MAĞARADAN KURTULUŞ VE BİR DEVRİN MUHASEBESİ
Bugünün izâhı ve muhasebesi için Alman düşünür Goethe’nin, ”Üç bin yılın hesabını göremeyen karanlıkta yolunu bulamaz, günü gününe yaşar ancak” tespiti enine boyuna tefekkür edilmelidir. Biz bugün günü kurtarmaktan ibaret olan siyasî plânların dar alanına sıkıştıysak, üç bin yılın değil üç yüz yılımızın hesabını görecek iradeyi gösteremeyişimizdendir. Bugün Anadolu için aydınlık bir gelecek tasavvur ediliyorsa, öncelik bu üç yüz yılın hesabını görerek yolumuzu aydınlatmaktadır. Bu öncelik aydınlarımızın kalem sorumluluğudur.
Öyle ki Karlofça ile Tanzimat devri arasındaki zaman dilimi bir kaç parçanın ismen tekrarından ibaret hafızalarımızda yer edinmekte, daha ziyade 18. asır görmediğimiz ve dokunamadığımız dolayısı ile tarif edemediğimiz bir karanlık devir gibi kalmaktadır. Bu devire denk düşen Nizam-ı Cedid, Sened-i İttifak, Vaka-ı Hayriye gibi hadiseler Tanzimat gölgesinde muhasebeye tabi tutulmamakta, Tanzimat bir oldubitti olarak sığ bakış açısı ile ele alınmakta ve sıhhatli sonuçlar elde edilememektedir.
Avrupa’da çalkantılar olduğu bir dönemde Rusya’nın bu boşluktan yararlanarak sahneye çıkışı, ilk olarak Osmanlı topraklarına yönelişi ve bizim Avrupa’nın bu boşluk döneminden yararlanamayışımızın hesabı görülmemekte, aynı döneme denk gelen Kasr-ı Şirin anlaşması ile İran münasebetlerimizi tanımlayıp, ”bu anlaşmadan beri” diye ekleyerek dar bir alana sıkıştırdığımız ancak bu anlaşmadan yedi yıl sonra İran’ın saldırılarına maruz kaldığımız gerçeğini hesaba çekemiyoruz. Doğu’da İran’ın yaptığı saldırılara müteakip Avusturya ve Rusya’nın bunu fırsat bilerek üzerimize batı ve kuzeyden gelişini sıhhatli tahlil edemiyoruz. Bununla beraber bu tahlilin dar mezhep tartışmalarından nasibini almadan belirtmek gerekir ki Osmanlı Devleti’ni doğuda meşgul eden İran Şahı Nadir, Sünni ve Hanefi’dir. Yine buna ilaveten Nadir Şah toplum ve ulema ile ters düşmemek için İran’ı Caferi Mezhebi çizgisinde tutma siyasetini izlemiştir.
İran, Avusturya ve Rusya ile aynı anda farklı cephelerde savaşmak zorunda kalan Osmanlı Devleti cephede ve akabinde masada lehine sulh tesis ederek galip gelmesine rağmen gerilemeyi neden durduramadı? Gerileme devrinin en önemli dış aktörünün Rusya olduğu gerçeği ve Osmanlı Devleti’nin Avrupa henüz iç sorunlarıyla meşgul iken Rusya ile münasebetleri nedeni ile yıpranmasının ardından bu boşluğu lehine çeviren İngiltere’nin artık sahneye çıkma hazırlığında oluşunu hesaba çekmeden yolumuzu nasıl aydınlatabiliriz? Sahneye çıkan İngiltere’nin sürekli Osmanlı’yı Rusya ile savaştırma isteğinin hesaba çekilmediği bir muhasebe anlayışı eksik kalır.
Yıpranmış bir Osmanlı Devleti’nin içeride sürekli düzen değişikliklerine yönelmesi, kendi iç dinamikleri ile oynaması ile beraber çözümün Avrupa’yı taklit ederek ortaya konma iradesinin gösterilmesi yeni sorunların kapısını aralamıştır. Kendisine verilen imtiyazlardan dolayı şımaran Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’yı merkezin üzerine salması ve Şam, Halep, Hatay’ın ardından Konya’yı da alarak Kütahya’ya kadar gelmesini yalnızca askerî alandaki zayıflığımızla izâh edebilir miyiz? İkinci Mahmud inkılâplarına karşı halkın tepkisini bir kenara bırakarak, yöre halkının bu tepkiyle beraber İbrahim Paşa’ya sevgi gösterilerinde bulunmasını hesaba çekmeden sıhhatli bir izâh mümkün olabilir mi?
Şımaran bir valinin onca vilayeti alarak neredeyse İstanbul’u tehdit eder hâle gelmesini, bununla beraber kendi Valimizi durdurmak için bir kaç yıl evvel savaştığımız Rusya’dan yardım almak zorunda kalışımızı, boğazlar sorunun başımıza sarıldığını merkezin yenilik adı altında yapa geldiği, eski düzeni kaldırmak adına yaptığı hataların devlet ve toplum nezdinde kırılmalara sebep olduğunu sıhhatli bir muhasebeye tabi tutmak zorundayız. Bugün ise bu hataların toplamının aynı zaman dilimine sığdırıldığı bir siyasî anlayış ile hareket edildiği gerçeği ile yüzleşmek zorundayız!
Bu yüzleşmeden kaçtığımız sürece, Yunan filozofu Platon’un mağara benzetmesine dönen karanlık dünyamızın içerisinde, dışarıdan en küçük bir ışığın girmediği büyük yer altı mağaramızda, ellerimizden ve ayaklarımızdan zincire vurulmuş halde, yalnızca önümüzdeki duvarı gören, arkamızdaki uzun bir perdenin gerisinde konuşan insanların ardında yanan ateşin duvara yansıttığı gölgelerin konuşmaları dinleyerek karanlıkta yaşamaya devam ederiz.
Bizi kısmi olarak bu üç yüz yılın muhasebesinden alıkoyan duvara yansıyan gölgelerin konuşmalarını dinleyerek mağarada karanlıkta yaşamaya gösterdiğimiz rızadır. Bu zincirlerden kurtulup, gölgeleri uzanan perdenin arkasındaki yüzleri görmek ve bu üç yüz yılı bugünü de dâhil ederek hesaba çekmek yolumuzu aydınlatacaktır. Hasılı kelam Anadolu için üç yüz yılın hesabını göremeyen karanlıkta yolunu bulamaz, günü gününe yaşar ancak diyebiliriz.
Suat KÜRŞAT