İslâma Muhatap Anlayışa Dair: 8 – Selim Gürselgil

İslâma Muhatap Anlayışa Dair: 8 – Selim Gürselgil

İslâma Muhatap Anlayışa Dair: 8

Selim Gürselgil

 

EBU HANİFE – I  

 

Salih Mirzabeyoğlu, “Büyük Muztaribler” adını verdiği dünya tefekkür tarihine dönük eserinin 2. cildinde İmam-ı Azam’a 40 sayfa ayırır ve her yönüyle anlatır. Oradan alarak başlayalım:

-“Asıl adı Numan bin Sabit. Hicrî 80 – miladî 699 yılında Irak’ın başşehri Kûfe’de doğdu. (…) Hayatının ilk 52 yılı Emevî, son 18 yılı da Abbasî yönetimleri altında geçti. (…) Ataları Kabil’lidir. Babası Zata bazı kaynaklara göre söylenişi Zavta, Kûfe’ye savaş esiri olarak gelmiş, İslâmı kabul etmiş ve Benu Taimullah’ın dostça himayesi altında oraya yerleşmiştir. Zata (sonradan, Sabit) ticaretle uğraşıyordu ve Hulefa-i Raşidin’den Hazret-i Ali kendisini tanıyordu. Hazret-i Ali‘ye o kadar yakındı ki, kendisine zaman zaman hediyeler verir ve misafir ederdi.

Kendi eğitimiyle ilgili açıklamasında Ebu Hanife, önce kendini kıraat, hadis, nahiv, şiir, edebiyat, ilm-i kelâm ve o dönemde revaçta olan diğer ilimlere verdiğini söylüyor. Daha sonra kelâm ve cedel-tartışma ilmi konusunda uzmanlaşıyor. Bu dalda öylesine ilerliyor ki, halk onu bu hususta otorite kabul ediyor. (Özellikle Haricîlere kaşı mücadelesiyle tanınıyor, felsefe ve mantıkta çağının kutbu sayılıyor.)

(…)

Uzun süre tartışmalarda bulunduktan sonra, artık bıkma noktasına gelmiş ve bu işin kalb karartıcı yönünü görerek fıkha yönelmiştir. Fıkıh’ta “Ehl-i Hadis Ekolü” yerine, merkezi Kûfe’de bulunan “Rey Ekolü”ne intisab etmiştir. Bu yolun esası, Hazret-i Ali ve İbn-i Mesud‘a dayanmaktadır. Ebu Hanife üstad olarak bu ekolün liderlerinden Hammad‘ı seçmiş ve onun vefatına kadar 18 yıl süreyle onunla birlikte olmuştur. Zaman zaman Hac münasebetiyle Hicaz’da fıkıh ve hadis’in o zamanki üstadlarıyla istişarelerde bulunmuş ve hadisçi düşünce ekolüyle de yakından tanışmıştır. Hammad‘ın ölümü üzerine onun halifesi olarak seçilmiştir. 30 yıl süreyle vaazlar vererek, konuşmalar yaparak, görüşerek, fıkhî hükümler vazederek bu makamı işgâl etmiş ve kendi adıyla anılan mezhebin temelini oluşturan çalışmalar yapmıştır.

Bu 30 yıl boyunca 60 bin kadar fıkhî soruyu cevablandırmıştır. (Ne beyin dayanır buna, ne göz, ne de kulak!)… Bunların hepsi yaşadığı dönemde değişik başlıklarla derlenmiştir. 700-800 kadar talebesi, İslâm dünyasının değişik yerlerine yayılmış ve önemli ilmî mevkilerde bulunmuşlardır. (…) Tedvin ve tahkim ettiği fıkıh, İslâm dünyasının büyük bir bölümünde resmen benimsenmiştir; ve Abbasîler, Selçuklular, Osmanlılar ve Moğollar tarafından kabul edildiği gibi, bugün de milyonlarca insan tarafından kabul edilmektedir.

Şimdi burada keselim ve meselelere geçelim… Sondan başlayalım: Burada da görüldüğü gibi, bugün Türkiye’de revaçta olduğu şekliyle, Ehl-i Sünnet düşmanlarının en çok saldırdığı yerler, hadisler; Ehl-i Sünnet’i oradan vurmaya çalışıyorlar. Oysa yukarıdaki anlatımda da görüldüğü gibi, Ehl-i Sünnet mezheblerinde hadisler, öyle her isteyenin alıp hükmüne uyduğu, kendisiyle amel ettiği bir yerde değildir. Tam aksine, Ehl-i Sünnet, hadisçi usûlü terkedip Rey Usûlü’nü, yani fikir / içtihad usûlünü benimsemekten doğmuştur. Böylece hadisler, isteyenin el attığı bir ortalık yerde değil, ancak hadis âlimlerinin incelediği saygın bir yükseklikte kalmışlardır. Hadis bir ilim, Usûl-i Hadis ayrı bir ilim olmuştur. Yani buradan Ehl-i Sünnet yıkılmaz; kör bir yoldur bu!

Diğer bir mesele, Ehl-i Sünnet’e “Emevî İslâmı / Emevî dini” türünden saldırılardır. Oysa tam aksine, Ebu Hanife, Hazret-i Ali evlâdının (Ehl-i Beyt) tarafındadır ve ihtilâlcidir. Emevîleri, hiçbir şekilde müslümanları yönetmeye layık görmez. Ali evlâdından Zeyd bin Zeynelabidin (Zeydîlik ona istinaden ortaya çıkmış) Emevilere karşı isyan edince, onun bu isyanını, Kâinatın Efendisi‘nin Bedir harbine çıkışına benzetir. Cahiliye müşriklerine benzetir Emevîleri, o derece nefret eder içinde yaşadığı devletten… Nitekim onun bu düşmanlığını Emevî idarecileri sezerler. Kendisine kadılık teklif ederler. Kabul etmez. Diğer âlimler araya girer, kendini harcatmaması için ona yalvarırlar. Yine kabul etmez. Zindana atılır. Günlerce işkence görür ve kırbaçlatılır. Uzun süre zindanda tutulur. En sonunda öldürmeyi göze alamadıkları için serbest bırakırlar.

Ebu Hanife Abbasîlerin ihtilâlini sevinçle karşılamıştır. Hattâ Kûfe halkı adına biat bildirmiştir. Abbasîler, Allah Sevgilisi‘nin amcası Abbas‘ın soyundan geliyorlardı. Ancak, ihtilâli beraber yaptıkları hâlde, sonradan onlar da Ehl-i Beyt’e iyi davranmadılar. Bunun üzerine Ali evlâdından Nefsüzzekiyye ve kardeşi İbrahim Horasan’da ayaklandı. Bu isyan sırasında, Ehl-i Sünnet mezheblerinden bir diğerinin kurucusu İmam-ı Mâlik, Medine’de, Abbasîleri reddetmenin, Ehl-i Beyt’e biat etmenin lüzumu üzerine fetvâ verdi. Ebu Hanife de Abbasîler aleyhine döndü ve derslerinde onları kötülemeye, Ehl-i Beyt’i övmeye başladı.

Ne var ki, isyan bastırıldı, Nefsüzzekiyye ve İbrahim öldürüldü. İmam-ı Mâlik hapse atılarak ağır işkencelerden geçirildi. Ebu Hanife hemen hapsedilemedi, kadılık teklifiyle pasifize edilmek istendi. O, bunu kabul etmedi. Bunun üzerine Abbasî halifesi Mansur kendisini hapse attırıp işkencelere başladı. Ebu Hanife, teklifi kabul etmemekte direnince, ya zindanda veya zindanda çıktıktan kısa bir süre sonra işkence tesiriyle öldü.

Şimdi kendilerine Ali taraftarı falan diyenler, baksın bu manzaraya…  Ehl-i Sünnet büyükleri, Ehl-i Beyt için kan, can vermişler, biatlerini bozmuşlardır. 12 İmam’dan Cafer-i Sadık, Ebu Hanife‘nin hocasıydı. Yine Ehl-i Beyt’ten Muhammed Bakır ve Abdullah bin Hasan ile yakından görüşür, onlardan ders alırdı. Ebu Hanife, işte bu feraseti ve dirayeti sayesinde “İmâm-ı Âzam” oldu.

Buna ilişik olarak, yukarıda İBDA Mimarı’ndan iktibas ettiğimiz paragraflardan bir cümlenin daha altını çizelim:

-…“ felsefe ve mantıkta çağının kutbu sayılıyor!

Bakın, ne kadar muhteşem! Dinin büyüğü, aynı zamanda beşeriyetin de en büyüğü! Naklî ilimlerde olduğu gibi aklî ilimlerde de birinci! Zaten de başka türlü olamazdı. Günümüzdeki sokaktan toplama madrabazların öncüleri mezhep kuracak değildi ya; ancak böyle bir insan-ı kâmil yapabilirdi!

14 Kasım 2012

 

EBU HANİFE – II

İmâm-ı Âzam’a sorulur:

– Namaz mı yoksa zulme karşı direnmek mi?

Cevab:

-“Zulme karşı direnmeyenin namaz kılmasına gerek yoktur, çünkü zulme karşı direnmeyenin imânı şüphelidir!

Şimdi ayıp olacak da, Avrupa bu fikre ancak İmâm-ı Âzam‘dan bin yıl sonra ulaştı. Ulaştı ama, devam ettiremedi. Fransız İhtilâli’nin ilk anayasasında, zulme karşı direnmenin vatandaşlık hakkı olduğu belirtiliyordu. Zirâ Jakobenlerin şefi Robespierre olsun, üstadı Rousseau olsun, İslâm ahlâkının bu güzel düsturuna hayranlardı.

Şimdi bunu söylerken ben, cahiller “au” diyecek. Tamam, bu adamlar dinsizdi, müslüman değillerdi. Fakat müslümanlar hakkında yazdıkları satırlara, söyledikleri sözlere bakın. Rousseau‘nun Polonyalılara yazdığı anayasaya ilişkin mektubunda dediklerine bakın. Robespierre‘in Osmanlı ile kurmak istediği ilişkiye bakın.

Bundan da elli yıl kadar sonra, yeni dünyada bir adam çıkıp, büyük mücadeleler sonunda bu fikri (haksız yönetime karşı mücadele) düşünce dünyasına armağan edinceye kadar, Batı’da bu fikir olgunlaşmadı da. Oysa bakın, İslâm’da ne kadar erken bir dönemde nasıl düsturlaşır ve İmâm-ı Âzam’da şöyle heykelleşir:

– Hakk’ın olmadığı yerde vazife de yoktur!

12 Şubat 2014

   

EBU HANİFE – III

 

Suyu bulandırmaya gerek yok. İmâm-ı Âzam‘ın hayatı bilinir. Emevîler gayrimüslim miydi? Değildi. Abbasîler gayrimüslim miydi? Değildi.

Peki, niye isyan etti İmâm-ı Âzam bunlara? Niye zindanlara girdi, her ikisinde de? Bilinir:

Zirâ Emevîler hutbelerinde Hazret-i Ali ve Ehl-i Beyte lânet okuyorlardı! Abbasîler de başlangıçta Ehl-i Beyt’in haklarını gasbetmişler, zulmü devam ettirmişlerdi.

Ehl-i Sünnet büyükleri bunlara biat etmedi. Onlardan görev kabul etmedi. Direndi. Hapse girdi. İşkence gördü. Şehid düştü. 

….

Bu arada gözümden kaçmıyor ha! Siz hem zorunlu din dersine karşıyız diyorsunuz, hem de burada bana zorunlu din dersi verdiriyorsunuz. Oluyor mu böyle?

Yani benim açımdan sıkıntı yok da birisi görür, şikâyet eder, sonuçta Kur’ân kursu değiliz, imam hâtip değiliz, durduk yerde dişimiz sızlamasın. 

12 Şubat 2014

EBU HANİFE – IV

 

Ebu Hanife muhteşem bir adam. Her yönüyle… O kadar ki, sahabîlerden sonra müminlerin derecede en büyüğü kabul edilen İmâm-ı Rabbanî bile onun mezhebine uymuş. Sırf bu hadisede bile öyle muazzam hikmetler vardır ki, mezhebsizlerin bunları anlamasını beklemek hayalperestlik olur.

Bugünkü “İlâhiyat” zeminine bakın, nasibsizliği olanca çehresiyle görürsünüz. İki fıkhî mesele öğrenen, birkaç hadisle karşılaşan, otur kalk seviyesinde de Arapça öğrenen herkes kendini “müçtehid” zanneder ve mezheb imamlarıyla yarışır, onları beğenmez, kendisi onlara alternatif –sözümona– içtihadlarda bulunur.

İmâm-ı Rabbanî Hazretleri gibi bir dev, hiç sorgusuz sualsiz İmâm-ı Âzam’ın içtihadı önünde baş keserken, bu civcivler İmâm-ı Âzam’a din öğretmeye, içtihad öğretmeye yeltenirler. Hâlbuki İmâm-ı Rabbanî Hazretleri, bu mânâyı en derinden kavramış ve fıkıh mevzuunda –yaklaşık olarak– şöyle demiştir:

-“Önceki imamlar ne dediyse o! Senin ve benim anlayışımız kıymetten düşmüştür!

İslâm’ın vaktin icabı olduğunu anlayan kimse, bu sözdeki derin hikmeti de görür ve kavrar. Bir tarafta günün geri zekâlılar ordusu her gün saçma sapan fetvalar (!) verir, “içtihadlar” (!) yaparken, öbür tarafta Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu gibi fikir devlerinin Büyük Doğu – İBDA fikriyatını örgüleştirmeye savaşmasının mânâsını anlar. Zirâ İslâm vaktin icabıdır.

12 Şubat 2014

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: