BİR VAROLUŞ ÇABASI (3. Bölüm)

BİR VAROLUŞ ÇABASI (3. Bölüm)

Yazarımız Emel Zor’un kaleme aldığı ve yedi bölüm olarak tefrika edeceğimiz hikâyenin üçüncü bölümü:

 

BİR VAROLUŞ ÇABASI

(3. Bölüm)

Emel ZOR

 

– Evet, ama değişme kararı aldım artık biliyorsun.

Dedi ve konuşmasına kaldığı yerden devam etti:

– Zeynep, ne zaman ılımlı, ne zaman ters davranacağı hiçbir zaman kestirilemeyen bir insandı. İki dakika önce hoş sohbet bir tablo sergilerken, birden sertleşmesi ve birilerini terslemesi an meselesi idi.

Lise son sınıfta, ortaokula yeni başlayan minik öğrencilerden bir kaçı ders aralarında bizim sınıfa sıklıkla gelmeye başlamışlardı. Ablalarıyla vakit geçirmek sanırım hoşlarına gidiyordu. Zeynep bir gün önce bu miniklere sonsuz bir şefkat gösterirken, hatta ve hatta onlara sarılıp bağrına basarken aynen şöyle derdi: “Canım ne kadar da masumsun”… Bir sonraki gün ise onları geleceğin “kötü kadınları” olarak nitelendirir ve içinde korkunç bir kin beslerdi. Büyüdüklerinde kim bilir ne kadar iğrenç olabileceklerini tasavvur eder ve onların yüzünü dahi görmek istemezdi. Zavallı minikler, bir gün önce gördükleri yakınlığı bir daha yaşamak isteği içerisinde teneffüs saatinde O’nun yanına geldiklerinde maalesef şokların en büyüğünü yaşarlardı. Minik kalpleri böyle bir şoku nasıl kaldırırdı ve küçücük beyinlerinde neler düşünürlerdi, hiçbir zaman tam olarak öğrenemedim.

– Peki böylesi durumlarda sen ne yapardın? Diye sordu Özlem hayret ve merakla.

– Tahmin edersin ki çok üzülür, her birinin kırılan kalplerini orta yolu bulmaya çalışarak onarmaya çalışırdım. Bazen de Zeynep’in hâlet-i ruhiyyesine bakarak, sınıfın kapısının önünde ders zili çalıncaya kadar bekler, onları orada, sohbet ortamı yaratarak oyalar ve sınıfa girmelerine mâni olmak suretiyle, olası bir faciayı kendimce önlemeye çalışırdım.

– Bence de, melek denebilecek yaştaki küçücük kızların kalplerinde, böyle kötü bir tesir yaratmak  gerçekten de facia olarak nitelendirilmesi gereken bir durum. Böylesi bir faciayı önlemek için Zeynep’i uyarma gereği hissetmedin mi hiç?

– Bu tip bir hâlin yaşanmasından sonra, içimde muhafaza ettiğim kızgınlık anlarında dahi, bunu yapmayı hiç mi hiç düşünmedim. Çünkü dediğim gibi gelgitlerle dolu bir insandı ve yaptıklarından pişman olmak ne kelime, kendisinden tiksinirdi. O’nun samimiyetinden hiçbir zaman şüphelenmez, sürekli ikilemlerle dolu bir hayatı yaşamanın zorluklarını çok iyi anlardım. Bu yüzden de O’nu hiçbir zaman yargılamaz ve suçlamazdım.

Özlem, araya girdi:

– Hımm… Sanırım senin,  Zeynep’in en iyi arkadaşı olmanın sebebi de bu olsa gerek. Biraz tek taraflı bir dostluk, ya da arkadaşlık gibi. Yani verici olan hep sen olunca, karşı taraf için bu ilişkiyi sürdürmek sadistçe bir zevk halini bile alabilir.

– Biliyor musun? Dedi Gülşah; şu anda bulunduğumuz noktadan baktığımızda bu tespiti yapmamak imkânsız; ama emin ol o zaman böyle bir şey aklımın ucundan bile geçmedi. Hani az önce de belirttiğin gibi, tahammül gücüme şaşırdığını ve hayran olduğunu hep söylersin ya, evet bugüne kadar tahammül gösterdiğim çok insan olmakla beraber, “tahammül; dayanabilme gücü “ demek ya, o kadar doğal bir şey yapıyordum ki, bir an bile zorlanmadım.  Bu mânâda o zamanlar bu kelime benim lügatimde dahi yoktu desem yalan olmaz.

Sorduğun soruya nihayet gelecek olursak; Zeynep insanlarla olan bütün ilişkilerinde olduğu gibi, erkeklerde de aynı dengesiz hâli yaşardı. Onları bazen çok masum, bazen de iğrenç bulurdu. Aslına bakılırsa insanda iyi ve kötü tarafların potansiyel olarak yaradılıştan var olduğu gerçeğini göz önüne alırsak, en iğrenç bulduğumuz insanın dahi “sevgi”, “merhamet” ve “şefkat” karşısında potansiyel olarak var olan güzelliğini ortaya çıkardığına şahit oluruz. Ama yalnızca bu durum, o insanı iyi bir insan olarak nitelemek için yeterli mi; bana sorarsan cevabım:”Hiç sanmıyorum” olur. Genellikle sarf ettiğimiz bir cümle vardır ya; “aslında özünde iyi bir insan” diye. Az önce de dediğim gibi, özünde iyilik de kötülük de mevcut olmakla birlikte, insanı iyi veya kötü yapan, kısacası “insan” yapan, insanın eylemleri, davranışları, hal ve hareketleridir.

Sorudan yine uzaklaştım kusura bakma. Dediğim gibi, Zeynep, erkekleri “masum” bulduğu anlarda onlara yakınlaşır, “iğrenç” bulduğu anlardaysa uzaklaşırdı. Bunun için karşı tarafın herhangi bir eylemde bulunmasına hiç gerek yoktu. O kendi ruh haline göre yargılama yapar, hükmü verir ve mührü basardı. İşte bu yüzden Zeynep’i şıpsevdi olarak değerlendirmek bana göre çok da doğru değil.

Özlem:

– Zeynep’i anlatırken “masum” ve “iğrenç” sıfatlarını sıkça kullanışın dikkatimi çekti doğrusu.

– Yoo hayır; bu sıfatları O’nun ruh halini tasvir ederken sıkça kullandığımı sanıyorsan yanılıyorsun. Çünkü aynen anlattığım gibi… Yani bu kelimeleri, sıkça kullanmanın da ötesinde sanki insana dair başka sıfat yokmuşcasına her fırsatta sarf eden Zeynep’in bizzat kendisiydi.

– Merak ettim doğrusu; seni iğrenç bulduğu veya bunu ima ettiği anlar olmadı mı hiç? Yani öyle bir insan anlatıyorsun ki, bunu yapması veya yapma ihtimalinin yüksek olması çok normal geliyor insana.

– Hayır, hiçbir zaman olmadı. Tam tersine, bu iki kelimeden benim payıma düşen, hep “masum” kelimesi olurdu.

Özlem atıldı:

“Payıma düşen” derken??? Bir gariplik sezdim sanki. Ayrıca acı bir gülümsemeyle söyledin bunu.

Gülşah:

– İyi yakaladın dostum! Dedi eliyle “çak” işareti yaparak. Ama bu konuyu, şimdilik kaydıyla es geçelim.  Gelelim Selçuk’a… O da tıpkı benim gibi, Zeynep tarafından “iğrenç” sıfatına hiç maruz kalmayan “masum”lardandı. Son derece zeki ve sıra dışı bir insandı. Yani eskilerin, “nev-i şahsına münhasır” diye tarif ettikleri cinstendi. Kendisine has duruşu, belki de O’nun şahsiyetiyle bütünleşen en bariz özelliği idi. Başı her zaman; “Ben çok gururlu bir insanım” dercesine dikti. Aşırı gurur ve kibir arasındaki ince çizgide, O’nun mütevazılığını görmemek için kişinin aptal olması gerekirdi.

– Pekii, sen O’nu bu kadar iyi tahlil edebilecek kadar nerede ve nasıl tanıdın?

– Zeynep’in anlatımlarından sonra O’nu iyiden iyiye merak etmeye başlamıştım. Bana kendisini uzaktan gösterdiğinde, kafamda şekillendirdiğim fizikî profile hiç de uymadığını gördüm. Uzun boyluydu ve boyuyla orantılı bir kiloya sahipti. Zeynep Selçuk’u her ne kadar bana ayrıntısıyla tarif etmiş olsa da, ondaki esmere yakın ten, kısa olduğu için kıvırcıklığı çok da dikkat çekmeyen siyah saçlar ve hafif çekik gözler, bir bütünlük içinde, bana hayalimde canlandırdığım Selçuk’tan çok başka göründü. Ama zamanla bana yabancı gelen, gerçek Selçuk’a da alıştım.

Kısa bir süre sonra, okul çıkışlarında her nedense onunla daha sık rastlaşır olduk. Zeynep’i durağa bıraktığımı ve otobüsü gelene kadar ona eşlik ettiğimi söylemiştim ya;  ben eve sahil yolundan yürüyerek döndüğüm için, zaman zaman Zeynep de artık okula yakın olan durağı kullanmak yerine, ayrılacağımız dönemecin hemen yanındaki durağa kadar benimle yürür oldu. Bu şekilde sohbet ederek yürüdüğüz günlerden bir gündü. Okul çıkışı Selçuk’u görememiştik ve moralimiz biraz bozuktu. Gerçi anlık görmelerdi bunlar ama bize yine de büyük mutluluk vermeye yetecek kadar değerliydi. Dediğim gibi anlık da olsa o gün O’nu görememiştik işte. Zeynep bir ara gayr-i ihtiyarî arkasını döndü ve heyecanla:

Arkamızda, yemin ediyorum arkamızda! Diye sessiz bir çığlık attı.

Ben her ne kadar dönüp bakmak istesem de uzunca bir süre buna cesaret edemedim. İçi içine sığmayan bir mutluluk, şaşkınlık ve heyecanla O’nun bu yolda ne işi olabileceğini soruyorduk birbirimize. Bu arada Zeynep’in O’nu ilk kursta görmesinin sebebi, Selçuk’un karşı istikametteki durağı kullanıyor olmasından kaynaklanıyordu. Diğer insanlar artık Zeynep’in umurunda olmadığından ve nasılsa Selçuk’la da aynı durağı paylaşmadıklarından, bu sefer de benimle yürümek, O’nun alışkanlığı haline gelmeye başlamıştı. Ve işte Selçuk arkamızdaydı… Bizimle 5-10 metre mesafede aynı yoldaydı. O gün sanki hiç olmayacak bir iş gerçekleşmişti bizim için.

Sonra bu durum birkaç kez daha tekrarlandı. O’nu bazen önümüzde, bazen de arkamızda bizimle aynı yolu yürürken buluyorduk. Ama her seferinde aramızdaki mesafe, bizde sanki bunu özellikle yapıyormuş izlenimi uyandıracak ölçüde, ne çok uzak, ne de çok yakın oluyordu. Bazen O’na yetişmek için adımlarımızı koşarcasına hızlandırdığımızda dahi, sanki bunu görüyor ve hissediyormuş da ona göre yürüyormuş gibi, kendisine bir türlü yetişemiyorduk. Oysa görünürde Selçuk’un yürüyüşünde bir hızlanma olmuyordu. Belki de adımlarını bizim fark edemeyeceğimiz kadar orantılı bir şekilde daha büyük atıyordu. Ama bunu arkada gözü varmışçasına nasıl fark ediyordu, işte orası tam bir muammaydı bizim için. Sanki bizimle garip bir şekilde oyun oynuyordu.

                                                                                                                      (…Devam edecek.)

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: