İNTİKAM ÇOCUKLARI

İNTİKAM ÇOCUKLARI

İNTİKAM ÇOCUKLARI

A. Bâki AYTEMİZ

Borges’in, Lazarus Morell’in hikâyesi üzerine yazdığım değerlendirme yazısından sonra bu mevzularda yazmam konusunda teşvik edici, cesaretlendirici tepkiler geldi.

Hayır, sırf nezaketten dolayı söylenen iltifat cümleleri değildi bunlar… Zamanında en acı eleştirilerine maruz kaldığım gönüldaşlarımın da aralarında olduğu sahici ve samimi reaksiyonlardı. Zaten sırf nezaketten dolayı olduğunu anlasam, ikinci bir yazı yazmaya asla tevessül etmezdim.

Bu esnada face sayfamda gezinir ve ne var ne yok diye bakınırken, üyesi olduğum e-kitap paylaşım gruplarından birinde karşıma David Morrell diye bir isim çıkmaz mı?..

Bu adam bizim Lazarus’un hısmı olmasın? Gerçi Lazarus’un soyadı Morell, bununkisi çift  “r” ile Morrell…

Neyse, bu tesadüf diyeyim, beni David Morrell’in dilimize “İntikam Çocukları” adıyla çevrilmiş olan romanını okumaya sevketti.

Soğuk Savaş döneminde yazılmış ve filmi de çekilmiş bir kitap. Kitabın orijinal adı, “The Brotherhood Of The Rose”, yani “Gül Kardeşliği” gibi bir şey olmasına mukabil, Türkçesine “İntikam Çocukları” adı münasip görülmüş. (Burada “gül” sembolü ile kastedilen sır saklama mevzuu ki kitapta bu türden atıflar da var; Mitolojiye de…)

Bir de şöyle bir detay daha, kitabın yazarı aslında tanıdık biriymiş. Tanıdık derken, hani şu bildiğimiz Rambo’nun da yazarıymış Morrell.

İstihbarat kitapları derken, aklıma bu mevzularda ilk okuduğum Victor Ostrovsky’nin, “Mossad İhanet Çemberi” adlı kitabı geldi. Hani bazı bazı Scherlock Holmes ve Agatha Christie okumuşluğumuz da oldu ama edebiyatın bu türü beni fazla cezbetti diyemem… Sonra okuduklarım arasında aklımda kalan Carlos Marighella’nın “Şehir Gerilla’sının El Kitabı” bu türlere dâhil edilebilir mi bilmem ama zamanında bana epey fayda verdiğini söyleyebilirim. Hatta Ostrovsky’nin kitabından okuduğumuz kimi teknikleri de o zaman Maraş’taki gençlik örgütlenmemiz içinde tecrübe etmeye çalıştığımız da hatırımda.

Aklıma gelen bir diğer kitap da Graham Greene ait “Havana’daki Adamımız” romanı. Bu romanı, Ankara’da üniversite okurken okuduğumu hatırlıyorum. Bu aslında bayağı eğlenceli bir roman, casusluk hikâyesinden çok bir durum komedisi… Paraya ihtiyacı olan ve Havana’da yaşayan bir İngiliz, İngiliz gizli servisine dâhil edilmesi üzerine para tırtıklamak için sahte raporlar düzenlemeye başlar. Ama bu raporlar yeni bir dünya savaşının, bir nükleer savaşın eşiğine getirir dünyayı. Nihayetinde durum anlaşılır ve istihbarat servisinin rezaleti daha fazla ortaya çıkmasın diye Havana’daki adam cezalandırılmak yerine, istihbarat servisinde öğretmen olarak çalışmaya devam etmesine karar verilir.

Bu türe dair aklımda kalan bir diğer sanat eseri de bir mini dizi, “Şirket – The Company”… Şirket’ten kasıt CIA ve CIA ile KGB mücadelesi anlatılıyor. Son sahnede, SSCB yıkılmış, savaşı CIA kazanmış… Acaba öyle mi? “Biz kazandığımıza göre, haklı da biziz!” diyor CIA şefi. Diğeri soruyor, “Ama kazandık mı?”, ve devam ediyor: “Bize emperyalist damgasını vurdular”, bu zafer mağlubiyetten beter!…

Neyse, biz gelelim İntikam Çocukları’na…

Roman, CIA adına çalışan Romus ve Romulus –tabiî ki bu isimler mitolojiden alınma ve onlara verilen kod isimler– adlı iki ajan ve onları teşkilâta kazandıran ve teşkilâtın en üst kademesinde yer alan Eliot’un hayatı ekseninde akıp gidiyor…

Bir yetimhanede tanışan ve birlikte büyüyen ve birbirlerini kardeş olarak kabul eden Romus ve Romulus adlı iki çocuk, tesadüf zannettikleri bir şekilde Eliot eliyle CIA’ya dâhil oluyorlar. 

Kendilerini CIA’ya dâhil eden Eliot’u babaları yerine koyuyorlar. Eliot, CIA’nın en üst katına kadar yükseliyor, yani diyelim ki –tabiri caizse– bizde bir bakanlık müşaviri gibi bir şey. Kendisine CIA Başkanlığı teklif edilse de o bunu kabul etmiyor, bakanlıkta müşavir olarak kalmayı tercih ediyor. Böylece Amerika başkanları ile birlikte CIA başkanları değişse de kendisi yerinde kalmaya devam ediyor. Bu durum, bir zamanlar TV’de yayınlanan, siyasetçileri bürokratların kuklası olmakla eleştiren komedi dizisi “Emret Bakanım – Yes Minister”ı hatırlatıyor.

Çocukların Eliot’a karşı olan şahsî sevgi ve güvenleri, vatan sevgisine dönüşüyor. Vatanseverlik, baba olarak kabul etikleri adamın şahsı ile irtibatlı bir satha oturmuş oluyor. Vatanperver kelimesinin İngilizce’de karşılığı “patriot”… Bu kelimenin iştikakı da baba-ata sevgisi ile alâkalı imiş; hani biz de, ata yurdu diyoruz ya… Böylece bu iki çocuğun, baba yerine koydukları adam üzerinden vatan sevgisini geliştirmeleri zor olmamış oluyor.

Bu “patriot” kelimesini araştırırken, internette karşıma öyle bir şey çıktı ki bu topraklara olan hayranlığım bir kez daha arttı, mevzu ile alakasız gözükse de ülkemizin sosyal yapısı ile ilgili bu detayı sizlerle paylaşmak istedim:

“Patriyotlar kimlerdir?

Muhtemel bâzı alınganlıkları önlemek için, önceliği şu açıklamaya verelim: Bugün, Ülke’mizde etnik Türklerin yanında Türkleşmiş vatandaşlarımız da bulunmaktadırlar. Diğer yandan, Türkiye Cumhûriyeti vatandaşı olan herkes, onun etnik geçmişine bakılmaksızın “Anayasa” hükmünce “Türk” sayılmaktadır. Yâni “Ne mutlu Türk’üm diyene! ” Buna göre, hukuk önünde herkes eşit olup, kimsenin diğerine karşı bir üstünlüğü yoktur.

Buradan gelelim Patriyot denilen vatandaşlarımıza… Kendileri, Ülke’mizin küçük ve pek de tanınmayan etnik gruplarından biridirler. İskânları, Anadolu’da geniş bir dağılım göstermekle birlikte, daha çok İstanbul’un Çatalca ve Silivri ilçelerinde yaşarlar. İslâm oldukları için… Türkiye’ye, Yunanistan’la yapılan nüfus mübâdelesi sonucunda gelmişlerdir. Asılları, Makedon’yanın Yunanistan’a kalmış güneyi, Girit adası ve Ege’deki diğer bir bâzı adalara dayanmaktadır. Buraların, Osmanlı devrinde İslâm’a geçmiş Rum halkıdırlar. (Şuraya dikkat: Elen, Grek veyâ Yunan değil, Rum’durlur!) Hâlen de konuştukları ana dilleriyse, aslı Yunanca olan Rumca’dır.

Patriyot sözü, Yunanca’da vatansever ve vatandaş gibi anlamlara da gelmiş olsa bile, buradaki anlamı “hemşehrî”dir. Asıl vatanlarındayken, Türklerin karşısında oranın yerlisi ve hemşehrisi oldukları cihetle böyle anılmışlardır. Etnik olarak onları anlatacak başka bir isimleri de yoktur.

Patriyotlar etnik geçmişlerini elbetteki bilmekte ve bunu olgunlukla karşılamaktadırlar. Şu da var ki… İçlerinden beş-on kadar genç kimlik, internette aslı-astarı olmayan iddialarla ortaya çıkıp, kendilerini Türklerin Salur boyuna bağlamak istemektedirler! Oysa, Türklerin Salur boyu ne Rumeli ve ne de Ege adalarına ayak basmıştır! Bu ise, o kadar açık bir gerçektir ki, internet ortamında “Salur” yazılıp hemen öğrenilecek kadar basittir!

Mete Esin” (https://www.antoloji.com/nedir/patriot/)

Kendilerine “Patriyot” denilen bu kardeşlerimizin varlıklarından haberdar olmakla ne kadar memnun olsak az. Bilmiyoruz ki bu topraklar daha ne kadar değişik kıymette çiçeklerle bezeli?

Nihayetinde Romulus son işini yapıyor ve akabinde başına gelenlerden anlıyor ki, baba bildiği Eliot kendisini harcamıştır.

Peki ama neden?

O bunu araştıra dursun, Eliot da Romulus’u bulması için kardeşi Romus’u görevlendiriyor. Kardeşler birbirini buluyor ve Romus’un izini takip eden Eliot bir araya gelen kardeşleri birlikte yok etmek istiyorsa da başaramıyor. Kendi yetiştirdiği çocukları kendinden kurtulmayı başarıyor. Romus da babalarının kendilerini yok etmek istediğine ikna oluyor ve kardeşine yardım etmeye başlıyor. İki kardeş, niçin böyle olduğunu anlamak için Eliot’a ulaşmaya çalışıyor. Eliot ise, kardeşler kendisine ulaşmadan onları yok etmek için çabalıyor.

Eliot’un, Romulus’a vermiş olduğu son görev, Başkan’ın yakın arkadaşı olan bir iş adamının da içinde olduğu bir grubu yok etmektir. Romulus, babasının verdiği bu görevi her zaman olduğu üzere sorgulamadan yerine getirir. Görevi tamamladıktan sonra bu defa işler öncekiler gibi gitmez ve bazı aksilikler çıkar. Sonradan bunların aksilik değil, Eliot’un kurduğu tuzaklar olduğuna kani olan Romulus bunun sebebini araştırmaya başlar. Eliot ise başkana, suçluyu cezalandıracakları sözünü verir. Suçlu, kontrolden çıkmış bir ajandır. Eliot, bu işi Romulus’a ülkenin menfaati için vermiştir, o buna inanmaktadır ve teşkilâtı ve kendisini suçlandırmak yerine Romulus’u harcamayı plânlamıştır. Plânını, Romulus’un zannettiğinden çok daha iyi çıkması bozar.

Hikâye bu kadar…

Gelelim işin bizi ilgilendiren tarafına…

Böyle bir durum bizde olur mu? Biz derken, şimdiki “biz”i değil, yarınki “biz”i, Başyücelik Devleti’ni kastediyorum. Şimdiki bizde neyin ne olduğu zaten belli değil. İstihbarat birimi tamamen komedi; dışarıya karşı değil de içeride varlığı hissedilen.

Devletin başı darbeyi eniştesinden öğrenebiliyorken, Sarraf elini kolunu sallayarak itirafçı olmaya gidiyor da kimse mani olamıyor, olmuyor.

İkinci bir mesele, Eliot’un Başkan’dan habersiz iş çevirmesi… Bir kere bizdeki devlet başkanları Amerika veya diğer demokratik ülke başkanlarının çoğu gibi birer şanlı manken veya kukla olmayacakları için, kendilerinden habersiz böyle teşebbüslerin vuku bulması düşünülemez. Bizim tarihimizin üstün devirlerinde devlet başkanları, padişahlar, aynı zamanda birer mareşal, general olarak silâhlı operasyonları sevk ve idare etmişlerdir de.

Sonra işin bir diğer boyutu da şu ki, sorgulamadan, şahsi bağlılıkla tesis edilen bir teşekkül içinde insan vicdanı bir yerde harekete geçebiliyor ve sormadan edemiyor: Niçin? Onca masumu gözlerimin içine bakıp merhamet isterken katlettim, niçin? Romandaki kahramanlardan Romus, bu soruya cevap bulmak için teşkilâttan uzaklaşıp uzun süre bir manastıra kapanma gereği duyuyor. Bu süreçte işlediği bir suçtan dolayı kaçmaya çalışırken “baba”sının şefkati yetişiyor ve onu infaz etmek yerine kurtaran Eliot, Romus’u, kardeşi Romulus’u bulmaya gönderiyor. Tabi Eliot’un Romus’u infaz etmemesinin sebebinin merhametinden değil de kardeşini ancak onun bulabilecek olmasından kaynaklandığını da biliyoruz.

Geçtiğimiz yüzyılın başlarında, Hacı Musa Bey, Ermenilerin Doğu Anadolu’daki serkeşliklerine karşı asayişi tertip ederken, dünya çapında bir tepkiye mazhar oluyor. Bu tepkiler üzerine Ulu Hakan, Hacı Musa Bey’e, bir müddet gözlerden uzak kalmak üzere Suriye taraflarında dolaşmasını bildiriyor. Metris Cezaevi’nde Kumandan bunu benim de içinde olduğum bir gruba anlatınca, ben, gayrı ihtiyarî, “Devlet yanlış yapmaz!” demiştim. Grupta bulunanlardan Adem Özköse, ne dediğimi anlayamamış, “Ne diyor?” derken, Kumandan, tebessüm eder vaziyette, “Devlet yanlış yapmaz diyor!” diyerek benim adıma cevaplamıştı.

Devletin yanlış yapmaması gerekir ve gerektiğinde yanlışı üzerine alacak fedaîlere de ihtiyacı olabilir. İşte bu gibi durumların şuurunda olarak, bizde herkes, tek damla kanının dahi boşa gitmeyeceğine inanmış kurbanlık koyunlar gibidir. Yani kimsede harcanıyorum fikrine yer olmaz.

Bu da öyle Batılı istihbarat teşkilâtlarının kullandığı teknik olan yetimhaneden çocuk devşirmek ve bunları da şahsî sevgi ve alâka bağı ile bağlamakla olmaz. Bu çocuklar devşirilebilir ama bunun yanında bunları da bir fert olarak –cemiyetin diğer fertlerinde olduğu üzere– bütün bir cemiyetin kendisine bağlandığı ideale bağlamak gerekir.

Kitaptan seçtiğim birkaç pasajı da paylaşmak istiyorum:

Normatif şuur hatası ve diyalektiklerin çelmesini aşmakla ilgili olarak: “insanın bir tertibe inanmasındaki en büyük sorun, bir süre sonra her şeyi ortaya attığı varsayıma uydurmaya çalışmasıdır.”

Günümüzün propaganda tekniklerinden ve asıl suçlunun aradan sıyrılması hakkında: “Birini suçla, hiç kimse suçlayandan kuşku duymaz.”

Romulus, Eliot’la nihayet karşı karşıya geldiklerinde aralarında şöyle bir konuşma geçer:

“Saul (Romulus) nefretle başını iki yana salladı. «Sözcükler. Castor, Pollux (bu ikisi de yine yetimhaneden devşirilen iki kardeştir ve o ân Eliot’u korumaktadır)  ve ben. Ya geri kalanlara ne oldu? Chris (Romus) dışında, daha on dört yetime?»

«Öldüler.»

«Benzer görevlerde mi?»

Eliot’un boğazı düğümlendi. «Öldürülmelerini ben emretmedim. Görev sırasında öldüler.»

«Ne fark eder? Nasılsa onları o pis işlere gönderen sen değil misin?»

«Yoksa o odadaki adamlar için mi ölmelerini yeğlerdin? Onlar birer askerdi.»

«Yani senin robotların.»

«Ama değer yargıları hükümetin değer yargılarından çok daha önemli biri için çalışıyorlardı.»

«Değer yargıları mı? Bu konuda konuşmak ister misin…» Saul’un göğsü sıkıştı, «işte, hiç duymadığın birini söyleyeyim, insan sevdiği kişiye ihanet etmez!» Titredi, öfkeden kıpkırmızıydı. «Biz sana güvendik. Her zaman gözüne girmeye çalıştık. Sevgiye gelince, öylesine kendini beğenmiş birisin ki, sevmeye yalnız senin hakkın olduğunu düşünürsün. Dünyayı kurtarmak mı istiyorsun? Tümümüz öldüğümüz zaman bile o odada hâlâ aptallar olacak. Ve hiçbirimizin onlar için en küçük önemi olmayacak. Tabii, her birine sağladığımız konfor dışında.»

«Bir noktayı atladın. Sizin gibi evlatlar ve sabote ettirdiğim operasyonlar nedeniyle kimbilir kaç bin masum insanın canını kurtardım.»

«Ama Chris öldü. Bence çok kötü oldu. Ötekileri tanımıyorum. Onları seveceğimden bile emin değilim.» Kendine güçlükle hâkim olmaya çalışarak ateş saçan gözlerle baktı. Sonra da başını nefretle iki yana sallayarak banktan yukarıya doğru yürümeye başladı.”

Meselenin temelde var oluş problemini çözmek olduğu apaçık…

Aklımıza Üstad geliyor:

“Çözdük her müşkülü derlerse, de ki:
Sonunda var olma müşkülü kaldı.”

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: