlet) ve `Devlet-i Ebedmüddet` (Sonsuz Devlet) kavramlarıyla akrabadır. Zaten İslâm devleti sözkonusu olduğunda onda ulus devletlerde olduğu gibi bir kavmin ismi öne çıkmaz; tüm ideolojik devletlerde olduğu gibi dâvânın ve temel varoluş biçiminin isimlendirmesi ön plândadır.
Salih Mirzabeyoğlu‘nun ele aldığı biçimiyle Başyücelik Devleti’ni bir “İslâm birliği projesi” olarak görmek mümkün… Çünkü bu klâsik “üniter devlet” anlayışı içinde görülmemiştir. Onun için, alt başlığı -eserin ikinci ismi- `Yeni Dünya Düzeni`dir. Bu, Amerikan emperyalizminin ortaya attığı `yeni dünya düzeni`nin tam karşısında, onunla tam bir çatışma ve hesaplaşma durumundadır. Özellikle eser boyunca işlenen BM, AB ve emperyalizm eleştirilerinden de bu anlaşılır.
Başyücelik Devleti, bir giriş ve beş ayrı levhadan (ana bölüm) oluşur. Bu levhalar şunlardır:
– Devlet şekilleri
– Dünya kamu düzeni
– Batı dünyası ve demokrasi
– Başyücelik Devleti
– Peygamber’in kitabından
Eser, kamu hukuku, uluslararası ilişkiler, siyaset sosyolojisi gibi alanlarda bir ders kitabı niteliğini de taşımaktadır. Şüphesiz tarih ve din alanında da… Kitabın ilk sayfalarında, İbda ressamlarından Aydın Alkan‘ın bir çizimi tam sayfa olarak yer almaktadır: Bu, “dünya yuvarlağını pençelerine almış olan çift başlı Selçuk kartalı“dır. Önemli bir figürdür… Eserin son bölümünde ise devlet ve mücadele ölçülerini ihtivâ eden “kırk hadis” yer alır… Birkaç seçme yapalım:
– “Ümmetimin zâlime ‘sen zâlimsin!’ demekten korktuğunu görürsen, onlardan ayrılabilirsin.”
– “Kıyamet gününde en şiddetli azabı görecek olanlar, kendilerinde hayır olmadığı halde halkın hayırlı sandığı kimselerdir.”
– “Kıyamet gününde en şiddetli azabı görecek olanlar, zâlim hükümdarlardır.”
– “Âlimi sultan ile çok sıkı ihtilâtta (haşır neşir) görürsen, bil ki o hırsızdır.”
– “Hıyanetin en büyüğü, bir valinin kendi riyasetinde (mesuliyet bölgesinde) ticaret yapmasıdır.” (Mevkiini kazanç vesilesi yapması)
– “Eğer üzerinize, Allah’ın kitabıyla idare eden, siyah bir köle de emir olsa, onu dinleyin ve ona itaat edin.”
– “Yakında bazı emirler gelecek. Siz onların bazı işlerini beğenecek, bazılarından ise hoşlanmayacaksınız. Kim onlarla mücadele ederse kurtuluşa erer. Kim onlardan ayrılırsa huzur bulur. Kim de onlara karışırsa helâk olur.”
– “Allah’a isyanı emretmedikçe, emire itaat etmek müslüman kişiye haktır. Allah’a isyan edene ise itaat yoktur.”
– “Hiç şüphe yok ki, iman küfür üzerine galip gelecek ve küfrü inine sokacaktır.”
1 Mayıs 2013
BAŞYÜCELİK DEVLETİ ÜSTÜNE – II
Başyücelik Devleti, Üstad Necip Fazıl‘ın teklifi hâlinde şöyle özetlenebilir:
Başyücelik Devleti’nin en tepesinde, ulu bir kişi, `Başyüce` bulunur. Onun yanındaki kurumlar, `Yüceler Kurultayı` ve `Yüce Din Dairesi`dir. Her ikisi de `Başyüce`ye bağlı olmakla beraber, onun emrinde değildirler. Hele `Yüce Din Dairesi`, tam özerk bir kurumdur ve gerektiğinde `Başyüce`ye karşı `Yüceler Kurultayı`nı hakem olarak göreve çağırabilir.
Bir başka denetleyici kurum da, `Halk Divanı`dır. `Halk Divanı`, Başyücelik halkına, hükümete ve devlete karşı hakkını arama ve hesap sorma hakkını verir. İlk İslâm devletinde `Vefd` adı verilen bu tür halk divanları vardı. Her şehirde toplanır, halkın şikâyetlerini Halife’ye iletmek ve gerektiğinde yakasına yapışmak üzere birer heyet çıkarırlardı. Hazret-i Ömer, halkın `vefd` hakkını elinden bırakmaması için sıkı sıkı tenbihlerde bulunurdu. Fakat zaman içinde halk, sultanlar ve yöneticilere karşı denetim hakkını kaybetti. İşte `Halk Divanı`, halka bu hakkını iade ediyor.
Demokrasilerde denetim, 5 yılda bir sandıkta olur. Bunun dışında, halkın protesto ve gösteri hakkı prensipte vardır. Ama tüm bu haklar, `Halk Divanı`nın belirttiği hak ölçüsü yanında zayıf kalır. Çünkü asıl sorun, gösteri ve protesto yapabilenler değil, yapamayanlardır. Devlete karşı yürüyüşe geçemeyen zayıflar, sorunlarını nasıl dile getirecek? Ve devlet, bir protesto ve şikâyeti kaâle almadığında ne yapılacak? Oysa `Halk Divanı`na şikâyeti olan herkes katılabilir. Bütün devlet erkânı, her sene belli bir dönemde, halkın karşısına çıkıp, yargılanırcasına hesap vermek durumundadır.
Bir başka tam özerk kurum, `Başyücelik Akademyası`dır. Bu kurum `aydınlar aritokrasisi`nin temel direğidir. Hiç kimse bir aydına emir veremez, baskı uygulayamaz. Üstad Necip Fazıl, `Başyücelik Akademyası`nın bir tür “kültür genelkurmaylığı” olduğunu söyler.
(Hemen belirtelim ki, Büyük Doğu – İBDA’nın dünya çapında orijinal bir tez hâlinde ileri sürdüğü Başyücelik Devleti’nin, günümüzdeki Cumhurbaşkanlığı Sistemi düzenlemesi ve referandumuyla bir ilgisi yoktur. Başyücelik Devleti bir “otokrasi – tek elde toplanmış yönetim” değil, check and balance -denetim ve denge- mekanizmaları tam oturmuş bir ideal yönetim modelidir.)
10 Haziran 2011
BAŞYÜCELİK DEVLETİ ÜSTÜNE – III
AYDINLAR ARİSTOKRASİSİ
Üstad, totalitarizme olduğu gibi, demokrasiye de inanmaz. Ona göre, bir Sokrat ile bir kahvehane müdaviminin oyu birbirine eşit olamaz. Yakın dönemde kemalistler tarafından benzer biçimiyle çok kullanılan bu tespit, temel olarak Üstad‘a aittir ve doğrudur. Necip Fazıl demokrasiyi bir “Amerikan dayatması” olarak görür; hattâ ona “zorla gelen hürriyet”, “San Fransisco diktesi ile gelen hürriyet” gibi ironik boyutunu gösteren adlar verir. Üstad Necip Fazıl, demokrasinin, Batı emperyalizminin bir dejenerasyon aracı olduğunu düşünür. Tabiri caizse, “ayakların baş olması” diye niteler.
Marx‘ın şu sözünü ele alır:
-“Kapitalist düzenlerde edilen hata ve biriken yanlış, emeği ödenmemiş işçinin gaspedilmiş haklarından yığılmadır.”
Onu şöyle düzeltir:
-“Başıboş düzenlerde edilen hatâ ve biriken yanlış, hakkı verilmemiş aydının yol açılmamış faaliyetlerinden yığılmadır.”
Üstad için, ileri sınıf, aydınlar sınıfıdır. O, proleteryaya da, burjuvaziye de, faşizme de inanmaz. Ancak aydınlardan oluşmuş bir aristokrasinin, halkın mutluluğunu sağlayabileceğine ve halka ideal olanı gösterebileceğine inanır. Bunun, İslâmın özüne ve ilk İslâm devletine en uygun rejim biçimi olduğunu savunur. Bu rejim içinde aydınlara, sadece eser vermek şartıyla, sınırsız haklar tanır.
Demokratik parlamentarizme karşı aydınlar arsistokrasisi, postmodern epistemolojinin yanında fenomenolojinin belirttiği farkı belirtir. Çünkü bu düzende halkın seçtikleri değil, Hakk’ın seçtikleri egemendir. Aydınlar, insanlar arasında Hakk’ın seçtiği asiller sınıfı olarak kabul edilir. Bunun dışında hiçbir zümre ve kişiye maddî ve manevî bir imtiyaz tanınmaz. “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” kutsal ölçüsü, bu anlayışın temel esprisini yansıtır.
11 Mayıs 2011
BAŞYÜCELİK DEVLETİ ÜSTÜNE – IV
AYDINLAR ARİSTOKRASİSİ
Demokrasi ve saltanat idaresini üçgenin alt köşeleri kabul edersek, ikisine de aynı açı ve aynı uzaklıkta, üçgenin tepe noktası olarak, aydınlar arsitokrasisini elde ederiz… Saltanat idaresinin, babadan oğula geçen yönetim biçiminin taban tabana zıddıdır; çünkü bu tarz bir yönetim anlayışının tarihte yeri olmakla birlikte, ne günümüzde, ne de ideal alanda bir geçerliliği yoktur.
Aynı sebepten klâsik aristokrasinin de zıddıdır. Çünkü babadan oğula geçen bir ayrıcalığa ve yönetim ve mülkiyet hakkına inanmamaktan doğar. Zaten kan aristokrasisi, doğuda çok geçerli olmamış, Batı’da da tarihe gömülmüş bir yönetim biçimidir. Bununla karşılık, aydınlar aristokrasisi, yine de bir çeşit soyluluktur; fikir ve idrak soyluluğu… Yine de bir çeşit ayrıcalıktır; fikir ve idrak ayrıcalığı…
Bu ayrıcalık, demokratik ayrıcalığın da taban tabana zıddıdır. Demokratik ayrıcalık nedir? Bir tür gizli plütokrasi (zenginler idaresi) ayrıcalığıdır. Demokraside bütün amaç zengin olmaktır, parayı bulmaktır. Zenginler ayrıcalıklıdır, zenginler soyludur, zenginler belirleyicidir. Geri kalanının kuru bir oy hakkı varsa da o da kuru bir palavradan ibarettir. Çünkü oy hakkı “yapmak ve yönetmek” değil, yapma ve yönetmenin istismarıdır. Tıpkı kendi yapan adamın mutluluğuyla, başkasının yaptığını seyrederek keyiflenen adamın mutluluğu arasındaki fark…
Demokrasi, kapitalizmin yardakçısı, emperyalizmin ayakçısıdır. Kapitalizmin yardakçısıdır, çünkü demokrasi özünde bir yozlaşma ve soysuzlaşma rejimidir, kapitalizm bu soysuzlaşmadan beslenir. Soysuzlaşma ne kadar ileri boyuta varırsa, demokrasi o kadar ileri seviyede uygulanır. Burada soysuzlaşmadan kasıt, insanî görevlerden istifâdır. Topluma ilişkin duyguların terkidir. İnsanı insan yapan ve insan topluluklarını yükselten ahlâk dugusunun terkidir.
Demokraside iki şeyin değeri yoktur: Fikir ve emek… Demokraside sadece yozlaşmanın ve eğlendirmenin değeri vardır. Gerçek fikir ve sanat adamları, demokratik idarede değer görmezler. Zirâ en adî bir katille, bir ayyaşla, bir sapıkla eşitlenirler. Hakikat bu eşitlenmeyi kabul etmez. Hakikat ile hakikat olmayanın eşitliği yoktur. İyi ile kötü arasında eşitlik olursa, iyi daima kaybeder. Demokrasi işte bu prensibe dayanır. Ve, “eğlence kitlelerin afyonudur.”
Demokraside değerleri tayin eden burjuvazi olduğuna göre, bir pavyon şarkcısının, bir mankenin, bir futbolcunun 1 günde, 1 gecede kazandığının (aldığı değer), bir kol işçisinin 10 yılda kazandığına eşit olması mubahtır. Aydınlar aristokrasisi, işte bu yozlaşmayı yıkar. Orada öncelikle fikirciler ve sanatçılar, onların ardından da emekçiler değer görür. Dansözlerin, fahişelerin, pezevenklerin orada değeri yoktur. İnsan türünü alçaltan, fikir ve hakikat kavgasından, kardeşlik ve hürriyet yolundan koparan bağımlılıkların orada değeri yoktur.
Emperyalizmin, çağımızda öncelikle “kültür emperyalizmi” olması, demokratik yozlaşmanın onun en önemli ayakçısı olmasındandır. Çünkü kültür emperyalizminin girdiği, zevkleri ve ilişkileri onun tayin ettiği ülkeleri, ancak demokratik yozlaşma bu çizgide tutabilir. Orada cinayetler, tecavüzler, vurgunlar, haksızlıklar sonu gelmez bir biçimde devam eder. Bunlarla mücadele yalandan yapılır; bunlar üretilir… Travestileri üreten sebep, onların çizgi dışı (vesikasız) eylemleriyle göstermelik mücadeleyi de yanına kor. Ve bunların insanın doğasının parçası olduğuna inandırır.
Aydınlar aristokrasisi, gerçek fikir hürriyetidir. Orada insanlar, fikirlerinde ve kanaatlerinde, bunları ifade etmede, bunlarla muhalefet etmede hürdür. Ama orada yozlaşma ve soysuzlaşma hürriyeti yoktur. Orada kavga hakikat içindir.
22 Nisan 2012
BAŞYÜCELİK DEVLETİ – VI
1990’ların ortasında emperyalizmin “demokrasi dayatması“nı ve onun yukarıdan aşağıya manzarasını anlatıyor. Tıpkı bugün. Ne tesadüf, bir maden ocağı örneği de var. Diyor ki, sen evinde vatandaşına aslan kesilirsen, mahallede sana aslan kesildiklerinde de ağlamaya hakkın olmaz. Şöyle;
-“Netice şudur: Batı’nın demokrasiyi dayatması, herkesin eşit olarak haklardan istifade edeceği bir dünya bütünlüğü için değil, George Orwell‘ın ünlü eseri ‘Domuzlar Diktatoryası’nda geçtiği gibi, ‘hepimiz eşitiz ama, bazılarımız biraz daha eşit’ anlayışı çerçevesinde bir düzene boyun eğdirme zorbalığıdır. İşi biraz daha açmak istersek, bizdeki anayasa ve kanunların herkes için geçerli hükümleri önünde, sayısız ‘adamına göre muamele’ örneklerini hatırlatmak yeter. Düşününüz ki, Genelkurmay -eski- Başkanı Doğan Güreş‘in oğlu asker kaçağı, savunma bakanı Mehmet Gölhan‘ın oğlu asker kaçağı; ama ‘boğazına kıl kaçtı’ hesabı uyduruk bir raporla askerlik mükellefiyetinden kaytaran bu çocuklar, bunu dünya âlem bilirken, hukuku da kendilerine uyduran babaları sayesinde halk çocukları ile ‘kanun önünde eşit’ oluyorlar. Başbakan Tansu Çiller‘in oğlu, annesinin yalısının karşısında asker; yani biraz daha asker!.. Şu ân Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel‘in, kardeşi, yeğeni, kayınbiraderi, velhasıl sülâlesi, 30 yıl binbir türlü para yolsuzluğuna bulaştı, Demirel‘in kendi adı yolsuzluk olaylarına karıştı, ama alayı tertemiz!.. Eski Cumhurbaşkanı Turgut Özal‘ın oğulları, kızı, karısı ve sayısız maiyeti sayısız dalaverelere karışarak menfaat temin ettiler; küçük oğlunun arabasını kullanan ve şantaj yoluyla para sızdırmak için giden ekipte bulunan bir polis, aldıkları ihbarı değerlendiren ve kimin önünü kestiklerini bilmeyen bir polis ekibini taradı, bir komiser öldü, üç polis yaralandı… Ama herhangi bir olayda alâkalı alâkasız herkesin anasını ağlatan polis, ortada üstelik bir polis cesedi varken, arabanın sahibi Küçük Özal‘a soru dahi sormadı: O zamanın İstanbul Emniyet Müdürü Mehmet Ağar, şimdi Emniyet g-Genel Müdürü olarak ‘şerefle’ kanunsuzluğa karşı mücadele etmektedir!..
Sanırız anlaşıldı: Balkondakiler, kendi koydukları kurallara kendileri uymasalar bile, altta kalanların hukukî vecibelere uygun davranmalarını ve `kanun ve nizâm hâkimiyetinin sağlanması`nı isterler, çünkü bu türlü bir `kanun ve nizâm hâkimiyeti`nde kendi çıkarları sözkonusudur. Bu tıpkı, bir maden ocağında patronun ve muhafızların, orada çalışan kölelerin ‘huzur ve güvenlerini’ bozucu davranışlarına müsamaha ile bakamayacakları bir durumdur. Demek oluyor ki, yurt içindeki kendi uygulamasını dışarıda kendine karşı yapılan bir uygulama olarak gören hain zümrenin, dış uygulamalar karşısında ‘çifte standart uyguluyorlar’ diye ağlamaya bir hakkı olmadığı gibi, kendileri de o anlayışın ülkemizdeki temsilcileridir!..”
Kaynak: Salih Mirzabeyoğlu, Başyücelik Devleti -Yeni Dünya Düzeni-, 2. basım, İbda Yayınları, İstanbul 2004, s. 101-102.
16 Mayıs 2014