BİR VAROLUŞ ÇABASI (1. Bölüm)

BİR VAROLUŞ ÇABASI (1. Bölüm)

Yazarlarımızdan Emel Zor’un kaleme aldığı ve yedi bölüm olarak tefrika edeceğimiz hikâyenin birinci bölümü:

BİR VAROLUŞ ÇABASI

(1. Bölüm)

Emel ZOR

                    

Hikâyeci kadın telaşla hazırlanıyor, sabah telefonda konuştuğu arkadaşının evine varmak için acele ediyordu. Pencereden baktı. Güneş alçalmaya başlamış, bulutsuz gökyüzünü ılık ve duru bir ikindi maviliği doldurmuştu. Yaz bitiyordu. Huzursuzluk veren korkunç sıcaklar geride kalmış, güneş, hiç olmazsa belli saatlerde uysallaşıvermişti.

İçinde buruk bir sevecenlik uyandı. Perdeyi kapatırken biraz evvelki telaşından eser kalmamış, gökyüzünün tatlı ve kayıtsız gülümseyişi iyi gelmişti. Dostunu ve sabah yaptıkları konuşmayı düşündü. Uzun süredir bir hikâye yazmak, günümüz insanının pek çoğunun üstünde durmaya değer bulmadığı, belki  de çok sıradan gelecek bir konuyu, insan ruhundaki tesirleri açısından ele almak ve derinleştirmek istediğini, ancak böyle bir konunun ne olacağı ve nasıl gelişeceği hususunda bir türlü karar veremediğini söylediğinde arkadaşı ona gülmüş, ve hemen ardından sesindeki şaka tonunu değiştirip, kararlı bir vurguyla; “Bende işine yarar bir şeyler var” demişti. 

***

Meraklı ve şaşkın bir ifadeyle:

– “Sende, sana dair bilmediğim ne var ki, Gülşah?”

Diye sormuş, arkadaşı ise çekingen bir ses tonu ve derin bir iç çekişle:

– “Herkesin hayatında, kimsenin bilmediği bir şeyler vardır, Özlem.” diye cevaplamıştı.

Gülşah’ın kendisiyle buluşup, havadan sudan sohbet etmek için bahane mi aradığı, yoksa kendisinin dahi bilmediği bir sırrı ifşa etme ihtiyacında mı olduğunu anlamak için, bu defa da o gülmüş ve şaka tonunda sormuştu:

– “Yoksa sen kimsenin bilmediği bir seri katil misin?”

Fakat dostunun cevabı aynı ciddiyetteydi:

– “Dizi ve magazin basınının kayda değer bulmadığı farklı bir konu aradığını sanıyordum.”

Hikâyeci kadın onun ciddi olduğunu anlayınca hemen araya girmiş ve anlatacağının özetle ne olduğunu sormuştu:

Gülşah:

– “Bir sevgi hikâyesi…” diye cevap verdi.

Özlem, çığlığı andıran bir ses tonuyla:

– “İnanamıyorum!!!” dedi. “Nasıl yani???  Sevgiye dair bir hikâyen var ve ben bunu yeni öğreniyorum.”

– “Benim de aradan onca sene geçmesine rağmen bir türlü çözemediğim, nasıl bir sevgi olduğunu tanımlayamadığım, kısacası, “adını bir türlü koyamadığım” garip bir bağ…”

Özlem içinde yaşadığı şaşkınlık, korku ve merak duygusuna daha fazla dayanamayacağını ve telefonda konuşmanın vakit kaybı olduğunu hissettiren bir edayla:

– “Müsaitsen hemen sana gelmek istiyorum.” dedi.

***

Dostunun; “Olur tabii, bekliyorum” cevabı üzerine, Özlem, vakit kaybetmeden eşini aramış, gerekli müsaadeyi almış ve gece kendisini Gülşah’ın evinden almasını rica etmişti. İşte, o saatten beri bir koşuşturma içindeydi. Baba ve kızı için yemek hazırlamış, henüz lise çağına yeni gelmiş kızına da ev işlerine dair belli hususları sıkıca tembihlemişti.

Gülşah’la olan dostluğunun zedelenme korkusu, samimiyet sorgusu ve daha onlarca soru işaretinin getirdiği tedirginlik yetmezmiş gibi, yoldaki trafik de olanca ağırlığıyla ruhuna çökmüş, havanın kattığı anlık sevecenliğini katletmişti. Gülşah’ın evine geldiğinde, gökyüzünün maviliği koyu gölgelerle donuklaşmış, akşam olmak üzereydi. Her misafir karşılama töreninde olan belli ritüellerden sonra konuya girmeleri çok uzun sürmedi. Gülşah, arkadaşını beklerken dersine çalışmış, alelacele koparılmış kareli bir kâğıda notlar almış, bir sehpanın üzerine de, birkaç kitap sıralamıştı.

Çayını yudumladıktan sonra, apar topar karaladığı kâğıdı eline alıp,

– “Bak Özlem” dedi; “Maupassant “KLOŞET” adlı hikâyesine nasıl başlıyor? “Üzerinizden atmaya bir türlü muvaffak olmadığınız ve zaman zaman sizi yoklayan o eski hâtıralar ne kadar gariptir!” (1)

Ve kâğıdı bırakıp anlatmaya koyuldu:

– “Hakikaten de öyle hatıralarımız vardır ki, hiç ummadığımız bir anda, bazen bir dost sohbetinde, bazen bir şiir veya şarkıyla, bazen çocuklarımıza verdiğimiz bir nasihatle,  bazen de kendiliklerinden çıkıverirler karşımıza. Yaşayan bizzat kendimiz olmamıza rağmen, nostaljik bir film veya bir tiyatro seyreder gibi bakarız eski günlerimize. Vakıayla, şahit olmanın dışında, bir alâkamız yokmuş, onları yaşayan biz değilmişiz gibi… Uzaktan uzağa… Yâd etme işini nihayete erdirdikten sora ise genellikle sarf ettiğimiz cümleler: “Vay be ne günlerdi!”, “Neler neler yaşamışız!”, “Zaman ne kadar da çabuk akıp geçiyor”,“Şu an rüyada gibiyim; bütün bunları ben mi yaşadım?” şeklinde olur.

“Üzerimizden atmaya bir türlü muvaffak olmadığımız ve zaman zaman bizi yoklayan hatıralar…” Ve bu hâl, garip olmasına gariptir de, daha da garibi, bizleri, yine zaman zaman yoklayan bazı yaşanmışlıkların hep üzerimizde kalmasını istemektir. Zaman geçtikçe bununla da yetinmeyiz ve tıpkı vefa borcumuzu bir ân önce ödemek ister gibi onu kayıt altına almayı, hatta ve hatta bu borcun ödendiğini ifşa etmeyi arzularız. Aradan geçen onca yıl içerisinde duygu ve düşünce yoğunluğunu kaybetmiş olmamız bile, bizi bunu arzulamaktan alıkoyamaz.

İşte sana birazdan anlatacaklarım da bunun için… Sana lise yıllarımdan ve Selçuk diye bir çocuktan bahsedeceğim. Ona olan vefa borcumu ödemenin zamanı geldi diye düşünüyorum. Ama bundan önce O’nu sana anlatmak ve bende yaşattığı tuhaf hisleri seninle paylaşmak istiyorum. Eğer yazar ve bunları kayıt altına alırsan, hem sen hikâyene dediğin türden bir konu bulmuş olacaksın, hem de ben vefa borcumu ödemiş olacağım.”

– “Bırak şimdi hikâyeyi, konuyu falan.” dedi Özlem. “Yıllar sonra dostumun hiç bilmediğim bir tarafına ve sırrına şahitlik etme duygusu beni öylesine allak bullak etti ki, aynı anda yaşadığım duyguları tahmin bile edemezsin. O yüzden hikâye şu an umurumda bile değil.”

Mahcupluğunu üzerinden bir anda atan Gülşah, kendinden emin bir şekilde:

– “Ama olmalı!” dedi.

Dostunun “soran gözlerinin” taa içine bakarak:

– “İnan dostum ben de bilmiyorum, niye sana daha önce hiç bahsetmedim. Belki de yıllardır izâhını yapamadığım bu hislerin ağırlığı altında artık gücümün tükendiğini hissediyorum… Beni tanıyorsun; kendimi ifade etmede senin kadar cesur ve becerikli değilim. Sana anlatmama sebebim ise cesaretsizliğimden değil; ifâde edememe kaygısından olabilir. Senden başka kimseye anlatamayacağım bu hisleri, sabah seninle telefonda konuşurken, bunca yıl sonra tek başıma çözemeyeceğimi anladım. Kırılma bana, kızma, sitem de etme! Ne diyeyim; dostumsun ya, anlarsın, zamanı şimdi geldi işte.

Hikâyeye gelince, senin için önemini kaybetmiş olsa da, vefa borcu dedim ya az önce, onu ödememe ve “hal”imi izâhda bana yardım etmene ihtiyacım var. İşte bunun için önemli… Senin için değilse de, benim için…”

Özlem kafasında beliren soru işaretlerinin cevabını almış tatminkârlığın verdiği huzurla, haksızlık yapmış olmanın huzursuzluğunu aynı anda yaşadı. Tek dostuna, derin bir şefkat hissiyle sarılarak:

– “Tamam canım.” dedi. “Bu meseleyi hallettiğimize göre, gelelim bana anlatacağın “sevgi hikâye”ne… Gördüğün gibi en sevimli hâlimi takındım ve sana masum bir kedi yavrusu gibi bakıyorum. Anlatmaya başlayabilirsin ama sabırsızlığımı da hoş gör. Doğrusunu istersen “tuhaf” şeklinde nitelendirdiğin hislerinin ne olduğunu çok merak ediyorum.”

Ve hemen ardından, nabız yoklayan bir eda ile:

– “Kimmiş bakalım bu Selçuk?” diye sordu.

                                           (…Devam edecek.)

 

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: