“DEVLET ANA” VESİLESİYLE
“DEVLET ANA” VESİLESİYLE
Esma TURAN
Türk Edebiyatı’nın önemli kalemlerinden olan Kemal Tahir’in, yine en önemli eseri olarak da kabul edilen “Devlet Ana” isimli tarihî romanı, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş öncesi, Anadolu’da yaşayan toplulukların siyasî, iktisadî ve ahlâkî olarak resmedilmesidir.
Bir hususun altını çizmeliyiz ki, yanlış anlamalara mahal vermemiş olalım: Bu yazı Kemal Tahir’in “Devlet Ana” adlı tarihî romanının ne bir tanıtımı, ne de bir eleştirisidir. Sadece, Kemal Tahir’in bu romanı yazma “sebebinin” tedai ettirdiği bazı hususlardan oluşan ve giriş çalışması niteliğinde diyebileceğimiz bir denemedir.
Bir tarihî romanın yazarının kendi eserini değerlendirmesinin bizde uyandırdığı tedaileri sizlerle paylaşırken, Salih Mirzabeyoğlu’ndan “tarih”in izahını verip başlamak, ne demek istediğimizi daha iyi anlatmamızı sağlayacaktır.
Mirzabeyoğlu, “B-7 Ölüm Odası – Tarih” kitabında, tarihi şöyle izah eder;
“TARİH, ister istemez HALİHAZIRIMIZ’a nisbetle ele alınmalıdır ki, böyle bir durumda da “tarihin insanı hükmü altına alması değil, tarihe mânâ veren insan şuuru hakikati” kendini empoze eder; nitekim öyle olmuştur. Tarih itiyad kazanmaya hizmet eder. “Geçmişe mânâ veren halihazırdaki şuur”; bu, bir ideolocya manzumesinin kendi olmaya kadar gider – sadece siyasî değil, “olsaydılar”, bunun yanında gelecek hayalleriyle, bahsi geçen İDEOLOCYA manzumesinde asıl veya nüve şeklinde yerini alır.”(1)
Kemal Tahir ise eserini yazma sebebi olarak;
“Gerçek roman, kahramanların toplumsal ve kişisel özelliklerini, tarihsel gelişimleri içinde arayıp belirlemeye romancıyı zorlar. Anadolu halklarının kişisel ve toplumsal özelliklerini ise Osmanlı İmparatorluğu’nun sosyal ve ekonomik şartları dışında anlamak ve değerlendirmek imkânsızdır. Bunun en katıksız görüleceği çağ da kuruluş çağı olduğundan imparatorluğu kuran, kısa zamanda geliştirip, kökleştiren ve yedi yüzyıl yaşamasını sağlayan gücün kaynağına bakmak gerekiyordu. Devlet Ana’yı yazdıran zorunluluk işte budur.”(2)
Kemal Tahir’i köklerine iten bu zorunluluk hiç şüphesiz ki “varolmak” ihtiyacından ileri geliyordu. Devlet Ana’ya olumlu, olumsuz birçok eleştiri yapılabilir, yapılmıştır da. Benim için kıymetli olan yazarın da ifade ettiği gibi, “bu gücün kaynağına bakmak gerek” diyerek, bunun bir zorunluluk olduğu vurgusunu yapmasıdır. Yazar 1910’da Osmanlı olarak dünyaya gelmiş, on üç yaşındayken Osmanlı yıkılıp, Türkiye Cumhuriyet’i kurulmuştur. Yazarın ideolojik kimliğini de göz önünde bulundurursak, kurulan yeni cumhuriyetle birlikte geçmişe duyulan öfke, kin, nefret ve hatta geri kalmışlığın bütün sorumlusu olarak da dinin –İslâm’ın– görülmesi, geçmiş ile tüm bağların koparılmasına neden olmuştur. Böyle bir iklimde büyüyüp gelişen bir yazar için bu ihtiyacın tespiti, bugünü mânâlı kılmak adına çok önemlidir. Böyle bir tespit hakikati arama yolculuğunda, hiç şüphesiz insanı tam da hakikatin kucağına oturtacak ve bütün olamayışların ipuçlarını gözler önüne serme imkânı verecektir.
Bir taraftan yüzünü tamamen batıya dönmüş, taklitten öteye geçemeyen, hiçbir muhasebeye yanaşmayan, soyunu inkâr eden sözde aydınlarımız, diğer taraf da yüzyıllar boyu tarihe hükmetmiş bir milletin torunları olarak onlara lâyık olma, insan olma memuriyetini yerine getirme çabaları, bir türlü hakiki bir hesaplaşmayı yapamama… “Bize bir türlü gösterilmeyen bu günkü dünya”(3), geçmişi yalan yanlış öğretilen, dolayısı ile “Neyi”, “Niçin” ve “Nasıl” yapılması gerektiği noktasında bocalanan bir ortamda Devlet Ana’nın kıymeti elbette ki göz ardı edilemez. Ancak hakiki bir muhasebe yapma ihtiyacının zorunluluğu Devlet Ana gibi bir eserin ortaya çıkmasına sebep olurken, ne yazık ki bu muhasebe yapılamamış taş gediğine oturtulamamıştır. Kemal Tahir, Türkleri; “En büyük zânaati devlet kurmak olan” diye tanımlarken, Türkü Türk yapan sebep sadece bu özellik midir? Samimi olarak hakikat aranıyorsa, kaynağa inmek lâzım deniliyorsa, benim eleştirim tam da bu noktada; romanda neden Türklerin ancak İslâm’a teslimiyet ile kıvamını bulduğu hakikati göz ardı edilmiş ve “benim olmadığım yerde kimse yoktur” şuur ve inancına yer verilmemiştir. O şuur ve inançtır ki Türkü, tüm müspet özellikleri yanında “Devlet kurma zânaati”nde de tam kılmıştır. Tarih boyunca “TÜRK”, “İSLÂM” olarak bir sembol –üst kimlik– olmuş, bu kimlik sayesinde bütün farklı kimlikler müspet yanları ile “BİR” kılınmış ve muhafaza edilmiştir.
Geçmişe bakabilmek, bugünü –halihazırımızı– bilmekten geçiyor. Geleceği hayâl edip inşâ etmek de… “Dünü, dünün hakkını; yarını, yarının hakkını, bugünkü dünyayı teşhis ve tespit etmekle anlamaya başlayabiliriz.”(4)
İşte bu şuurla; 1960’lı yıllar, Necip Fazıl’ın mücadelesinin de destanlık çapta verildiği yıllardır. Büyük Doğu İdeolocyası’nın ilmek ilmek örüldüğü, merkezine, geriye doğru 500 yıllık muhasebeyi koyan ve bütün olamayışların da “Hekîm” ve “Hakîm” vasfıyla ipuçlarını veren ideolocya ve mücadele. O dönem öyle bir dönemdir ki; Türkiye’de meydan yerinde olan –menşei ne olursa olsun– hareketler, bu hareketlerin mensupları aynı meydanda, Anadolu insanı için en iyisinin kendi savundukları olduğunun hezeyanları içerisinde, birbirlerini dahi görebilecek bir durum arzetmiyordu. Hepsi güya hakikati arıyorlardı, ancak hiç biri gerçek muhasebeye yanaşmıyordu. Büyük Doğu hariç… Gerçek mânâda bir muhasebenin ilk şartı, bugünü izah edip, geleceğe umutla bakabilmenin de biricik şartı geçmişimizle yüzleşmekti. Bunun için de tarihimizi bilmemiz gerekiyordu. Batı’ya yüzümüzü dönüp, aval aval bakmanın, kendimizi inkâr etmenin bize hiçbir faydası yoktu. İşte bunun farkına varıştır Devlet Ana.
Büyük Doğu hareketini diğer bütün hareketlerden ayrı tuttuk. Çünkü Kemal Tahir’in bir nevi “öz kaynaklarına” dönme ihtiyacını zorunluluk olarak görmesi ve neticesinde bunun tescili nev’inde Devlet Ana’nın ortaya çıkması, yukarıda da belirttiğimiz gibi taşın gediğine konamaması, halihazırımızda; dünü harmanlayacak ve geleceği şekillendirecek kendi özümüzle hiçbir şekilde tezat oluşturmayacak muhasebesi yapılmış bir dünya görüşünün olmayışıydı.
Necip Fazıl, verdiği kırk yıllık mücadelede, Tarih boyunca dünyaya hükmetmiş bir milletin bugün düştüğü durumun muhasebesini yaparak, adeta “halihazırda” hakiki manada Devlet Ana’yı yeniden inşâa edecek tohumları Büyük Doğu ismiyle Anadolu topraklarına serpmiştir. Serpilen o tohumlar ağaca dönüşmüş, Kemal Tahir ve bütün samimi hakikat arayıcılarının rüyasını gördüğü Devlet Ana, Yürüyen Büyük Doğu – İBDA ve Başyücelik Devleti olarak, geçmişte olduğu gibi bu gün de Anadolu topraklarındaki bütün farklılıkların kendi bünyesinde “birleşeceği”ve “bütünleşeceği” tek doğru adres olarak taliplilerini beklemektedir.
1- Salih Mirzabeyoğlu, İBDA Yayınları, “Ölüm Odası – TARİH”, Arka kapak.
2- Ayraç Dergisi, Ekim 2017, 96. Sayı, sayfa: 10 (Kitaplar Arasında isimli derginin Nisan 1968 tarihli nüshasından iktibas edilmiştir.)
3- İdeolocya Örgüsü, s. 82
4- A.g.e, s. 83