BİR VAROLUŞ ÇABASI (6. Bölüm)
Yazarımız Emel Zor’un kaleme aldığı ve yedi bölüm olarak tefrika etmekte olduğumuz hikâyenin altıncı bölümü:
BİR VAROLUŞ ÇABASI
(6. Bölüm)
Emel ZOR
Uzunca bir süre sustular sonra… Gülşah artık hiçbir şey anlatmak istemiyordu. Anlatacaklarının hiçbir önemi kalmamıştı sanki. Çözümlemeye çalıştığı hisleri ehemmiyetini kaybetmişti. Kocaman bir “hep”le birlikte, kocaman bir “hiç” i yaşıyordu yalnızca…
Neden sonra hikâyemi yaz diye davet ettiği dostu konuştu:
– “Eee anlatmaya devam etsene. Bu meseleyi bugün halletmeliyiz.”
– “Vazife edindin ya, bu şuurla vazgeçmek yok diyorsun yani.” diye espri yaptı Gülşah.
– “Eee nerede kalmıştık ki?” diye sordu sonra gönülsüzce…
– “Kurs gününü bekleyen ve yüreği pırpır eden 15 yaşındaki kızda…” diye cevap verdi Özlem.
Gülşah, bundan sonrasını hevesi kırıldığı her hâlinden belli, süratle anlatmaya başladı.
– “İşte kurs günü geldi. Biz gittik. Tahminimden daha kalabalık bir sınıftı. Daha önce de dediğim gibi, Halk Eğitim Merkezi olduğundan, bizim okulun öğrencilerinin yanı sıra her tabakadan, her cins insan… Hatta 60’larında bir kadın bile vardı, orta yaşlarda kızıyla birlikte katılmış kursa…”
– “Bırak şimdi 60’larındaki kadını ve kızını. Selçuk orada mıydı?”
– “Evet.” diye cevap verdi Gülşah.
– “Eee anlatsana ne oldu? İlk gün nasıl geçti?”
Onun bu meraklı ve heyecanlı hali Gülşah’ı yeniden havaya soktu.
– “İşte, Zeynep ve bizim tayfayla aynı masaya oturduk. Masalar ortada bir boşluk bırakılmak suretiyle birbirlerine bitiştirilerek yerleştirilmişlerdi. Selçuk tam karşımızdaki masadaydı. Hoca derse başlamadan önce, nezaketen, yaşını başını almışlara hal hatır sordu. Sonra bizim masaya yanaştı ve bana bir şeyler söyledi. O kadar heyecanlıydım ki, ne söyledi; ben ne dedim, hiç bilmiyorum. Yalnız hocanın bana olan teveccühü dikkat çekmiş ve merak uyandırmış olmalı ki, “kim bu kız?” tarzı sorular, boşlukta yer çekiminden azade eşyaların savrulması gibi, kafamda döndü durdu. O ara Selçuk’un sesini duydum. “Alpay’ın kardeşi!”…
Kafamı, filmlerdeki ağır çekim sahnelerinde olduğu gibi, yavaşça O’na çevirdiğimde, Selçuk’u başını öne eğmiş elindeki kalemiyle oynarken buldum. Sanki benim, Alpay’ın kardeşi olduğumu bilmesi, çok tabii bir şeymiş gibi, sarf etmişti bu cümleyi.”
– “Niyeee? Alpay’ın ağabeyin olduğunu bilmesi doğal değil mi? Aynı okuldasınız sonuçta.” diye, araya girdi Özlem.
– “Hayır, bunu bilmesi mümkün değil.” dedi Gülşah.
– “Zira dediğim gibi, kızlarla erkekler ayrı katlarda okuyorlardı ve birbirlerinin katına inip çıkmaları ve konuşmaları yasaktı. Üstelik de hiçbir zaman okula ağabeyimle beraber gidip gelmemiştim. Daha da önemlisi, ağabeyim Selçuk’tan bir sınıf üsteydi ve bir önceki yıl mezun olmuştu. Onu tanıması çok normaldi; ama beni merak edip hakkımda araştırma yapmadan veya birilerine sormadan, benimle ağabeyim arasında bir bağlantı kurabilmesi imkânsızdı.”
– “Sizi yan yana hiç görmedi diyorsun yani.”
– “Zaten beni tanıdığında ağabeyim mezun olduğu için de; diğer söylediğim sebeplerden dolayı da görmesi mümkün değil.” diye tekrarladı Gülşah ve devam etti:
– “İşte, benim için o güne damgasını vuran bu olay oldu. Çıkışta Zeynep’le de konuştuk.”
– “Sahi o ne dedi bu olaya?”
– “O da şaşkındı. Aynı şeyleri konuştuk. Ama dikkatimi çeken bir şey vardı ki, Zeynep bu durumdan hem biraz rahatsız hem de hüsrana uğramış gibi durgunlaşmıştı. Ben de, bu konu üzerine daha fazla konuşmadım. Ama eve gidene kadar bütün yol boyunca ve yatağımda, yine bütün gece, Selçuk’un, “Alpay’ın kardeşi” cümlesi, sesi ve kafası önde kalemiyle oynaması hayalimden hiç gitmedi.
Artık haftada iki gün olan kurs günlerini ben de Zeynep gibi iple çeker oldum. Selçuk’la aradan haftalar, hatta ve hatta aylar geçmesine rağmen birebir hiç konuşmadık. Ama ilk birkaç haftadan sonra Selçuk, hocamıza eşlik etmek bahanesiyle –ya da biz öyle yorumladık– bizimle birlikte durağımıza kadar yürümeye ve hocamızı otobüse bindirinceye kadar beklemeye başladı. Bununla da kalmadı ders aralarında teneffüse çıkar oldu.”
– “Daha önce hiç teneffüse çıkmıyor muydu yani?”
– “Yook!” diye cevap verdi Gülşah. “Kendi başına sınıfta otururdu. Ben de çıkmak istemezdim ama dikkat çeker düşüncesiyle kendimi mecbur hissederdim. İşte teneffüslerde oluşan kulislerde, ya da otobüs durağında yanımızda hocamız ve yine arkadaşlarımızla konuşurken arada bir, tek kelime veya cümleyle bize gönderme yapardı. “Gönderme yapmak” tabiri tam da doğru olmadı aslında. Cedelleşme anlamında değil de, tam tersine, koruduğunu, himaye ettiğini, şefkat ve sevgi beslediğini belirten kelime ve cümlelerdi bunlar. Ama son derece üstü kapalı ve yalnızca bizim anlayacağımız tarzda… Onu özel yapan da buydu sanki. Çok az ve adrese teslim konuşması…”
– “Bunu nasıl yaptığını anlamadım.”
– “O kadar zeki ve özel bir insandı ki, hissettirir ama ortada delil bırakmazdı. Ben onunla birebir hiçbir konuşma yapmadan, hiçbir şey paylaşmadan ve hiçbir şey yaşamadan; çok şey konuşarak, paylaşarak ve yaşayarak tanıdım Selçuk’u… Nasıl bu kadar iyi tanıdın demiştin ya; işte sorunun cevabı: KALBİMLE, RUHUMLA tanıdım…
Tanıdıkça O’na olan hayranlığım arttı. İçimde dev gibi büyüdü…”
– “Konuşmamızın başında, “belki de Selçuk’u hiç tanımamışımdır, kim bilir” demiştin ya; bütün bu değerleri O’na sen yüklemiş olamaz mısın? Yani belki de Selçuk, sende, senin O’na yüklediğin mânâ ile bu kadar değer kazanmıştır. Olamaz mı?”
Gülşah’ın birden gözleri doldu:
– “Olabilir tabii… Ama bunun ne önemi var, ben öyle inandım ve inanmaya da devam etmek istiyorum. Aradan geçen bunca yıla rağmen bütün bunları hatırlıyor ve O’na minnet borcumu ödemek istiyorsam, bir hayali yaşamış olmayı kabul edemem. Hayır hayır bu mümkün değil!!! Ne olur böyle konuşma…”
Dedi ve hıçkırıklara boğuldu.
– “Tamam.” dedi Özlem. “Ne hissettiğini anladım ve sustum… Konuyu değiştirelim o halde. Başından beri merak ettiğim bir şey var. Onunla konuşmayı hiç düşünmedin mi?”
Gözyaşlarını yıkamak için ayağa kalkmıştı. Bir yandan da cevap verdi:
– “Ne konuşacaktım ki; konuşacak ne vardı? Ne söyleyecektim yani?”
– “O’na âşık mıydın mesela?”
– “Bu sorunun cevabını gayet net biliyorum. Hayır, bu aşk değildi. Sevgi? Evet, ama nasıl bir sevgi? Ağabey gibi mi? Oysa ben, iki kardeşimi de aynı şekilde sevmiyorum ki! Öyleyse arkadaş veya bir dost gibi mi? O’na yazmaya çalışıp sonunu getiremediğim hikâyemde “Sessiz Dost” dedim de, bir isim vermeliydi bu sevgiye… Yoksa O’na olan sevgimi “dost” kelimesi karşıladı mı sanıyorsun? Çok düşündüm bu konuyu… Sevgiyi kategorize etmek ve mutlaka bir isim vermek, buna kendimizi zorlamak ne derece doğru. Seversin; işte o kadar. Bunun neden ve nasılına dair, mutlaka bir izâhı olmak zorunda değil; olmamalı. Pascal, “Kalbin idraklerini akıl almaz” (6) diyor ya…
Böyle bir durumda Onunla konuşmayı düşünmek saçma. Benim bir beklentim yoktu, ona dair hayallerim ya da ne bileyim başka herhangi bir şey. Bunu anlatmak gerçekten mümkün değil.
Ben yalnızca bir şey yaşadım. Çok saf ve temiz bir şey. Adına sevgi de, bağlılık, tutunma ihtiyacı de, ne dersen de; önemi yok…”
– “Peki sence, O da senin hissettiklerini ve yaşadıklarını yaşadı mı; ne dersin?” diye sordu Özlem.
Gülşah’ın cevabı çok net ve kesindi. Sesi birden canlandı:
– “Kesinlikle yaşadı. Biz onunla, hayatımız boyunca belki de bir daha yaşanması imkânsız olanı paylaştık.”
– “Ya Selçuk sana bir adım atmış olsaydı ne yapardın?”
– “Tıpkı benim gibi hissettiği için vardı, O…” dedi Gülşah. Ve düşüncelere dalmış, kendi kendisiyle konuşurcasına bir durulukla devam etti:
– “Asla bu büyüyü bozmak istemezdi. “Yaşayacağımız en güzel ve derin duygu, sırrı duymaktır…” (7) Böyle bir şeyi hayatında kaç defa yaşayabilirsin; ya da kaç kişi yaşamıştır… Dedim ya, biz onunla konuşmadan anlaştık, paylaşmadan sevdik ve hatıralarımızda yaşattık birbirimizi. Ben O’nun da hâlâ beni hatırladığına inanıyorum. Hem de en güzel şekilde, çocukça masumluğum ve şımarıklığımla…
(… Devam edecek.)