BİR VAROLUŞ ÇABASI (4. Bölüm)

BİR VAROLUŞ ÇABASI (4. Bölüm)

Yazarımız Emel Zor’un kaleme aldığı ve yedi bölüm olarak tefrika ettiğimiz hikâyenin dördüncü bölümü:

 

BİR VAROLUŞ ÇABASI

(4. Bölüm)

Emel ZOR

Günlerden bir gün yine okul çıkışında, okula çok yakın bir mesafede Selçuk’un bizim sahil yoluna yöneldiğini gördük. Bu sefer mesafe çok ama çok yakındı. Kalbim yerinden fırlayıp çıkacakmış gibi heyecan ve panikle; “Seni yakaladık!” diyordum içimden. “Mesafeyi korumalıyız, arayı açmasına izin vermemeliyiz”… Uzunca bir müddet bunu başarmış olmamızın mutluluğuyla, O önde biz arkada yürüdük. Bir müddet sonra çocukça bir şımarıklıkla onun adımlarını takip etmeye başladım. O nereye basıyorsa ayağını kaldırdıktan bir müddet sonra ben de oraya basmaya başladım. Sonra adımlarını bazen daha geniş, bazen de çok daha dar attığı fark ettim. Gerçekten de bizimle oynuyordu; bundan artık adım gibi emindim. Ben, 5-10 dakika evvel  “mesafeyi korumalıyız, arayı açmasına izin vermemeliyiz” diye düşünürken ve kendimi parçalarcasına buna odaklanmışken,  yönetmenin Selçuk olduğunu ve kendinden son derce emin bir sakinlik edasıyla, o günkü oyunu başlattığı anladım. O andan itibaren nasıl olduysa çekingen Gülşah, yerini başka bir Gülşah’a bıraktı. O’nun adımlarını izlediğimi anlaması, normalde benim yüzümü kızartacak kadar utanç verici bir durum olacakken, “oyun oynadığını anladım ve ben de oyuna katılıyorum; hadi bakalım ne yapacaksan yap şimdi!” der gibi, rest çekerken buldum kendimi.

Ne heyecan ne de panikten eser kalmamıştı içimde. Yalnızca Selçuk’un bir sonraki hamlesini merak ediyor, bir savaşçı ruhuyla ne olursa olsun vazgeçmeyeceğimi hissediyordum. Oyuna tam konsantre olduğum ve kendimi son derece güvende hissettiğim bir anda, o mağrur başını hafifçe arkaya çevirdi ve yamuk bir gülümsemeyle beni allak bullak etti. Başını çevirirken, çevirme mesafesini yine öylesine müthiş ayarlamıştı ki, bunu yaptığını yalnızca ben görmüştüm. Bunu nasıl başardığını bir türlü anlayamıyordum. Ya o yamuk gülümsemeye ne demeliydi??? Bunu nasıl yorumlamalıydı??? Tek bir yorumu vardı: “Boşuna uğraşıyorsun; ipler benim elimde!!!”…   

İşte o günden sonra Selçuk bende, çözemediğim bir düğüm veya bir bilmece gibi garip bir tutkuya dönüştü. Onu daha çok tanımalı ve çözmeliydim. Kafamı bu derce allak bullak etmeye hiç kimsenin hakkı yoktu.

– Tüm bunlardan sonra içinde bir kızgınlık hâli hissettin mi? Diye sordu Özlem.

– Haklı olarak, şu son cümlemden yola çıkarak soruyorsun bu soruyu sanırım. Evet, normalde “Kafamı bu derece allak bullak etmeye hiç kimsenin hakkı yok!” diye düşünürken, bir kızgınlık hâli yaşamam gerekirdi. Ama ne gariptir ki, yalnızca saygı hissi vardı içimde. Konuşmamın başlarında, kendi başıma bir türlü çözümleyemediğim ve bunun için senden yardım isteyeceğimi söylediğim, Selçuk’un bende yaşattığı “tuhaf” hislerden birisi de bu mesela.

Bunları söyledikten sonra yorgunluktan mıdır, yoksa içini yokladığından mı bilinmez; konuşmasına biraz ara verdi.

“Yalnızca saygı hissi” diye tekrarladı Özlem. Henüz kafasında, düşünce halini tam olarak almaya başlamayan hislerini, durup durup yokladı. Bir türlü düşünceye çeviremediği için de bir müddet sonra sıkıldı ve:

– Al işte ben de oluştu, sendeki o tuhaf hisler. Dedi. Güldüler ve “biraz ara mı versek konuşmaya diyerek”  bir şeyler atıştırmak üzere mutfağa geçtiler.

***

Özlem:

– İnsanda bir başkasına karşı saygı duygusu nasıl oluşur sence Gülşah. Diye sordu.

– Normalde hemen cevap verilebilecek bir soru olmasına rağmen, bu durumdan mıdır nedir; cevap bulmakta zorlanıyorum. Diye karşılık verdi Özlem. Yorma beni, beynim yandı; sen söyle.

“Ruhlar ‘Kâlu Belâ’da’ tanışmış” derler ya… Sen de yaşamışsındır, bazen bir insanla yeni tanışırsın ama sanki onu uzun zamandan beri tanıyormuşsun gibi bir his yaşarsın… Onu ilk andan itibaren, garip bir şekilde benimser ve seversin. Oysa hakkında ya hiçbir şey veyahut da çok az şey biliyorsundur. Bu yakınlığı izah edebileceğin hiçbir argümanın yoktur. Sonra bu benimseme ve sevgi hâli, birlikte yavaş yavaş zaman geçirmeye başladığınızda, ortak duygu, düşünce ve reflekslere sahip olduğunuzun keşfiyle birlikte daha bir büyür. Zamanla kelimelere ihtiyaç duymadan konuşmaya başladığınızı görür; şaşkınlık içerisinde kalırsınız.

– Evet dedi Gülşah. Gerçek dostluklar da, ya senin dediğin durumlarda doğar, ya da tam olarak bu anlattığın şekilde olmasa da, yine mutlaka ruhların veya mizaçların uyuştuğu noktalarda başlar. Yani ikisi arasındaki fark; ilkinde yaşanmışlıklar yokken, sevgi ve dostluk birden bire doğar; ikincisinde ise az çok ruh veya mizaç yakınlığı veya benzerliğinden dolayı bir araya geldikten sonra paylaşımlarla başlar ve büyür. Zamanla bu iki insan arasındaki alış-verişlerle, farklılıklar kaybolmaya yüz tutar ve ortak duygu ve düşünce alışkanlıkları kendini göstermeye başlar.

– Evet; ilki kendiliğinden olurken, ikincide devreye biraz da olsa “çaba” ve “emek” girer. Diye araya girdi Özlem.

– Aynen öyle. Hatta ikinci diye numaralandırdığımız dostluklarda, iki taraf zaman içerisinde belki de hiç fark etmedikleri bir dönüşüm yaşarlar. Örneğin kafamızda dost olan iki kişi tahayyül edelim. Dostluklarının ilk evrelerinde bu iki kişiden birinin mizacı son derece sert ve güçlü, diğerininki ise yine son derece naif ve yumuşak iken, zamanla bu iki farklı ve uç özelliklerinin birbirlerinde kaybolmaya başladıklarını görmek hiç de şaşırtıcı değildir. Sert karaktere sahip olanda yumuşama; naif karakter sahibindeyse güç, belirgin şekilde kendini göstermeye başlar. Bu dönüşüm, her iki taraf için de, değişimden çok gelişimdir. Onlar beraber bir hayatı paylaşırken, birbirlerinden etkilenirler ve sivri taraflarını, karşısındaki dostu sayesinde, bazen bilinçli bazense farkına bile varmadan törpülerler ve kendi şahsiyetlerini bir dengeye oturturlar.

Özlem yeniden araya girdi:

– Buraya;  “İnsanda bir başkasına karşı saygı duygusu nasıl oluşur ?” sorusuyla geldik.

– Evet dedi Gülşah. “Kâlû Belâ”da ruhların tanışması ve buna bağlı olarak da hiç tanımadığımız bir insana karşı duyduğumuz yakınlık ve sevgi hissi… Sorumuzda geçen“saygı” kelimesini, bir an için olsun “sevgi” olarak değiştirelim.  Çünkü zaten bu iki duygu, birbirlerinden bütün bütün bağımsız da değiller.

– Gayet tabii. Saygı; sevgi ve çekinmeyle karışık bağlılık duygusu olduğuna göre, bağımsız olduklarını düşünmek saçma olur. İkisinin de en bariz özelliği bağlılık duygusu. Öyleyse bir başka soruyla karşı karşıyayız şu an. İnsanda birilerine veya bir şeylere bağlanma duygusu veya ihtiyacı nereden ve ne sebepten gelmektedir?  

Gülşah sanki bu soruyu bekliyormuş gibi, sehpadaki bir başka kitaba uzandı ve bir taraftan onun sayfalarını karıştırırken, diğer yandan da, özenle seçilmiş kelimelerle tane tane anlatmaya koyuldu:

– Bağlanma duygusu ruhî ve doğuştan itibaren var olan bir duygu olsa gerek. Neticede, insan sosyal bir varlık ve varlığını devam ettirebilmesi için sosyal bir çevreye ihtiyaç halinde. Fakat bu durum, (bağlanma duygusu) insanın kâr hesapları yaparak bütün bütün, tecrübeyle eriştiği bir nokta değil. Yani, tabii zaman içerisinde, şuur seviyemizdeki tekâmül, kazandığımız tecrübe ve edindiğimiz bilgiyle, çevremizi ve sosyal yaşantımızı kendimiz oluşturma şansına ve hakkına sahip oluyoruz ama ilk başta değil. Demek istediğim dünyaya gelirken, ailemizi ve çevremizi seçme hakkına sahip değiliz.

Ne iyi ettin bana bunu sormakla… Hah, bak, aradığım bölümü buldum. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu şöyle yazmış: “…toplumdaki “fert” hazırlop olarak aileden, okuldan, toplumdan, ne aldığının şuuruna erdikçe ve nefs muhasebesine erişip kendi şuurunu“yıkma, yapma, zenginleştirme” şeklinde değiştirdikçe, ilişkiler bütününü değiştirecek “şahsiyet” olur. (3)

Ve arkadaşının yüzüne bakıp, bir yudum su aldıktan sonra, Gülşah anlatmaya devam ediyordu:

                                                                                                                               (…Devam edecek.)

 

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: