‘TÜRK RUHU’ DEDİĞİMİZ ŞEY (*)
Eğer hadiselerin tutarlı bir dünya görüşü etrafında sebep netice ilişkilerine bakmak yerine, cımbızla çekilmiş kulaktan dolma bir bilgiyle bütüne dair kati bir netice elde etmeye yeltenirseniz, Kuyucu Murat Paşa’nın Celali isyanları karşısında takındığı tavizsiz ve merhametsiz tutum asabiyet duygunuza dokunabilir ve hatta Osmanlı’nın Türk düşmanı olduğunu ima eden bazı batıcı sürüngenlerin pompaladığı maskaralıklara prim vermenize sebep olur. Tıpkı yabancı bir devletle işbirliği yapıp mensubu olduğu devleti arkadan vurmaya yeltenen hainleri cezalandırdığı için Yavuz Sultan Selim Han’ın Kürt ve alevi düşmanı olduğu propagandasına inanılması gibi…
Kuyucu Murat Paşa’nın Celali isyanlarına karşı verdiği sert tepkiyi doğru okuyabilirsek, Osmanlı’nın kavimciliğe bakışını daha sağlıklı göreceğimize şüphe yok. Celaliler Türk’tür; devlete asi gelmiş, ordu ne zaman küffarla cenge çıksa Anadolu’ya Moğol istilacılarını andıran zulümleri reva görmüştür. O kadar büyümüşlerdir ki, saraya dahi ajanlarını yerleştirmiş ve devlete güpegündüz meydan okur duruma gelmişlerdir. Kuyucu Murat Paşa Anadolu’ya kan kusturan bu “Türk” çetesinin defteri dürülmeden dışa karşı hiçbir hamlenin mümkün olmadığını Padişahına bildirmiş, ikna etmiş ve bazıları otuz bin çapulcuya erişecek kadar büyüyen “Türk” Celalilerin emdiği sütü burnundan getirmiş, ihanetlerinin bedeli olarak cesetlerini kuyulara atmıştır. Eğer Yavuz Sultan Selim Han’a buğz eden kökten batıcı faşist Kürtlerin mantığı ile meseleye bakacak olursak, “bir Hırvat devşirmesi olan Kuyucu Murat Paşa, yüz bin Türk’ü öldürdü” diye bas bas bağırıp, Osmanlı’ya ait ne varsa kin kusmak lazım. Nitekim kökten batıcı Türk ulusalcılığı da bunu yapmakta bir beis görmüyor. Batıcı Türk ulusalcısıyla batıcı Kürt ulusalcısının tarihi ne kadar ortak okuduğuna dikiz…
Oysa Kuyucu Murat Paşa’nın Celali isyanları karşısında takındığı tutum, Yavuz’un Şah İsmail’le işbirliği yapan Şii Kürtlere takındığı tutumun benzeridir. İhanetin söz konusu olduğu yerde mezhep, ırk ve hatta din kimliği ile cezadan kurtulamazsın. Bilakis kendi ırkına ve dinine hainlik etmenin bedeli çok daha ağır olmak icap eder. Bir Türk’ü Türk olduğu için öldürmekle, hain olduğu için öldürmek arasında, tarihe namusluca bakmakla, batı emperyalizmi hesabına kahpelik etmek için bakmak kadar büyük bir fark vardır. Aynı şekilde Kürt’e Kürt olduğu için saldırmakla, ihanetini cezalandırmak için üstüne yürümek arasındaki aziz fark… Nitekim kökten batıcı Kürt faşizminin temsilcisi PKK çetesi, geçtiğimiz ay içinde sırf kendisi gibi düşünmüyor diye onlarca Müslüman Kürt’ü öldürmedi mi? Onun kendi ideolojisi adına Kürt öldürmesi Kürt düşmanlığı olmuyor ama onun hainliğine karşı Anadoluculuk ruhuyla bütün Müslümanları beraber olmaya davet etmek Kürt düşmanlığı sayılıyor, öyle mi? Buna inanacak kadar Kürt faşizminin etkisinde kalmış kişiler için akıl fikir diliyoruz.
Türkçülüğün ve Kürtçülüğün doğuşu azınlıkların milliyetçilik davasından çok sonradır. Bu ülkede milliyetçilik kavgasına düşen son zümre Türkler ve Kürtlerdir. Tanzimat aydını İmparatorluğun dağılışını engellemek için Osmanlıcılık gibi içi boş bir hayalle kendisini kandırıyordu. Bunlara göre dini, dili, milliyeti, kültürü ne olursa olsun, Osmanlı sancağı altında yaşayan herkes Osmanlıydı ve Devlet-i Âliye’ye sahip çıkmalıydı. Halbuki bu çocukça fikir ancak devletin zaafa uğramadığı ilk 250 yıllık aşk ve fedakârlık döneminde ciddi bir anlam taşıyabilirdi.
Aralarında dinî, millî ve manevî bağ olmayan kavimleri bir arada tutabilmenin yolu her zümreyi memnun kılacak adalet mekanizmasının yanında iktisadî refah ve güçlü bir otoriteyle mümkün olabilir; böylece değişik din ve milliyetten kavimler ortak menfaat paydası olarak aynı devleti sahiplenebilirdi. Ortak menfaat “ortak zahmet”e dönüşünce, yani tespihin maddi bağı kopunca taneler dağılacak, kendilerini bambaşka bir manevi iklimin çocuğu hisseden kavimler otoritenin zaafa uğradığı ilk fırsatta ortaklık sözleşmesini feshetmenin yoluna bakacaktır ve tarih boyunca hep böyle olmuştur. Bu sebeple Tanzimat aydınının Osmanlıcılığı bugünün dünyasında tartışılmaya değer bir fikir değildir. Ama Amerika’nın pek yakında benzer bir duruma düşme ihtimali bakımından önemlidir.
Anadolu merkezli baktığımızda Türk ve Kürt’ü ortak bir kader çizgisinde görüyoruz. Bu sebeple Necip Fazıl’ın Anadoluculuğu üzerinde ayrıca durulması gerektiğini düşünüyoruz. Necip Fazıl’ın 1920’lerde bulduğu Anadolu, çölleşmeye yüz tutmuş bir bozkır denizidir. Türk ve Kürt bu kaderi ortak yaşamış ve buna rağmen Devlet-i Âliye’nin mirasına yine son bir varlık şevkiyle ve kurtuluş iradesiyle bu iki halk sahip çıkmıştır. Sonuna kadar, en zor günlerde bu iki kavmi bir arada tutan sır neydi? Elbette Ehl-i Sünnet’e dayalı iman ve İslâm kardeşliği…
Osmanlı’yı yıkmak ve ümmet bütünlüğünü parçalamak için pompalanan kökten batıcı Türk ve Kürt ulusalcılığı birbirinin zıttı gibi dururken aslında el birliği ile Necip Fazıl’ın adına Anadoluculuk dediği ve bizi yedi düvele karşı bir arada tutan “o mübarek oluş sırrını” baltalamaktadır. Böylece Türk başta olmak üzere, Kürt, Laz, Çerkez ve Arap, bu coğrafyada ne varsa topunu birden “muasır medeniyete erişmek için” batı emperyalizmine peşkeş çekmek gayesindedir.
Kökten batıcı milliyetçiliklerin ortak yönü çoktur. En başta, her türlü İslâmî hassasiyeti “gericilik” olarak damgalar. Ama sıkışınca “şehitlik”, “birlikte rahmet vardır” ve benzeri İslâmî ölçüleri istismardan kaçınmaz. Kürt ve Türk batıcılaşması bu noktada kardeştir, pragmatisttir, küfründe bile samimiyetsizdir. Onlar tarafından dayatılan ulusalcılık Anadolu’ya ait değildir. Bu milletin “ruh kökünden” beslenmez. Parçalayıcıdır, sevgisizdir, imansız ve kalleştir. Birbirlerini nefret üstünden beslerler. Öz kültür ve medeniyetinden tiksinir, batıcı hayat tarzına tapınırlar.
Bu oyunu kırmanın yolu Büyük Doğu-İBDA’nın temellendirdiği ve Anadoluculuk adını verdiği ruh ve hassasiyete dayalı milliyetçiliği kuşanmaktır. Vatansız düşünce olmaz. Milletler inancın ete kemiğe bürünmüş yaşayan halleridir. Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü’ne Millet ve Milliyetçilik bahisleri açması elbette sebepsiz değildir.
Milliyetçilik esasen bir ideoloji değil, “psikoloji” olduğu için, bu kavramın üzerinden düşünce üretmeye gayret eden her yazar, kendi mizaç ve meşrebine göre bir milliyetçilik tanımı yapmış, değişik bir anlayış benimsemiştir. Öyle ki, milliyetçiler “millet” tanımında bile birleşememiştir. Aynı şekilde Turancılar “Turan”, Anadolucular ise Anadoluculuk üzerinde anlaşamamıştır.
Bunu özellikle belirtme ihtiyacı hissediyoruz; çünkü bağlısı olduğumuz Büyük Doğu-İBDA dünya görüşünün temellerinden birisi olan Anadoluculuk fikri ile bu türden Anadoluculukların birbirine karıştırılmasını istemeyiz. Nasıl ki, “insan” davasını merkez alışımıza bakarak kimse bize hümanist diyemezse, bütün insanlığa şamil davamızın mekanda merkezi olarak Anadolu coğrafyasının seçilmiş olmasından dolayı da, kendisine Anadoluculuk adı verilen, birbirinden farklı ve çeşitli görüşlerle bir tutulmak istemeyiz.
Bizim Anadoluculuğumuz dar bir mekan nazariyesinin ötesindedir ve insan bedeninin kalbe muhtaç oluşu gibi ; Anadolu coğrafyası, dünya çapında davamıza kan pompalayan merkezi organ hükmündedir.
Bizim Anadoluculuğumuzun bir mekân nazariyesinden ibaret olmak yerine, “bütün insanlığa dağıtımı kabil, beşeriyet çapında” bir davanın unsuru olduğunu bizzat Necip Fazıl’ın kaleminden göstermek icap eder. “Bâbıâli” isimli eserinin son başlığını ırkçı-Turancı Nihal Atsız’a ayırmış ve onunla arasında geçen bir konuşmaya yer vermiştir:
“Bir milletin hayrı diye bir dâvâ olamazdı. Ancak bütün insanlığa dağıtımı kâbil, beşeriyet çapında bir dâvâ…
Ona sordum:
– İslâmiyet hakkında ne düşünüyorsunuz?
Hemen cevap verdi:
– Milletimin dinidir; hürmet ederim!
– Ya milletinizin dini Şamanlık olsaydı?..
– ………..
İslâma böyle bir iltifat, onu topyekûn reddetmekten beterdi. Kıymet, millete verilmiş ve İslâm tâbi mevkiine düşürülmüş oluyordu. Halbuki biz, Türk’ü müslüman olduğu için sevecek ve müslümanlığı nispetinde değerlendirecek bir milliyetçilik anlayışı peşindeydik ve bu anlayışa “Anadoluculuk” ismini veriyorduk. Bir konferansımızda, 15 yıl sonra söyleyeceğimiz gibi, “eğer gaye Türklükse mutlaka bilmek lâzımdır ki, Türk müslüman olduktan sonra Türktür!” tezini güdüyorduk.” (Necip Fazıl Kısakürek, Bâbıâli, Büyük Doğu Yayınları, 4.Basım, Aralık 1990, Sayfa: 394,395)
Büyük Doğu-İBDA Anadolu’nun tarihî, siyasî ve içtimaî şartlarında ortaya çıkmış, tarih muhasebesini bu noktadan yapmış, doğu ve batıyı bu merkezden hesaba çekmiş ve bunu yaparken “İslâm’ın saffet ve asliyetinden” zerre feda etmemiş, bilakis ne yaptıysa “İslâm’ın saffet ve asliyeti” için yapmış biricik dünya görüşüdür.
Mensubiyet duygusu olmadan hizmet olmaz. Büyük Doğu-İbda anlayışımızda, milliyetçilik bir ideoloji değil, “psikoloji”dir. Bir insanın ailesini, akrabasını, köyünü sevmesi kadar tabii bir ruh hâli olup, parçalayıcı değil, birleştiricidir. Nasıl ki ailemize ve akrabamıza duyduğumuz sevgi onların her fiilini kayıtsız şartsız benimsememizi gerektirmez ve bilâkis “dost acı söyler” hesabı onları uyarma sorumluluğumuzu ihtar ederse, aynı şekilde, milletimizin fikirde zaafını ortaya koymak ve yanlış olduğu noktada “dur!” diyebilmek en haysiyetli milliyetçilik gereğidir. Mensubiyet hissine dayalı bu “psikoloji” kuru kuruya böbürleniş değil, sevdiklerimizin en iyi, en faydalı ve en sevilen olması için hiç durmaksızın çalışma mükellefiyetidir. Bu anlamda milliyetçilik İslâm’a ve Müslümanlara hizmet yarışıdır.
İbda Mimarı, Tilki Günlüğü’nde Türk’ü tanımlıyor: “Bu mânâda Türk de, mefhum olarak, “Allah adamları, Allah’ın dostları, Allah’ın askerleri” mânâsına uygun düşer… Demek ki Şeriat davasının dışında kalan insan sınıfları, kendilerine “Türk” ismini almış olsalar bile, bizim Büyük Doğu davamızın hecelediği “Türk” davasının kastı dışındaki “hayvandan aşağı” insan zümrelerini teşkil ederler!..” (Salih Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü, Cilt: 6, İbda Yayınları, 1.Basım, Ekim 1994, Sayfa: 235)
Yine Tilki Günlüğü’nün aynı cildinde, muhtevasında “Türk” vurgusu yer alan Üstad Necip Fazıl’a ait bir yazının hemen ardından Kumandan’ın şu ikazı yapması çok mühimdir ve Üstad’ın eserlerindeki Türk lafzına nasıl bakılması gerektiğinin ölçüsüdür. Üstad’ın, “biz sussak mezarımız konuşacaktır” cümlesiyle biten yazısının hemen ardından İBDA Mimarı ikazını yapar:
“Said ve Suud Üstadım “Mezarımız Konuşacaktır!” derken, “Türk” lâfzından şu “maymun Türk”leri kastetmediğini anlamak için, Türk’ün “Allah’ın askeri” mânâsına gelişini hatırlamak yeter… Bu mânâdan sonra, “ismi Cemil, kendisi cemil” hesabı bir uygunluktaki “Türk”se, ne alâ!..” (a.g.e. Sayfa: 288)
Hangi yoruma dayanırsa dayansın, İslâmî bir temelde meşruiyet zemini aramayan her türlü milliyetçilik, batıcı ihanetin bir parçasıdır ve bizim adına Anadoluculuk dediğimiz hakiki milliyetçiliğin düşman kutbudur.
Bizim için Türk Müslüman’sa Türk’tür. Ve din ölçüsü: “inananlar kardeştir!” Müslümanlar birbirini sever. Demek ki Türk, başka kavimlere mensup Müslüman kardeşini sevdiği kadar Türk’tür. Kürt de aynı şekilde, Müslüman Türk ve Müslüman Arap kardeşini sevebildiği kadar Kürt… İslâm dışı bir sebeple bunlardan herhangi birisi diğerine düşmanlık güder ve ihanet ederse Anadolu’ya ihanet etmiş, kendi kavmine sonsuzluğun kapılarını açan imana sırt çevirmiş, onu büyük bir medeniyetin sütunu yapan ruhu baltalamış bir alçak olarak bizim Anadoluculuk görüşümüzün imha hedefleri arasında yerini alacaktır.
Bu vatanı ve üzerinde yaşayan milleti batı emperyalizmine peşkeş çekmeye yeltenen her kim olursa Kuyucu Murat Paşa’nın celali eşkıyasına reva gördüğü muameleyi yapmak Türk’e tarih borcudur.
Milletinin mutluluğunu istemeyen bir milliyetçilik düşünülebilir mi? Gerçek milliyetçilik en özlü biçimde milletinin saadetini, mutluluğunu istemektedir. Ve bu milletin dünya ve ahirette tek gerçek saadet kaynağı İslâmiyet’tir. Gerçek milliyetçiler kendi kavimleriyle İslamiyet arasına örülen duvarı yıkmak için savaşan ve Anadolu’yu bütün dünyaya emsal teşkil edecek ve ruh üfleyecek bir iman davasının mekânda sembolü yapmak için gecesini gündüzüne katanlardır. Bu gayenin dışına ve zıddına düşenler ise Türk’ün de, Kürt’ün de, Laz’ın da, Çerkez’in de hainidir. Hangi milliyetperver milletinin ebedi kurtuluşa ermesi dururken sonsuz azaba düşmesini ister? İşte bizim Anadoluculuğumuzu besleyen bu ruhtur.
İBDA Mimarı, Ölüm Odası’nın 2. cildinde Anadolu ve Anadoluculuk bahsini bin bir meseleye yol verecek tedâi zenginliği içinde ele alırken, eserin bir yerinde ANADOLU’yu BERZAH sırrına bitişik değerlendirmesi ve BERZAH’ın iki tarafı olarak işaretlemesi, “derinliğine insan meselesi” kadar “genişliğine toplum meselelerinin” de yol haritasını bize çizmektedir:
“Bu iki deniz, hissin zâhirî ve bâtınî bütün KAİNAT ve İNSAN nesne ve keyfiyet suretlerini şâmil bir mânâ arzederken, birleşememenin bütün müşterek ve zıd unsurlarını BERZAH kavramında toplar. Bunun, ben “çocukluğumdaki benim”, Anadolu mânâ olarak asıl, bu cüssenin gelişmesi boyunca ortaya çıkan problemleri, vücud azalarının vücud bütünlüğüne ve muvazenesi amacına mecbur edilmesi gibi, BERZAHIN iki tarafı olarak kabul edilir. “Ümmetimin ihtilâfı rahmettir!” sırrının verimine temin vesilesi ve “lâftan anlamayanın hâli kötektir!” cezasının görüneceği ölçü ve ölçülendirmelere tâbî ANADOLUCULUKTAN başka, meselelerin çözülmesini söyleyen çok da, meselelerin derinliğine İNSANA doğru çözümünün ölçülerini gösterebilen yok.” (Salih Mirzabeyoğlu, B-7 “Tarih” – 2.Cilt, İbda Yayınları, 1.Basım, Nisan 2013, Sayfa: 413, 414)
Bizim genişliğine toplum meselesi olarak süzdüğümüz: “Lâftan anlamayanın hâli kötektir!” cezasının görüneceği ölçü ve ölçülendirmelere tâbî ANADOLUCULUK…”
Bütün etnik ayrılıkçı, bölücü ve faşist unsurları “lâftan anlamayanın hâli kötektir” kelâmına ısmarlayarak, yine İBDA Mimarının ölçülendirmesini hatırlıyoruz:
“Beylik kavim ismi hâlinde kendini ne hissedersen hisset, ne türden melez olursan ol, oradan mekânı ANADOLU olan İSLÂMÎ hüviyete su taşı. MUTLAKA. Demek ki, bizim sözünü ettiğimiz ANADOLUCULUK, ne kendini bir keyfiyet ve kültür ifâdesine kavuşturabilen, ne de çerçöpler gibi kendini ifâde edemeyen kavim ve kavimsizler mozaiği değil, tek başına ve âlâ olmaya niyet bir İNSAN tipinin de tarif edenidir. Nasıl ki, “toplum ailelerden meydana gelmiştir!” diye, bugün ailelerin hâli belli, böyle bir mozaik taneleri yerine, bütün aileleri ANADOLUCULUK ruhu altında nasiplendirmek ve ANADOLUCULUK ruhunu besleyici kılmak anlayışı. ANADOLUCUYUM, ANADOLUCUYUZ! Sözümüz eksik kalmasın: Fikrimizin ulaştığı heryer, bedende uzuv, tecelli eden ruh, ANADOLUDUR. Nefs birdir.!” (Salih Mirzabeyoğlu, B-7 “Tarih” – 2.Cilt, İbda Yayınları, 1.Basım, Nisan 2013, Sayfa: 408)
Batı entelektüelinin kendi coğrafyasını “batı düşüncesinin ulaştığı her yer batıdır” ifadesiyle tarif ederek, yayılmacı bir kültür istilasına ideolojik zemin hazırlamasına mukabil, İBDA Mimarının, “fikrimizin ulaştığı heryer, bedende uzuv, tecelli eden ruh, ANADOLUDUR” hükmüyle karşılık vermesi nihayetinde bütün bir Doğu-Batı muhasebesinin çözüleceği hesaplaşma noktasıdır. Bu çerçevede Irak’tan Afganistan’a kadar her yer Anadolu davasının bir tezahürüdür.
Büyük Doğu-İBDA külliyatında “Allah adamı” mânâsına gelen gerçek Türk bu ruhun aksiyoncu seciyesidir. Çünkü Türk ruhu dediğimiz şey, İslâm imanının pırıltısından başka bir şey değildir. Batı dünyasında yüzlerce sene Türk’ün Müslüman’la eş anlamda kullanılmasının sırrı da burada yatar. Esasen yağma ve istilaya gelen Haçlı sürüleri yüzlerce sene karşılarında “Allah adamı” Türk’lerden başkasını görmemiş ve her defasında onlara toslamıştır. Viyana kapılarında da aynı “Allah adamlarının” fetih rüyasıyla yüzleşmişlerdir. Bu sebeptendir ki, batının Türk’e düşmanlığının altında yatan aslında İslâm’a olan düşmanlığıdır.
(*) Sn. Hakan YAMAN’ın bu yazısı matbu olarak çıkan ADIMLAR’ın ikinci sayısının kapak yazısıydı, 2 Aralık 2014 tarihinde sitemizde de yayınladığımız bu yazıyı Milliyetçilik etrafında meselelerin konuşulduğu ve tansiyonun yükseldiği bugün bizim anlayışımıza bir nebzede olsa göstermesi açısından tekrar yayınlıyoruz
Adımlar Dergisi