BAŞYÜCELİK DEVLETİ ÜSTÜNE DENEMELER

BAŞYÜCELİK DEVLETİ ÜSTÜNE DENEMELER

Fikrî Kavramlar Üstüne Denemeler: 8
Selim Gürselgil

 

 

BAŞYÜCELİK DEVLETİ ÜSTÜNE – VI

Başyücelik Devleti eserinin birinci bölümünde “devlet şekilleri” konu edilmektedir. Bu bölümdeki ara başlıklar şunlardır: Ahalinin özelliğine nisbetle, Kuruluşlarına göre, Hükümranlıklarına göre, İktidarın kaynağı bakımından, Devlet reisi – şekiller…

a) Ahalinin özelliğine göre devletler ikiye ayrılır: Mütecanis (bir cinsten, homojen) devletler ve gayr-ı mütecanis (bir cinsten olmayan, heterojen) devletler… Devletin ahalisi hakkında mütecanis ve gayr-ı mütecanis ayrımı, özellikle devletlerarası hukuk bakımından mühimdir. Ahalisi gayrımütecanis olan devletler, BM veya NATO şemsiyesi altında doğrudan doğruya emperyalist müdahaleye açıktır. O yüzden emperyalistler, kendileri dışındaki ülkelerin ahalisinin mütecanis olmasını istemezler; onlar arasında sürekli çatışma ve kriz noktaları var ederler.

b) Kuruluşlarına göre devletler ikiye ayrılır: Basit (üniter) devletler, birleşik devletler… Basit devletler, kamu düzenini doğrudan ilgilendiren konuları merkezde toplamış ve merkezî iradeye bağlamıştır. Bunlar ahalisine göre mütecanis ve gayr-ı mütecanis olabilecekleri gibi, yerel yönetimlere tanıdıkları haklar bakımından da kategorize edilebilirler.

Birleşik devletler de birlik halinde devletler ve topluluk halinde devletler olarak ikiye ayrılır. Birlik halinde devletler, şahsî birlikler ve gerçek birlikler olarak ayrıca ikiye ayrılır. Şahsî birlikler, bir hükümdarın şahsında iki devletin birleşmesidir; bunların rejimleri ve parlamentoları farklı olabilir. Gerçek birliklerde ise iki ayrı irade tek bir merkezî iradede toplanmıştır; parlamento, bakanlar kurulu, bir üst kurul şekline dönüşmüştür, özellikle dış ilişkilerde tek bir irade sözkonusudur. Fakat bütün bunlara rağmen birlik halindeki devletlerde “iki devlet – iki millet” yapısı vardır.

Toplanmış devletlere gelince; bunlar birleşik devletlerin asıl geçerli konusudur. Konfederasyon ve federasyon bu kapsama girer. Konfederasyon bir ittifaktır. Federasyon ise bir irade etrafında toplanmış iki veya daha çok devleti gösterir. Birleşik devletler denince asıl anlaşılması gereken de, diğer tarihte kalmış örneklerinden çok, federasyondur. Federasyonda tek anayasa ve tek teşkilat hukuku, tek üst meclis, tüm devletler için bağlayıcı niteliktedir.

c) Hükümranlıklarına göre ise “bağımsız devletler” ve “yarı bağımsız devletler” olmak üzere iki tür devlet vardır. Yarı bağımsız devletler, sadece manda idaresi ve tabi devletler değildir. Günümüz şartlarında çeşitli himaye ve ittifak antlaşmaları da “yarı bağımsızlık” kavramını gündeme getirebilir. Salih Mirzabeyoğlu açıkça söylemez ama, tasvirinden anlaşılır ki, Türkiye’nin NATO ve ABD karşısındaki durumunu da bir tür “yarı bağımsızlık” olarak görür.

Onun için, eski solcuların ortaya attığı “tam bağımsız Türkiye” sloganı, yabana atılmaması gereken bir slogandır. Bu slogan, emperyalizmin cenderelerinden kurtulmuş, kendi başına kararlar alabilen ve kendi yolunu çizebilen bir Türkiye özlemini dile getirmektedir.

d) İktidarın kaynağı bakımından monarşik devletler ve cumhuriyet idareleri vardır. Monarşik devletler: Teokratik monarşiler, Patrimonyal monarşiler ile Üçüncü tip monarşiler olarak sınıflandırılır. Üçüncü tip monarşiler: Seçimli monarşiler, mutlak monarşiler ve meşrutî monarşilerdir. Bunlar hepsi tek adam yönetimi olmakla beraber, hükümdarın yetkileri “ilah”lıktan “kukla”lığa kadar değişkenlik gösterir.

Cumhuriyetler ise aristokratik cumhuriyetler ve demokratik cumhuriyetler olarak ikiye ayrılır. Aristokrasilerde belli bir sınıfın seçkinliği ve egemenliği vardır. Demokrasilerde ise hakimiyeti elinde tutan imtiyazlı bir zümre –teorik olarak- yok, onun yerine halkın hakimiyetini temsil eden temsilci bir sınıfın tayini meselesi vardır.

Önce de değindiğimiz gibi, Salih Mirzabeyoğlu bu meseleleri bu aşamada sadece anlam bakımından inceler; yani muhtevâlarına müdahale edici yorumlar yapmaz. Şu iyidir, bu kötüdür, bu bize yakındır, şu uzaktır demez. Son olarak devlet reisi bahsine değinir. Ama onu da kral, şah, cumhurbaşkanı, şûrâ reisi vs diye tasnif etmez. Sadece şu üç gruba ayırır: Kuklalar (Mehmet Reşad), kukla oynatanlar (Hitler, Stalin, Franco, Tito, Kaddafi, İnönü), şanlı mankenler (genellikle demokrasilerdeki işlevsiz cumhurbaşkanları)…

Son bir nokta olarak da Amerikan sisteminde hükümet başkanı ile devlet başkanının bir tek “başkan” kişiliğinde birleştirilmiş olmasına değinir ve der ki: Her şey mihrak şahsiyet olabilmekte, şahsiyet olabilmekte; çünkü şahsiyet bütün şekiller arasında kendini gösterir. Buna da en güzel örnek Fransa’da De Gaulle‘dür.

….

Şimdi bu noktada benim bir çıkıntı yapmam yakışıksız olur mu? Burada anlatılanları, diğer bilgilerle birleştirmem?… Şöyle yapalım:

Başyücelik Devleti;

a) Mütecanis olacak, tek millet esasına dayanacak, Osmanlı gibi çok millet olmayacaktır. Ama bu demek değildir ki, onda muhtelif kavimler, sınıflar, hattâ idareler ve bunların hakları olmayacak…

b) Üniter değil, “birleşik devlet” statüsünde olacaktır ve federasyon özellikleri belirtecek, gerektiğinde diğer şekillerden de yararlanabilecektir. Üniter değil deyince insanların aklına hemen imparatorluk geliyor; oysa imparatorluk başka, birleşik devlet yine başkadır.

c) Tam bağımsız olacaktır.

d) Monarşi ve cumhuriyet arası Başyücelik rejimini benimseyecektir. Bu rejimde kuklalar, kukla oynatanlar ve şanlı mankenler değil, Başkanlık Sistemi örneğinde görüldüğü tarzda devlet ve hükümet reisliğinin tek elde toplanması ve bir kurultay tarafından yönetilmesi vardır.

Yine bunun gibi, demokrasi ve aristokrasi arası, `Aydınlar Aristokrasisi` karakterini haiz olacaktır. Prensipte hiçbir imtiyazlı sınıf olmayacak, ama demokrasideki gibi aydınlarla yığınların fikirde birbirine eşitlenmesi dâvâsısözkonusu olmayacaktır.

2 Mayıs 2013

BAŞYÜCELİK DEVLETİ ÜSTÜNE – VII

Eserin ikinci bölümü, “Dünya Kamu Düzeni” ismini taşıyor. Bu bölümdeki ilk makale ise “Kamu Hukuku – Amme Hukuku” başlığına sahip. Burada Salih Mirzabeyoğlu, dünya kamu hukukunun şifrelerini çözüyor. Bu, öncelikle “Birleşmiş Milletler” çatısı altında ihdas edilen dünya düzeninin analizidir. Bu uzun analizden sadece birkaç paragraf alabileceğiz:

* Birinci Dünya Savaşı sırasında, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Wilson’un yayınladığı beyannameden söz etmiştik. O beyannamenin, “milletlerin encâmını tayin etmeye hakkı vardır” şeklindeki maddesi, demokrasiyi bir iç rejim olmaktan daha da ileri götürerek, onu milletlerarası ilişkilerin temeli olarak bütün dünyaya ilân etmiştir. Nitekim Versay Barış Andlaşmasının akabinde, büyük devletler kendi hükümet şekillerinde demokratik esaslara göre düzenlemeler yaparken, yeniden meydana gelenler de, bu rejimi siyasî yapılarının temeli olarak kabul etmişler ve devletler arasındaki ilişkilerde de demokratik esaslar etkilerini göstermeye başlamıştır.

* Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra demokrasinin umumî tesirinden bahis, monarşilerin tasfiyesi gibi esasen sosyal ve siyasî fonksiyonunu yitirmiş yapılanmaların doğurduğu boşluk dolayısiyledir; ve doğrusu, yukarıda işaretlediğimiz veçhile, demokrasi bu boşluğu doldurucu bir teklif olamamıştır. İç ve dış kamu düzeni diye yaptığımız ayrımda, bir bakıma devleti esas alıcı ve devletler arasındaki ilişkileri uyuma getirmek şeklinde dış kamu düzeninden bahsederken, günümüzde ağırlık “kamu düzeninin kendi” halinde dış kamu düzenini ifade eder bir mânâya büründürülmüştür; artık devletler arasındaki -devlete nisbetle- bir dış kamu düzeni yerine, devletlerin içinde yer aldığı bir dünya toplum düzeninden bahsedilir olmuştur.  İşin “barış, kardeşlik” gibi kulağa hoş gelir mesnedsiz yanı bir tarafa, dikkat edilmesi gereken husus, sözkonusu oluşumun “Yunan Aklı, Roma Nizamı ve Hristiyan Ahlâkı” olarak formüle edilen Batı toplum yapısının ürünü oluşudur. Bu hususa dikkat çekmemizin sebebi, sadece bize aykırı bir kültürün reddinden dolayı değil, sözkonusu anlayışın müşahhas bir ifadesi olan “Birleşmiş Milletler Teşkilatı”nın, bugün doğrudan doğruya monarşi çekişmesi içinde oligarşiyi temsil eden yapısı ve bu sınıfın dışındaki ülkeleri sömürme aracı oluşudur.

* … Birleşmiş Milletler Teşkilatı da, kurulduğu günden bugüne kadar güçlü devletlerin çıkarları dışındaki anlaşmazlıklarda veya onların kendi çıkarlarına uygun haksızlıklarda, sağa sola teessüf iletmekten başka bir işe yaramamıştır. Nasıl yarasın ki?.. Büyük devletlerin oligarşik bir zümre halinde arz-ı endam ederek monarşik bir iktidar mücadelesine sahne olan bu teşkilatta, bunlara karşı, ense kaşımaktan öte ispat-ı vücud mümkün değildir. Büyük devletlerin dünya siyaset sahnesindeki dalaşmalarında figüran rolü düşen “ufaklıklar”ın bu rolünü daha iyi kavramak için, “Güvenlik Konseyi”nin teşekkülüne ve karar alma şekline bakmak yeter:

-“Konsey 15 üyeden teşekkül etmiştir ve bunun beşi daimî üyedir. Daimî üyeler: Amerika Birleşik Devletleri, Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı, Çin Halk Cumhuriyeti, Fransa, Rusya. Geriye kalan bütün devletler de bu konseyin üyeliğine 2 sene için seçilir.”

Ne demek daimî üye ayrıcalığı? Ve usûl meseleleri dışında kalan meselelerde kararlar daimî üyelerin hepsinin oyları dahil olmak üzere, dokuz üyenin olumlu oyu ile alınıyor. Böylece Güvenlik Konseyi’nin daimî üyelerinden biri işine gelmeyen bir meselede veto hakkını kullanarak kararın alınmasını önleyebiliyor. Devletlerin yönetim şekilleriyle anılmaları gibi, Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nı “domuzlar diktatoryası” olarak anabiliriz.”

…………….

Kamu hukuku… Yani? Şeriat… Şeriat, İslâm kamu hukuku demektir… Buna nazaran, “İslâmı yaşamak için şeriata gerek yok” denilemez; çünkü İslâm kamu hukuku yoksa,İslâmı yaşamak da sözkonusu değildir. Onun için İslâm’da daima “küfür düzeni” ve “İslâm düzeni” farkı gözetilmiştir.

Ben bakınca kafam karışıyordu. Diyordum ki kendi kendime; “yahu arkadaş, son zamanlarda yok şii, yok vehhabî, yok mutezilî, yok mezhepsiz gibi aykırı yollarda ne kadar çok artış var. Birilerinin gençleri zehirlemekte olduğu muhakkak; ama acaba bu gençler, Ehl-i Sünnette neyi arayıp da bulamıyorlar, neden Ehl-i Sünnete düşman oluyorlar?”… Fakat Ehl-i Sünnete dair fikirlerin nasıl bozulmuş olduğunu görünce, insan onlara da hak veriyor. Ehl-i Sünnete inanan kimselerden bir kısmı, “İslâmı yaşamak için şeriata gerek yok” diyor; İslâmiyeti siyasi mücadeleden uzaklaştırıyor, adalet ve hukuk mücadelesini İslâma yakıştıramıyor, böyle olunca da boşluğu başka görüşler dolduruyor.

Kimse kusuruma bakmasın: Normalde iyi biriyimdir. Ama böyle konular açıldığında pislik herifin teki olup çıkarım. Hiç kimse bana, Afganistan’ı Taliban’ın yönetmesiyle Obama‘nın yönetmesinin aynı şey olduğunu söyleyemez; her ikisinde de İslâmı yaşayabiliriz diyemez. İslâmî devlet mücadelesini, gereksiz bir gayret gibi gösteremez. Bu mücadele uğruna hapse düşenleri ve ölenleri, enayiler olarak gösteremez. Bu mücadele azizidir. En değerli şeydir. Allah şeriatı lüks olsun diye emretmemiştir. Şeriat asıldır. olmazsa olmazdır. İslâm, tarihî hareketin dışında bir bereketli kazanç kapısı değildir; İslâm bizzat tarihe mânâ veren şeydir.

O halde reelden alarak ideale doğru şeriat (İslâm kamu düzeni) kavgası asıldır. Şeriat kavgasının olmadığı yerde İslâm iddiası da palavradan ibarettir. Net…
3 Mayıs 2013

BAŞYÜCELİK DEVLETİ ÜSTÜNE – VIII

“Dünya Kamu Düzeni” bölümünün bir diğer makalesi “Avrupa Topluluğu” başlığını taşıyor. Ki eserin kaleme alındığı 1995 yılında henüz “Avrupa Birliği” haline gelmemişti… Bu makale, Avrupa Birliği’nin manevî babası kabul edilen Charles de Gaulle‘ün hikâyesiyle başlıyor:

-“Birinci Dünya Savaşı’ndan önce, istikbâlin zırhlı ve motorlu birlikler eline geçeceğine, harp gücünün bu birliklerce temsil edileceğine dair meşhur tezini ve eserini kaleme aldı. Eser, klasik ölçülere bağlı Fransa’da alaya alındı da Almanya’da ayniyle benimsenerek Fransa’ya karşı kullanıldı. Fransa yıkılınca iradesi yıkılmayan bir o oldu. İngiltere’de “Hür Fransa” cephe ve teşkilatını kurdu, idare etti. Nihayet Fransa’nın başına geçti ve memleketinin ruhî ve iktisadî kalkınmasını hedef tuttu. Fransa beşiğinde yetişen “Greko – Latin” isimli eski Avrupa medeniyetini ihyâ ve hükmünü Fransa’ya geçirme yolunda büyük mesafeler aldı. Aynı medeniyetin azmanı, `fikriyle antimateryalist iken hayatıyla materyalist Amerika‘ya; ve `fikriyle materyalist, fakat hayatıyla mistik Sovyet Rusya‘ya karşı cephe aldı. Avrupa’nın tam kurtuluşu için de, zıt oldukları halde birbirinin eşi ve ruh katili bu iki ülkeye çifte Haçlılar Seferi vermeye mecbur olduğu tezini savundu. Fransız sanayii ile parasına yepyeni bir madde hakimiyeti sağladı; ruh hakimiyetini ise her şeyin üstünde bildi. Laiklik merkezi Fransa’yı, katolik kilisesinin ruh ve ahlâk hegemonyası altına geçirmekte tereddüt göstermedi. Böyleyken ve Fransa’nın tam mânâsıyla kurtarıcısı mevkiindeyken, daha zecrî (zora dayalı) ve otoriter davranışlar için milletinin reyine başvurdu; ama hiçbir fânide ebedî imtiyaz tanımayan Fransızlar tarafından düşürüldü. 

(……………………………………………………) Malikânesine çekildi ve bütün devlet merasimlerinden uzak, sadece yakınları, asker dostları ve kilise temsilcilerinden ibaret bir halka içinde, koyu bir katolik sıfatıyla adına ve hayatına eş bir soyluluk üslûbuyla öldü.” (……………………………………..) 

 

Noktalı kısımlar, 1. baskıda toplatma gerekçesi olmuş ve 2. baskıda kitaptan çıkarılmış olan cümlelere aittir. Bunların neler olacağını tahmin edebilirsiniz: 5816 sayılı Atatürk’ü Koruma Kanununa muhalefet suçu… Yazar, burada De Gaulle‘ün icraatını Atatürk‘ünkiyle kıyaslamış, kitabın yayınlandığı 1995 yılında bu satırlar dikkat çekmemiş, ancak 28 Şubat döneminde Amasya Suluova MGV şubesine yapılan bir operasyonda bu kitabın bir nüshasının ele geçmesi üzerine başlatılan inceleme sonucu, 1999 yılında BaşyücelikDevleti  toplatılmış ve yasaklanmıştı.

İşte bu Charles de Gaulle, Fransa’nın Alman istilâsından kurtarıcısı olmakla kalmadı, Fransa ile Almanya’nın başını çekeceği “Birleşik Avrupa Devleti” fikrinin de mimarı oldu. Bu proje, kapitalist cephede, ama hem ABD’ye, hem Sovyetlere muhalif bir Avrupa fikrine dayanıyordu. Açıkça, hristiyanlık temelliydi; “laik hristiyanlık” diyelim; üçüncü ahit hristiyanlığı… Siyonizmle birleşmiş “akıl çağı” hristiyanlığı…

Makalede ayrıca, 1971’de Büyük Doğu dergisinde yayınlanan bir iktisat profesörünün Türkiye’nin AB’ye (o zamanlar “Ortak Pazar”) girmesinin mahzurlarına ilişkin incelemesine yer veriliyor. Ve şöyle deniyor;

-“Görülüyor ki Ortak Pazar, Avrupa’da sadece iktisadî bir yardımlaşma ve güç birleştirme dâvâsı değil, `Avrupa hegemonyası` peşinde ve Avrupa hâkimiyeti noktasından `totaliter zihniyette`, tarihî, içtimaî, ruhî hattâ dinî bir dâvânın mihrakı olmak durumundadır ve bizim gibi, büyük dünya meseleleri karşısında nefsini korumaya çalışmaktan başka gayreti olmaması gereken milletlere düşen borç, ona sığınıp maddî ve manevî sömürge muamelesi görmek yerine, halimize razı olup bir köşede oturmak ve şahsiyetimizi muhafaza etmektir. Biricik yol, büyük dünya meselelerinin içyüzlerini görebilmek ve hâkimi olamayacağımız davranışların, hiç olmazsa mahkûmu olmamaktır!

Ne güzel söylemiş öyle değil mi?

4 Mayıs 2013

BAŞYÜCELİK DEVLETİ ÜSTÜNE – IX

“Dünya Kamu Düzeni” bölümünde yer alan üçüncü makale “Biz ve Onlar” başlığını taşıyor. Bu makalede yine çeşitli siyasî tahliller, AB – ABD rekabeti, Hristiyanlığın Avrupa için vazgeçilmez olması vs gibi konular yanında bazı milletlerin, özellikle Almanlar, Japonlar ve Çinliler’in ruhî ve siyasî portreleri yer alıyor. Almanlar ile ilgili yazılanların bir kısmını ele alalım:

-“Bugün Almanya, Batılı bir muharririn teşbihine göre, azılı bir kaatilin hapishaneden çıktıktan sonra, kendisine bir işyeri açıp bütün enerjisini ona sarfetmesi ve eski efeliğinden vazgeçmiş görünmesindeki hâle benzemektedir. Demokrasi, liberalizm, iktisadî takat, sınaî üstünlük; hepsi bu kadar!… Sovyetler Birliği’nin dağılışından önceki tasvire nazaran, doğu tarafında kalan kopmuş kolunu kurtarıp yerine kaynatmak gayretinden bile uzak ve Doğulu ve Batılı gardiyanlar tarafından murakabe (kontrol) altında… İşte bu yolda çalışan ve yurdunun kilometre karesine bize nazaran 4-5 defa fazla insan düşerken bize bile iş verebilen bu Almanya, ruhî bakımdan zannedildiği kadar mesut değildir. Beethowen, Goethe ve Nietzsche’nin romantik vatanı, bütün bu başarılarla doymamakta ve hâlâ, için için, Nazizm rüyasını yaşamaktan vazgeçmemiş bulunmaktadır. Bilhassa Alman gençliğine hâkim psikoloji budur; ve nasıl Almanya Birinci Dünya Savaşı arkasından aynı yılgınlığı yaşamış ve sonra bir Hitler doğurmuşsa, bugün de, o tipte olmasa bile, Almanya’yı yeni bir düzene sokacak ve onu Avrupa temsilciliği makamına erdirecek bir kahramana hasret çekmektedir… Dün, Alman ırkının üstünlüğünü bütün dünyayı çiğnemek suretiyle topyekün insanlığa karşı çıkışı neticesinde, yarıldığını ve kendisini yuttuğunu gördüğü toprak artık en ince hesaplarla, onun bazı manevralarına güleryüz göstermeli ve bu defa Almanya Batı demokrasilerine hiçbir kuşku vermeksizin, en büyük Batı silahı mevkiine geçmelidir. Bunun için de, hiç değilse bir “yeni nazizm – neonazizm”  şarttır… Almanya’da, buz altından geçen sular gibi, iç ve gizli temayül budur; ve bu temayülün, meydana çıkmasıyla hedefine çullanması bir olacaktır. Almanların Amerikalılara verdiği ehlîlik emniyetinin ne olup ne olmadığı ayrı dâvâ, hâlâ askerî gücü yerinde bir Rusya’ya karşı Almanya’nın zorunluluğu ortadadır; inandığı bir ideal ve onun sımsıkı disiplini olmadan da Almanya mevcut değildir.

Hemen anlaşılabileceği üzere, gerek Avrupa ve gerek dünya kamu düzeni, kendi içinde çok sayıda girift ve muğdil çelişkileri içinde barındıran bir süreçten geçmektedir.”

5 Mayıs 2013

BAŞYÜCELİK DEVLETİ ÜSTÜNE – X

“Dünya Kamu Düzeni” bölümünde yer alan dördüncü ve son makalenin “Demokrasi İçin Zorlama” başlığını taşıyor. Oradan seçmeler:

“Yeni Dünya Düzeni” demokrasisinin mahiyeti hakkında hukukî, siyasî, iktisadî, sosyal ve dinî yönlerine temas ederek durduk… Burada dikkat çekmek istediğimiz başlıca bir husus şudur:

-“Batı toplum ve yaşayışının içinden doğan demokrasi, yine bu toplum ve yaşayışının ayrılmaz parçası sömürgeciliğin uzantısı olarak ihraç edilirken, ulaştığı menzil boyunca “altı kaval üstü şişhane” oluşumlara vücut vermektedir; ve bu hâl, hem onların demokrasi adına müdahale hakkını doğurmakta, hem de dolaylı yoldan bolca imkân sağlamaktadır!”

(…) Demokrasinin ihraç edildiği memleketlerde dolaylı yoldan bolca imkân elde etmeleri meselesine gelince: Bir yandan “ferdî hak ve hürriyetler” kapsamında ekonomi alanının “kâr” ve “çıkar” ilişkilerine dayalı düzeninde tayin edici mevkiye geçmek, öte yandan para gücüyle “iç”e ve “dış”a bakışta kamuoyu oluşturucu işbirlikçi basını gütmek, demokratik kitle örgütleri adı altında kamuoyu baskı gruplarını temsil eden ve oluşturan kuruluşlar vasıtasıyla işi milletlerarası alana ait kılmak, her biri her birinin içinde ve birbiriyle alâkalı buna benzer `çeşitli tesir unsurlarıyla iktidarı tayin etmek`… Bir memleketin ahlakî, hukukî, sosyal, iktisadî ve siyasî yapısını, işine gelen tonda yönlendir!.. Meselâ bizde, her ne kadar meclisin duvarında “hakimiyet milletindir!” yazıyorsa da, iktidara gelmek için veya iktidara gelince gözler hep` Amerika ve Batı’nın baba devletlerindedir!.. Batı emperyalizminin milletlerarası iktisatta nâzım (düzen verici) rolü oynayan bankalarının kredi verdi vermedi tutumunun  iktidarı belirleyici rolü, aynı minvâlde dış yardım ve askerî yardım meselesi?..

“Yeni Dünya Düzeni” demokrasi kılıfında tertiplenirken, demokrasi cümlesinden olan ve Birleşmiş Milletler Teşkilâtı’nın “İnsan Hakları Bildirisi” ile Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın “insan haklarına” ilişkin maddelerinde geçen “ırk, cins, dil veya din farkı gözetmeksizin” lâfları, kuru bir palavradan ibarettir… Devletlerin eşit olarak oturmadıkları bir masa etrafında, milletler nasıl eşit olacak?..

Birleşmiş Milletler Teşkilâtı, bizzat Güvenlik Konseyi’nin yapısı ile bir “domuzlar diktatoryası” olduğunu göstermektedir… Güvenlik Konseyi’nin “veto hakkı” olan daimî üyeleri arasında niçin bir tane bile halkı müslüman ülke yok?.. Rejimi İslâmî olmadığı hâlde bile, halkı müslüman olan ülkelerin yeri pabuçluk!..

Netice şudur: Batı’nın demokrasiyi dayatması, herkesin eşit olarak haklardan istifade edeceği bir dünya bütünlüğü için değil, George Orwell’ın ünlü eseri “Domuzlar Diktatoryası”nda geçtiği gibi, “hepimiz eşitiz, bazılarımız biraz daha eşit” anlayışı çerçevesinde bir düzene boyun eğdirme zorbalığıdır.

(…) Sanırız anlaşıldı: Balkondakiler, kendi koydukları kurallara kendileri uymasalar bile, altta kalanların hukukî vecibelere uygun davranmalarını ve kanun ve nizam hâkimiyetinin sağlanmasını isterler, çünkü bu türlü bir kanun ve nizam hâkimiyetinde kendi çıkarları sözkonusudur. Bu tıpkı, bir maden ocağında patronun ve muhafızların, orada çalışan kölelerin “huzur ve güvenlerini” bozucu davranışlarına müsamaha ile bakmayacakları bir durumdur. Demek oluyor ki, yurt içindeki kendi uygulamasını dışarıda kendine karşı yapılan bir uygulama olarak gören hain zümrenin, dış uygulamalar karşısında “çifte standart uyguluyorlar” diye ağlamaya hakkı olmadığı gibi, kendileri de o anlayışın ülkemizdeki temsilcileridir!..”

 

İşte gerçek;  gerçeğin küçük bir bölümü… Salih Mirzabeyoğlu neden idamlık suç işlemiş addedilerek hücrede?… Dünya hukuk düzenine inanmadığı gibi, Türkiye’deki hukuk düzenine de inanmıyor… Demokrasiye ve o yolla ABD’nin iktidara getirdiklerine inanmıyor… En büyük suçu işliyor!..

6 Mayıs 2013

 

Kaynak:

Salih Mirzabeyoğlu, Başyücelik Devleti -Yeni Dünya Düzeni-, 2. basım, İbda Yayınları, İstanbul 2004, s. 101-102.

 

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: