Hür-Savaşçıdan Notlar – Bayram Sohbeti

Hür-Savaşçıdan Notlar – Bayram Sohbeti

Güneş’in ışığını ve sıcaklığını yavaş yavaş gece maviliğine ve tatlı bir serinliğe devrettiği akşam saatlerine doğru bisikletimle yola çıktım.

Diğer arkadaşların kendi programları olduğundan bugün tek başıma ziyaret edip bayramlaşacaktım sevgili Hür Savaşçı ile.

Üzerimde garip bir hüzün ve durgunluk ile birlikte, son günlerde yapmış olduğum bazı sohbetlerden arta kalan bir morâl bozukluğu ve yılgınlıkta vardı aslında, ama bu duyguları kulağımdaki müziğin sesini iyice açarak ve yol boyunca pedalları şevkle çevirerek gidermeye çalıştım.

Öyle ya, Bayram neşe ve heyecanın zirve yaptığı bir kutlama olsa da ister istemez hüznün ve burukluğun da doruğa çıkmasına sebep oluyordu.

Rahmetli Nazım Babam’ın en sevdiği Türkü çalmaya başlamıştı;

“Bugün Bayram günü derler âlem eylenir,

Sen bizim yaylaya gel, gel başın için.

Hey heyheyheyhey..”

İyi de bu hüzünlü Türkü ile nasıl motive olunur diyebilirsiniz. Ama takdir edilir ki, bazen hüzünlü bir nağme, hüzünlü bir hatıra, hüzünlü bir söz de motive edebilir ve titretip kendine döndürebilir insanı.

Evin önüne vardım, bisikletimi kilitledim, zili çalıp yukarıya çıktım.

Beni kapıda karşıladı.

İlk defa kucaklaştık.

“Hoş geldin Nihan kardeşim.”

“Hoş bulduk efendim. Bayramınız mübarek olsun.”

“Teşekkür ederim. Senin de mübarek olsun. Rabbim cümlemizi bir diğerine kavuştursun inşallah.”

“Âmin. Nasıl geçti ilk Bayram gününüz?”

“Sabah Namazı’nı evde eda ettikten sonra Bayram Namazı için yakınımdaki Camii’ye geçtim. Tıklım tıklım doluydu. Birkaç şuurlu Genç ve Yaşlı dışında asık suratları, heyecansızlığı, masraflar ve giderler hakkında brifing veren yetkilileri, uyuşuk Âminleri ve zayıf Tekbirleri gördükten sonra bazı eski arkadaşlar ile sohbet imkânı buldum ve çocuklar ile haşır neşir oldum da Bayram’ın tadını almaya başladım. Tamam, belki Cemaat uyuşuk görünebilir. O heyecanı yaşatacak ve cemaati canlandıracak olan İmâm nerde? Söz nerde? Fikir nerde? Aşk ve Şevk nerde? Ama bunlarla şimdi moralimizi bozmayalım dilersen. Eve geçtiken sonra kızım aradı. Maşallah unutmadı, çok sevindim.”

“Adınıza sevindim. Bende ailem ile ilk önce Valide Hanıma kahvaltıya gittim. Ardından eş dost ziyaretleri mâlum. Açıkcası evden moralim bozuk olarak çıktım ama, sizi de bunlarla rahatsız etmek niyetinde değilim. Fakat şunu söylememe müsade edin, kiminle konuştuysam, sohbet nereden başlıyor olursa olsun siyasete bağlanıyordu. Sanki herkes buna programlanmış. Elbette beni rahatsız eden bu değildi. Bakışların, anlayışların, söylemlerin gittikçe seviyesinin düşüyor olması ve her şey çok güzel olacak rahatlığı.”

“Anlıyorum. Şöyle söyleyeyim. İnsanlarımızdaki bu Siyaset ile daha yakından ilgilenme şuurunun gelişmiş olması güzel. Bunu sabit bir Fikre, yâni bir İdeolojiye bağlamaz ve en büyük sorun olan sadece TV’lerden aldıkları bilgilerle idare edeceklerini sanıyorlarsa büyük yanılgı içinde olduklarının da ne yazık ki farkına varamayacaklardır.

Gelişmeyen Siyaset insanı yobazlaştırır. En sonunda silinir gidersin, kimse farkına bile varmaz, hatırlamaz bile. Mesela mûsıkiye ilgin doğuyorsa gider en azından kendin bilgi toplamaya bakarsın ya da biraz daha bilgili olandan bizzat bir şeyler öğrenmeye bakarsın. Sorur soruşturursun. Yoksa sırf “angaranın bağlarını” dinlemiş, söyleyebilmiş veya bir enstrüman ile çalabiliyor olmuş olmakla müzisyen olunmuyor.

Böyle durumlarda baktın ki sohbet kısırlaşıyor, hemen bitireceksin. Yoksa kendin zarar görürsün.

Mesela bu sabah şu Askerlerimizin zehirlenme olayı ilgili konuşuyoruz. Ne iştir, nasıl bir tedbirsizlik ve laubaliliktir, anlaşılır şey değil dememe kalmadan yandan biri zıpladı ve hep hükümeti suçluyorsunuz, kesin şu yaptı da bu yaptı belli, dedi. İyi de şunun bunun yapmasıyla eğer bir rahatlama yaşanıyorsa, ne kadar suçluluk psikoloji içerisinde olunduğunun en büyük delili zaten. Nasıl olsa Hükümet her şeyi halleder mantığı. Yâni 60 yıldır değişen hiçbir şey yok. Türk Ordu tarihinde görülmüş şey değil ama umurunda değil tabi.”

Böyle durumlardan nasıl sıkıldığını hissettirici bir şekilde başını sallayıp benim bardağımı da kaparak çayları tazelemeye koyuldu.

Aynı duyguları paylaşıyor olmaktan memnundum bir bakıma. Ancak sadece örnek olması dışında bu tipler üzerine konuşmak gerçekten enerji kaybıydı.

Geri döndüğünde devam etti.

“Bak şimdi.

 

Her devrin doğurduğu atmosferin kendiliğinden bir geliştiriciliği vardır.

 

Bu Fikir olur, Teknik olur ve saire.

 

Bunları mukaddes Din, mübarek Vatan ve sevgili Millet için, sonra Eğitim, İlim, Sanat, Bilim, Kültür veya Sporda değil de sırf kendi çıkarları için kullananlar olur.

 

Hatta böyle durumlarda yobaz ve hain olan bu tipler,- ki bunlar şu an kitleleri yönlendirici gözükenler-, bu çıkarlar etrafında insanların hislerini soğutmak için didinir ve yalnız bunun için yaşarlar.

 

Bu tamamen düzen ve sistem ile alâkalıdır.

 

Demin atmosfer dedim ya.

 

Fetva veriyormuş gibi olmayalım ama sadece ufak bir Fikir denemesi adına mesela Oruç ibâdeti, ya da Ramazan Ayı’na özel olarak diyelim. Zorluklar içerisinde yerine getirilmesi de zorunlu olması bakımından ayrı bir yeri olsa da Almanlar’ın -intensive- dediği İbâdet’in daha bir yoğun ve kuvvetli olduğu bir dönem değil mi? Bir çekiciliği var ve kendiliğinden bir atmosfer oluşuyor. İnanan için bu böyle. Ama üçüncü şahıslarda da bir incelik, saygı ve hürmet havası meydana getirmesi bakımından bu atmosferin gücü daha da fazla hissediliyor. Peki şu ortamda bunu ne kadar denersek deneyelim, sahici bir İslâm Medeniyeti’nde oluşacak enerjinin gücünü düşünebiliyor musun? Yâni kabaca, “her şey yerinde güzel” lafı buna eş. İslâm, ancak kendi Devleti’nde tam olarak mânâsına, ruhuna, şuuruna, fikrine, tekniğine, adaletine, estetiğine, güzelliğine, iyiliğine, doğruluğuna, sanatına, merhametine, gücüne, tecrübesine kavuşmuş olabilir ve sistemini inşaa edebilir, Devlet Adamı’nı yetiştirebilir, Siyaseti’ni geliştirebilir, kendini en doruk dilde ifade edebilir.

 

Buna ulaştığı andan itibaren Sayın Salih Mirzabeyoğlu’nun bir Şiir’inde;

 

(Toplum nedir bilmişler inananlar el ele

Sümüklüler kovulmuş ayıklanmış hergele)

 

dediği gibi bir atmosfer oluşur ve demin konuşmak zorunda olduğumuz tipsizlerin de ekmek dahi bulamayacağı bir hayat başlar.

 

İşte bu Hayat’ı gerçekleştirmek için çırpınan, dövüşen, nasılını ve niçinini ortaya koyan, bir Müslümanın nasıl tepki vermesi, kabul etmesi, ifade etmesi ve hareket etmesi gerektiğini İBDA’dan başka sistematik bir şekilde açıklayan var mı?

Yok!

 

Diğerleri bunun neresinde?

 

Şu köşesinde, bu dedikodusunda falan.

 

Bütüne dair bakacak olursak hiçbir yerinde değiller.

 

Demek ki, yine Kumandan’ımızın aynı Şiir’den alıntı yaparak söyleyelim, gerçek Atmosfer, şu mısralar da oluşmaya başlıyor.

(İnkılâba dayanmış saatler döne döne

Büyük Doğu bayrağı İBDA ile en öne)

Nihan Öztürk

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: