HÜR SAVAŞÇIDAN NOTLAR -İstanbul’un Fethİ-

HÜR SAVAŞÇIDAN NOTLAR    -İstanbul’un Fethİ-

Ramazan’ın ikinci günü.

Yine aşırı sıcak ve bunaltıcı bir günün ardından iftarımızı evde açmış sonrada soluğu Hür Savaşçı’nın evinde almıştık.

İtiraf etmeliyim ki, bu sefer çayını da sohbeti kadar özlemiştim.

Yanımız da getirdiğimiz kuru yemiş ve kurabiye tarzı şeyleri masaya yerleştirirken kendisi de bize özel bir sürprizi olduğunu söyleyerek mutfaktan karışık baklavaların olduğu kocaman bir kutu getirdi.

Gözlerimizdeki iştahı fark etmiş olacak ki çekinmeyin yumulun der gibi “buyurun afiyet olsun gençler” dedi ve yerine kurularak devam etti;

“Ne güzel bir tevafuk değil mi? Bu sene İstanbul’un fetih günü mübarek Ramazan Ayı’na denk geldi. Hayırlara ve fetih aşkının doğuşlarına vesile olsun inşallah.

Hadisi bilmeyen yoktur:

İstanbul mutlaka fethedilecektir.

Onu fetheden komutan ne güzel komutan,

o ordu ne güzel ordudur.

Bu Hadis hakkında bazıları birçok dönemde ve hâlâ zayıf olduğunu ortaya atarak bu hususta çabalıyor  olsalar da, Sahabe döneminden itibaren 8 asır süren İstanbul muhasaralarını göz önünde bulundurunca buna hangi gücün sebep olabileceğine, en başından beri neyin motive edebileceğine dair başka hangi ispat aranabilir ki? Kısacası, asırlar süren ve neticesi fetih ile biten bu hasret ve fetih aşkı hadisin sahihliğini zaten destekler niteliktedir.

 Selâm olsun güzel Fatih’e ve O’nun güzel Ordusuna.

İlkler Sahabeler.

Sen Arap Yarımadası’ndan kalk, ta İstanbul surlarına kadar gel ve savaş. Emre itaatin müthiş örneği. 

Ordunun içinde İbn Abbas, İbn Ömer, İbnu’z-Zubeyr, EbûEyyûb el-Ensârî gibi Allah Resûlü ile bizzat aynı havayı solumuş büyük Sahabeler bulunmaktaydı.

Dönemin şartlarını düşünürsek yol, muhasara, çarpışma ve türlü sıkıntılarla gerçekleşen bu davranış madde üzerinde başarısızlıkla sonuçlansa da az evvel söylediğim  gibi “Emre İtaat” bakımından müthiş bir aksiyondur.”

Mehmet;

“Sanırım sıkıntılar hastalık ve yiyecek eksikliği diye hatırlıyorum.”

“Öyle. Emir ve bu emrin sağladığı  Motivasyon tam, ama lojistik yetersiz. Elbette bunca yol ve savaşma paldır küldür olmuştur diye değerlendirilmemeli. Her şey göze alınmış ve hesaplanmıştır ama, Konstantiniyye surlarını hiç görmeyen biri için bu seferlerin pekte kolay olmayacağı mutlaka biliniyordu. İş mânâda ve sıcağı sıcağına harekette gizli.”

Onur;

Eyyûp Sultan şehid oluyor değil mi?”

“Evet. Kendisi ile beraber başka 17 Sahabe ve çok sayıda İslâm Savaşçısı şehid düşüyor.

Ebû Eyyûp el-Ensârı (r.a.)Hazretlerinin isteği üzerine gidebildikleri en uç yere defnediyorlar. Diğer Sahabiler de O’na yakın yerlere defnediliyor. Biz şimdilik gidiyoruz ama emanetimizi almaya mutlaka geleceğiz diyorlar.”

Barış;

“Efendim, 8 asır dile kolay. Bunca zaman fetih neden gerçekleşmedi sizce?”

“Nasip. Yâni, işin hakikati ve bâtını  olarak bu böyle. Maddi olarak bakarsak teknik… Yeri gelir ikisi de birbirine sımsıkı bağlı olur… Kimi zaman tek başlarına da belirleyici olabilirler…  Allah her şeyin oldurucusudur. Öncelikli olarak tabi ki nasip meselesi. Bugün bile bakıyorsunuz, bir avuç inanmış insan nice teknik imkâna sahip ordulara kök söktürüyor hatta zafer elde ediyorlar. Geçmişte de bunun örnekleri çok.

 Mübarek Bedr, kıyamete kadar az’ın çok’a galipliği olarak anılacak ve Kumandan’ın ifadesiyle “Hiçbir savaş Bedir’in yanına yaklaşamayacak, onun topuğu dahi olamayacak”

Bugüne  gelirsek Çeçenistan, Afganistan hatta Vietnam’ı da söyledikten sonra  Irak ve Suriye’de Batı işgaline karşı halen devam eden Arap İstiklal Savaşı görmek gerekir.

Tekrar Fethedilmiş şehre İstanbul’a dönersek;

 Emeviler ve Abbasiler döneminde de muhasaralar devam ediyor. Fakat bir türlü surları aşmak ve neticeye varmak mümkün  olmuyor.  

Emaneti yüklenen Osmanlı’ya sıra geldiğinde kısa zamanda yıldızı parlayan bir devlet olarak yanlış hatırlamıyorsam Bizans’ın Konstantiniyye’sine 6-7 defa sefer düzenliyor.

 Bir eksiklik var ama ne?

Hepsi birer yoklama, deneme ve bu eksikliği eninde sonunda bulmak görevini yerine getiriyor sanki.

Tarih 29 Mayıs 1453. Yine kolay olmuyor tabi. Ama bu sefer bir yandan surları döven güçlü toplar ve en yüksek seviyede hazırlanmış  Akşemseddin Hazretleri’nin imân pompaladığı ve motive ettiği müthiş bir Ordu.

Karadan yürütülüp Haliçe gemi indirterek düşmanı şoklayan dahice bir fikir. Ve tabi ki, imparator olmaya hazırlanan hedefe kilitlenmiş genç bir Türk Hakanı .”

Kısa bir durak. Masada duran notlarını biraz karıştırdıktan sonra;

“Buldum. Konuşmaya daldık neredeyse unutuyordum. Nihan senden rica etsem tümünü okur musun? En güzel anlatımla bizzat kendisinden dinleyelim.”

Elime tutuşturduğu kâğıtta, herhangi bir internet sitesinden bulup çıktısını bastığı ve

Büyük Doğu Mimarı Necip Fazıl Kısakürek’in 29 Mayıs 1968 Yılında Milli Türk Talebe Birliği’nin tertiplediği Fetih Mitingi’nde binlerce öğrenciye hitaben yaptığı hitabın giriş bölümü vardı.

Zevkle okudum;

(Bundan asırlarca evvel, İstanbul’un fethinden evvel, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan evvel, piyadeleri ve süvarileriyle hac yolunda bir kervan… Çölde insan kanını kurutma kâğıdı gibi emen güneşin altında bir insan şöyle haykırıyor:

 – Yedi kere hac sevabını bir içim suya kim satın alır? 

 Biri, tulumbadan bir içim su veriyor. Yedi kere piyade hac sevabını bir içim suyla değiştiren büyük velî de, suyu, oracıkta, dili ve sipsivri dişleri meydanda, karnı inip çıkan bir köpeğe içiriyor ve bir Hadîs okuyor:

 “- Ciğeri yanan bir mahlûka su vermekte büyük sevap vardır.” 

 Amma, işin sır noktası şudur ki, büyük velî, ciğeri yanan mahlûka su içirmek sevabına da istekli değil; onun üstünde, bir Hadîse saygısını göstermeğe memur… Bunun için de, üzerindeki bütün sevapları, kâbil olsa, hemen devretmeğe hazır…

 Bu nükteyi yine kendisi çerçeveliyor:

 – Bu Hadîs emrini yerine getirmek için yedi hac sevabını bırakıyorum!

 İşte iman metodolojisinin en ince ve derin hikmet merkezi!… Vasıtanın getirdiği nimetten fazla, vasıtaya hürmet… İmzanın bağışladığı servetten ziyade, imzaya itibar… Bu noktada vasıta, gâye oluyor; ve kazanç zevki, yerini vazifeye terk ediyor. 

 Hadîs… Allah Sevgilisinin, ebediyet fanusu mukaddes gözlerini kırpışlarından, derinliğine doğru ferdi, genişliğine doğru da cemiyetiyle bütün kâinatı nizamlayan en kısa kelimelerine kadar, kendilerine bağlı her şey… Onun büyüğü, küçüğü yoktur. En küçüğü, içinde ormanlar taşıyan tohum kadar küçük, en büyüğü de kâinata kâinat katıcı çapta büyüktür.

 Fakat!… Fakat bir Hadîs vardır ki, Saadet Devrinden sonraki bütün çığırların zaman ve mekân ölçüsünü getirmek, İslâm’ın yeryüzüne hâk ve nakşındaki mâna ve madde plânını vermek, İslâm’ın topyekûn aksiyon ve sosyal zeminini hedeflendirmek bakımından, kendi sonsuzluğunu bir yana bırakalım, fakat bizim sınırlı idrakimize göre, büyüklerin büyüğü, üstünlerin üstünüdür.

 İstanbul’un, Konstantinopolis’in fethini vazifelendiren, müjdeleyen ve bu fethi gerçekleştirecek başbuğ ve askeri “ne güzel başbuğ!” ve “ne güzel asker!” diye anlatan muazzam Hadîs…

 Allah Resûlünün, hangi dil ve soydan olursa olsun, bütün İslâm birlik ve topluluklarına ana cadde işareti veren bu emirlerini yerine getirmek şerefi, başlıca İslâm aksiyonu halinde, bundan beşyüz şu kadar yıl evvel, Türk topluluğuna; ve onun başbuğu Fatih Sultan Mehmed Han’a nasip oldu.

 Öyle bir emirdir ki, bu, Fatih’e gelinceye kadar, Resuller Serverinin, Hicaz ve Suriye’den kalkıp İstanbul’a kadar gelen ve gerçek şehitler sıfatiyle kanlı elbiseleri içinde İstanbul surlarının dibine gömülen muazzez Sahabilerinden başlayarak, kaç defa tecrübe edilmiş, fakat başarılamamıştı. Bedir gazası tohumunun, Batıyı canevinden toslama yolunda, ağacını vermek ve yemişini dermek gibi bir hârikayı, bundan beşyüz şu kadar yıl evvelki Türk topluluğu ve onun genç başbuğu yerine getirdi.)

 “Teşekkürler. Bunun üzerine daha da lafı uzatmayalım ve sadete gelelim.

İstanbul’un Fethi, yâni Konstantiniyye’nin İslâm şehri olması, Yeni Çağ’a merhaba demektir. Batı ve bütün dünya kaynakları bunu böyle kabul eder ve bu yeni fetih, sadece tarihe değil istikbâle de imzasını böyle atmıştır. Geçen Konferans üzerine yaptığımız sohbetimizde de vurgulamıştık.

Üstad’ın dediği gibi;

– Mekân Anadolu, Zaman İslâmiyet.

Bu da şu demek oluyor:

29 Kasım 2014 tarihinde gemiler tekrar Haliç’e indirildi ve yepyeni bir Fetih’in ve yepyeni bir Çağ’ın doğum müjdecisi oldu.

1453’de Müslüman Türk yurdu olan İstanbul, 1920’de resmen işgale uğrayıp 1923’de maddi olarak tekrar kurtarılırken, mânâsını ve ruhunu bütün hakikatiyle ebedi olarak kurtaracak güzel Kumandan’ını bekliyor.

Rabbimiz bizi de bu güzel Kumandan’a asker eylesin. Son olarak Sayın Salih Mirzabeyoğlu’nun Aydınlık Savaşçıları şaheserinden şu mısraları söyleyip bitirelim:

(- Gemileri yakmışız isteyerek,

Mümkünü yok dönüşümüzün

Çizgimize gelen gelsin!)

Yaşasın Kumandan Mirzabeyoğlu!

Nihan Öztürk

 

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: