YILDIRIM SESLİ MANASÇI CENGİZ AYTMATOV
Şu güne değin Türk dünyasının yetiştirdiği en mühim romancı Cengiz Aytmatov’un dün itibariyle vefatının 9. senesiymiş. Bu vesileyle Kırgızistan bozkırlarında yeşeren modern zamanların bu Yıldırım Sesli Manasçısına rahmet dilerim. Manas, Kırgızların milli ruhunun saklı olduğu, onları bütünleştiren bir destandır. Yıldırım Sesli Manasçı ise Aytmatov’un bir hikâyesinin başlığıdır. Fakat bir hikâye başlığından çok, Aytmatov’un mânâsını üç kelimeyle ifadeye en uygun terkip olduğunu düşünüyorum. Evet, bu büyük romancı Türk dünyasının yeni zamanlardaki Yıldırım Sesli Manasçısıdır.
Ünlü sinema yönetmeni Andrey Tarkovski, günlüğünde, “eğer şairi anlayacaksan, şairin ülkesine gitmen gerek” der. Şüphesiz bu çok yerinde bir davettir. Tarkovski’yi dinleyecek olursak, şiir diliyle roman yazan bu yazarımızı daha iyi anlamak için bir Kırgızistan seyahati bizi beklemektedir. Ama Aytmatov bizi bu zahmetten de kurtarır. Onu okurken bütün Kırgız yurdu zaten önümüzdedir. Tabiatın bütün çıplaklığı sayfalardan taşar. Bozkır insanını bütün zaaf ve telâşıyla yaşar, sıcaklığını duyarız. Onun romanında din, dil, gelenek, coğrafya, hatıra, hayal, umut, acı ve çığlıklarıyla bütün bir Kırgızistan saklıdır. Aytmatov’un eserleri, yüzyıllardır nesilden nesle ozan dilleriyle aktarılan Manas Destanı’ndan sonra ve onunla birlikte, bu ülkenin en önemli edebiyat ürünleridir.
O, milli olduğu kadar da evrenseldir. UNESCO’nun 1990’lı yılların ortasında yayınladığı bir raporda, o yılların dünya üzerinde en çok okunan romancısı olarak açıklanmıştı. Şüphesiz, bir yazarın milyonlarca satan bir kitaba imza atması ona edebî bir değer atfetmemizi gerektirmez. Bilâkis çok satan eserlerin birçoğu hiçbir edebi altyapısı olmayan casusluk romanları, pembe diziler, ahmak avlamaya mahsus, tek bir probleme olsun ayna tutmayan ucuzluk bilim-kurgu fantezileri vesairedir. Öyle ki, bu durum, geçen yüzyılın cins zekâlarından Giovanni Pappini’nin Gog isimli meşhur eserinde “Roman Fabrikası” başlığı ile alay konusu edilmiştir.
Yine birçok dev eser biliriz ki, muharrirlerinin sağlığında muhatap bulamamış ve tıpkı Stendhal örneğinde olduğu gibi asıl okuyucu kitlesine seneler sonra kavuşmuştur. Tabii, Dickens ve Tolstoy gibi yaşamları boyunca hak ettikleri ilgiyi doyasıya tadan ve hep el üstünde tutulan büyük romancılar da yok değildir. Cengiz Aytmatov, bu alâkayı dünya gözüyle görebilen şanslı isimlerdendir. Daha sağlığında 150’den fazla dil ve lehçeye çevrilmişti.
Muhtevada bu kadar yöresel motifler, mahalli unsurlar kullanıp, dünya çapında kabul görmek için sadece iyi yazmak, sağlam düşünmek yetmez; evrensel bir bilge yüreği gerekir. Bir insan kalbinin haritasını çıkarabilen bütün insanlığı fetheder. Yöreselin içindeki evrenseli yakalama maharetinin sırrı buradadır. Kapıları bütün insanlığa açık bir bilge kalbi…
Babasını daha çocukluk yıllarında Stalin’e kurban veren romancı, babaannesinden masal ve destanlar dinleyerek büyümüştür. Bir röportajında, “benim televizyonum büyükannemdi. Çünkü bana her gün ama her gün çeşitli masallar anlatırdı. Sabahtan akşama kadar ondan masal dinlerdim. Benim bu masalları iyi dinleyip dinlemediğimi kontrol etmek için bana bu masalları tekrar ettirirdi. Ben de büyükannemden dinlediğim masalları yeniden ona anlatırdım. Bu masallar benim edebî alt yapımı hazırladı, kültürümün zeminini oluşturdu, yazı dünyam için bir hazırlık oldu”(*) der.
Aytmatov, eserlerinde bolca faydalandığı bu destan ve efsaneleri çağın meseleleriyle bütünleştirmiştir. Onun roman ve hikâyelerinde tarihî menkıbeler “geçmiş” olarak kalmaz, içinde bulunduğu zamanda dair bir hesaplaşmanın parçası olur.
İnsan şuuruna kendisini problem olarak empoze eden her muamma, romancının kaleminde hayatın akıcılığını bulur ve kuşbaşı bir seyirle sorgulanabilir. Roman okumanın değeri buradadır. “Ölmeden önce nefsini hesaba çekmeye” muhatap olan insan, “zamanın her an yeni tecellilerle kesintisiz akışı” karşısında, hayatı roman kalıpları içinde seyredip otopsiye yatırabilir.
Edebiyatın kökleri insan ruhunun derinliklerindedir. İnsanı bütün sıcaklığı ile duymanın, bütün realitesiyle yaşamanın yolu edebiyattan geçer. Edebiyat; insan ruhunun derinliklerinden aldığını yeni bir terkip içinde ona iade eder ve şahsiyeti beslemenin, insanı tanımanın ve zenginleştirmenin başlıca unsurlarından biri olur. Soylu, halis edebiyat budur.
Aytmatov romanlarının evrensel değeri de burada saklıdır. İnsan şuuruna kendisini problem olarak empoze eden her muamma, Aytmatov’un kaleminde hayatın akıcılığını bulmuş ve kuşbaşı bir seyirle sorgulanmıştır. Bütün eserlerinde insanın temel meselelerini merkez almış, onun şahsiyetini körelten, varoluşunu anlamsızlaştıran yaklaşımlara karşı çıkmış; ister toplum, ister ideoloji, ister bilim adına olsun, insanı bir “bütün” olarak anlamaya çalışmak yerine, onu ruhsuz, edilgen, bölünüp parçalanabilir bir “adet /nicelik” veya bir istihsal vasıtası kabul eden anlayışların çıkmazını sergilemiştir. Bu yönüyle onun eserleri “idealist” bir zeminde temellenen kendine özgü milli bir hümanizmin edebî görünüşüdür. Buna Türk hümanizmi de diyebiliriz. Veya Türkî hümanizm… Bu çerçeveden bakınca, edebî planda pekâlâ Mevlana’yla beraber değerlendirilebilir. (Dikkat: Dinî değer bakımından değil, dünya edebiyatı açısından… İkisi de Türk dünyasından çıkma evrensel bir değer; birisi Rusça, diğeri Farsça yazan iki Türk vs.)
Aytmatov, en ünlü romanlarından olan Dişi Kurdun Rüyaları’nı Akbar ile Taşçaynar adlı iki kurdun yaşantısı merkezinde şekillendirmiştir. Bir başka ünlü romanı ise “Gülsarı” adlı bir atın etrafında kurgulanır. Gün Olur Asra Bedel’de bir devenin maceralarına sayfalarca yer ayırmıştır. Bu yönüyle (Jack London’la beraber) modern roman teknikleri içinde fabl sanatından en iyi ve en yapmacıksız faydalanan iki isimden birisidir. Buna rağmen eserin merkezi insan için ve bütün bunlar insana dair… Savaşarak besleyip büyütmeye çalıştığı yavruları her defasında insanlar tarafından öldürülen ve ısrarla doğurmaya, savaşmaya devam eden dişi kurdun bize anlattığı hem evrensel analık duygusu, hem soykırımlara karşı ana rahminde direnmeye başlayan milletlerin bağımsızlık iradesidir. Ne güzel tevafuktur ki, Milli Mücadele yıllarındaki bir yazısında, Yahya Kemal’de Türk milletinin varoluş iradesini, 19. yüzyıl Fransız şairlerinden Alfred de Vigny’in meşhur Kurdun Ölümü şiirine tercüme ettirmişti.
Gülsarı adını taşıyan asil bir atın yaşantısı etrafında, insanı üretim aleti derekesine indiren Sovyet kolhoz sisteminin amansız bir eleştirisi yapılmaktadır.
Aytmatov, 20. yüzyılda tabiatı en canlı tasvir eden, en kuvvetli manzara tabloları çizen romancılardandır. Ancak onun romanlarında tabiat, insana ait meselelerin içinde yer bulur. Dünyanın canavar diktatörler eliyle nükleer bir çöplüğe dönüştüğü çağımızda, çevreyi insanlığın başlıca sorunlarından kabul eder ve hızla yok olan tabiatı adeta kelimelerle tablolaştırıp gelecek nesillere saklamak ister gibi sayfalara nakşeder.
Onun kahramanları bir Raskolnikov, bir Goriot Baba kadar derinlemesine çizilmiş tipler değildir. Ancak, çeşitli felsefeî görüşlerin temsilcisinden ibaret silik ve sönük fikir kuklaları da değildir. İstidatlar hayatın sunduğu imkânlar dairesinde ortaya çıkar. Aytmatov’un kahramanları hayatın akıcılığı içinde iş ve oluşlarıyla görünen, yapmacıksız tipledir.
Genişlemesine hadise zincirini birbirine bağlamasını bilen en usta romancılardandır. Başta Gün Olur Asra Bedel ve Dişi Kurdun Rüyaları’nda, birbirinden farklı en az dört-beş macerayı, küçük derelerin birbirinden habersiz kıvrılarak tek bir ırmakta birleşmesi gibi, hiç yapmacıksız tek bir romanda buluşturabilmiş ve aynı “öz”ün içinde yoğurabilmiştir. Sadece hadiseler değil, zamanı bütünleme noktasında da böyledir. Geçmiş ile an arasında gidiş ve gelişler hiç sırıtmaz.
Bu yazı vesilesiyle hatırlatmak istediğim bir detay daha var. Gün Olur Asra Bedel ve onun merkezindeki “mankurt” hikâyesinden hayranlıkla bahseden, ancak bu eser ilk yayınlandığında Sovyet yönetiminin sansürlediği, ilerleyen yıllarda ise ana eserin içinde yayınlanmak yerine müstakil bir kitap olarak basılan Cengiz Han’a Küsen Bulut isimli küçük romanı okumamış çok kişiyle karşılaştım. Bu küçük eser, Gün Olur Asra Bedel’in devamı değil, içinden bir bölümdür ve esas mesaj onda saklıdır. O bölüm olmadan da çok sevilmiş, milyonların hayranlığını kazanmıştır. Fakat bütün hâlinde sansürsüz yayınlanabilseydi, bu romanın dünya edebiyatında zaten mümtaz olan yeri kesinlikle daha yukarılarda olurdu.
Sansür kalktıktan sonra, Aytmatov bu bölümü esere dahil etmek yerine ayrı bir kitap olarak neşretmiş ve bunun sebebini, ilk hâliyle alıp okuyan milyonlarca okuyucusuna saygısızlık olmasın ve onlar bu bölümden mahrum kalmasın diye açıklamıştır. O gün için çok anlaşılır, dürüstçe bir yaklaşım olsa bile, geleceğin roman eleştirmeni bunun için Aytmatov’u sorgulayacaktır. Keşke Cengiz Han’a Küsen Bulut’taki hangi bölümün nereye ait olduğunu belirten notlar düşseydi de, eser bir defa da bütün olarak yayınlanabileydi.
Gün Olur Asra Bedel’i okumadan Cengiz Han’a Küsen Bulut’tan bir lezzet alınabileceğini sanmıyorum. Ama Gün Olur Asra Bedel’i okuyup Cengiz Han’a Küsen Bulut’u atlayanların çok şey kaçırdığını ve romanın esas mesajının orada saklı olduğunu gönül rahatlığı ile söyleyebilirim.
Bir kere daha Aytmatov’a rahmet dilerim. Haftaya, onun son romanlarından Kassandra Damgası’nı konu ettiğim eski bir yazımı da güncellemeyi düşünüyorum. Mekânı cennet olsun.
Hakan YAMAN
11 Haziran 2017 – ADIMLAR Dergisi
DİPNOTLAR
(*) Mehmet Nuri Yardım, Romancılar Konuşuyor. Kaknüs Yay. 1. Basım Kasım 2000, sh. 107