AYLA – Zeliha ARSLAN

AYLA – Zeliha ARSLAN

AYLA

Zeliha ARSLAN

 

FİLMİN KADROSU

27 Ekim 2017’de vizyona giren Ayla filminin yönetmenliğini Can Ulkay, Yapımcılığını Mustafa Uslu üstlenmiş. Senarist, Yiğit Güralp. Oyuncular: İsmail Hacıoğlu (Süleyman astsubayın gençliği), Çetin Tekindor (Süleyman astsubayın yaşlılığı). Murat Yıldırım (Üsteğmen Mesut). Ali Atay (Asker). Kim Seol (Ayla’nın çocukluğu), KyungJin Lee (Aylan’nın gençliği), Meral Çetinkaya (Nimet’in yaşlılılığı). Büşra Develi (Nimet’in gençliği). Damla Sönmez (Nuran).

FİLMİN KONUSU

Film, 1950’lerde Kore Savaşı’na katılan Türk askerlerinden biri olan Astsubay Süleyman Dilbirliği ile savaşta öldürülmüş ailesinin yanında bulduğu ve Ayla adını verdiği Koreli küçük kızın, gerçek hayattan esinlenme hikâyesini anlatıyor. Film, Ayla, Astsubay Süleyman, Asker Ali ve Üsteğmen Mesut’un Kore Savaşı’nda başından geçenlere yer veriyor.

OSCAR ADAYI MI?

Oscar’a aday denildi, adaylığa geçiş vizesi çıkmadı. Övgüler düzülen, şahane bulunan “Ayla”nın propagandası iyi yapıldı. Filmin yönetmeni Can Ulkay, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın reklam filmlerini çeken kişi, dolayısıyla referans verilen bir film diye düşünüyorum. Geniş kitlelere yayılmasında, çok sayıda izleyiciyi sinema salonlarına çekmesinde yapılan tanıtımın payı büyük.

TAHLİL

Yönetmen bundan önceki “Sarıkamış Çocukları” filminde yine “Türk Askeri” ve onun destansı kahramanlık hikâyesini mevzu ediyordu. Senarist Yiğit Güralp’in senaryosuna dokunuşlar olmuş mudur, aslı bu mudur diye düşünmeden edemiyorum. Bilmiyorum ama film abartılı tanıtımına göre sönük kalıyor. Ağlamaklı duygusal filmlere oldum olası hayran olan halkımız için başarılı olarak değerlendirilen “Ayla”, yansıttığı zamanın nabzını tutmakta aciz kalıyor. Hadiseleri ve kişileri tahlilde, yani objektiflikte sınıfta kalıyor. Teknik donanım, altyapı ve reklamlara oranla cılız bir içerik.

SENARYOYA DAİR

“Söz konusu vatansa gerisi teferruattır.” sözü, “Sarıkamış Çocukları”nda vatanı zulüm altındayken savaşmaktan kaçmayan “Türk Askeri”nin sloganıyken, Ayla’da, “zulme uğrayanın yanında olmak” şiarı,  “Türk Askeri”ni Kore’de savaşmaya yönlendiriyor. Burada bir not geçelim, “Zulme rıza göstermek”, zulüm olduğu gibi, “Hakikati perdelemek” de zulme girer. Hakikati perdelemeye çalışanlara payandalık etmek, maskeler ve masallarla gerçeğin üstünü örtmek veballerin en büyüğü değil midir?  Canlar gitti, hayatlar bitti, umutlar tükendi. Koreli küçük kız ve Süleyman Astsubay’ın içlerindeki sönmeyen umutları, altmış yıl sonra 2014’de, bir belgesel yapımcısının çabalarıyla, kavuşmayla sonuçlanıyor. Peki, umutları hüsranla sonlananlar? Peki; Ali asker ve onunla aynı kaderi paylaşanların sönen umutları? Yakınlarının, “benim çocuğum niye gitti ki Kore toprağına” diye bağıran, evladının mezarı başında dua edememenin, helallik isteyememenin hesabını soran haykırışları niye yankılanmıyor? Öyle ya maksat bir devri yansıtmaksa eğer!.. Bu, tüm çıplaklığı ile realize edilmeli.

Katledilmişler arasından sağ çıkmış küçücük bir kız çocuğuna yardım eli uzatan Türk Askeri… Bütün film bu kurgu üzerine inşa edilmiş, aralarındaki sevgi bağı sayesinde gözyaşları sel olup akıyor sinema salonunda. Peki, bu duygusallığa kapılıp savaşın gerçek nedenini, sonuçlarını, müsebbiplerini sorgulayıp, analiz etmemize yardımı dokunmayacaksa filmi izlemenin anlamı ne? Suriye vatandaşına yapılanın da bu olduğu yönünde bir sahne geçiyor; Türk’ ün yardımseverliğine gönderme yapılarak. Suriyelileri ülkenin her köşesinde görmekten haz etmeyen Türk halkının algısıyla oynamak tam da böyle duygu yüklü bir anda olur. İnsanımızın, geçmişten bu yana alışılagelmiş bir karakter özelliğidir; yardımseverlik. Gayrimüslim bile olsa horlanmaz, yardım eli uzatılır. Olmaması şaşılacak bir durumken, bu iyi niyet belirten özelliklerin sahnede nakledildiğinde abartılı derecede takdir görüyor olmasının sebebi; insani hassasiyetlerin unutulması, “hayat tarzı” meselesi içinde yer tutmaması. Türk’e dair mühim hasletlerden ve hatırlatılması elzem hususiyetlerden biri de, “Vatan davası; namus davasıdır!” sözünü düsturlaştırış biçimidir. Vatanını peşkeş çekmektense ölümü göze alan Türk’ün vatanseverliği ve cesareti de gizlenmek yerine açığa vurulmalıdır. Film tam anlamıyla bir “gizleme sanatı” olmuş. “Yiğit Güralp kimdir?” diye bir araştırma yapınca karşımıza senaristin şu dörtlüğü çıkıyor:

“Masallarla büyürsen

Normaldir bu olanlar

Özetleri dinledin

Şimdi gerçek yalanlar.”

“DOST VE MÜTTEFİK AMERİKA”

Amerika’nın övgüsüne mazhar olmak bir lütuf gibi görünüyor filmde. Müttefiki olduğumuz için yapılan takdirleri övgü alanların yanında, sövgü olarak algılayanlar var. Kendini komünist olarak niteleyen Üsteğmen Mesut’u; isyankâr, Anti Amerikancı tutum ve davranış içinde görmeyi umarken, onda da bir atraksiyon hali çıkmıyor ortaya; hayatta sana biçilen rol de bu kadar dercesine. Amerika’nın sembol isimlerinden Marilyn Monroe’nun moral ve motivasyon amaçlı olarak savaşan askerlere verdiği konseri izleyen Mesut, diğer askerlerle aynı jest ve mimik içinde olmasıyla, şarkıların coşkusuyla takındığı tavırda tepkisel bir hâl almayışı ile; “ateş olsan cürmün kadar yer yakarsın” sözüne binaen şekillenmiş “komünist” tipi lanse ediyor. Diğer yandan, Korelileri savaşmaya iten sebeplerin ne olabileceği sorgulanmazken, sürekli silah ve bomba ile ateş açan, ölüm saçan, masum güneylileri öldüren vahşi kuzeyliler (komünistler) olarak yansıtılan sahnelerde film zaten ideolojik bakış açısını ve tutuğu tarafı gösteriyor. Ayla’nın yaşadığı yerin ve ailesinin katledilme sahnesiyle başlayan film, iki yaka arasında bir çatışma gibi verilse de, ortaya çıkan imaj; Kuzeylilerin, Güneylileri katlettiği, Amerika’nın ise oraya yardım eli uzattığıdır. “Vatan Savunması” o vatanın mensuplarınca her zaman kutsaldır oysa. Çok uzak değil, yakın tarihimizden bir “vatan savunma” davası: Irak. Amerika’nın yine başı çektiği ve Türkiye’yi de, dâhil ettiği işgâl. Güya, zulüm altındaki halkları kurtarmaya yönelik işgâl girişiminde; Amerikan generalleri, Kore de övgü üstüne övgü düzdüğü madalyalarla uğurladığı Türk Askerini bu kez başına çuval geçirerek karşılıyor. Fersah fersah uzakta değil, sınırımızın öte tarafındaki topraklarda Müslüman kardeşlerimiz can veriyor. Çocuklar öksüz, yetim, kadınlar kimsesiz kalıyor. “Dost ve müttefikimiz Amerikan Askerleri” en az zayiatla evlerine dönsün isteniyor. Yakın tarihte yaşanmış ve halen devam eden zulmü ve izlerini bir kenara bırakıp, 1950’li yılların senaryolaştırılmasıyla verilmek istenen ne? İnsanlık adına, Türk onuru adına, insaniyet namına yapılan bir hizmet algısı oluşturmak fikri, esere bakıldığında seviyeli bir adım gibi durmuyor. Arşivler karıştırıldığında,  Türkiye’nin NATO’ ya girmek için, Kore’ye asker yolladığı açığa çıkıyor. NATO üyeliği isteği, yüzlerce askerimizin,  ölümüne sebep olmuştu olmasına ama süregelen zamanda “NATO üyeliği” ülkeyi Amerika’nın kucağına oturtmuştur. Sayısız işgâllere imza atan NATO’ya,  Kore katliamına eşlik ederek giriyor Türkiye. Zulme ortak olarak alınan NATO üyeliği, zulüm kapılarını da ardına kadar açıyor. Amerika’nın her başı sıkıştığında, her zulüm plânında Türkiye’nin her imkânını kullanmasının yolu açılıyor.

MESAJ

Amerika’ya sempatik ve cici görünmek için, Türk’ün yardıma koştuğu mazinin hatırlatılması gereği olarak Kore Savaşı filmleştirilmiş özetle. Astsubay Süleyman’ın, küçük kız çocuğuna duyduğu sevgi, şefkat, yardımseverlik gibi duyguların Türklerin genlerinde bulunan hassasiyetler olduğu vurgusu ana tema aslında. Süleyman, Ali ve Mesut, çarşı izni kapsamında Tokyo’daki 23 Nisan şenliklerinde “Türk” rüzgârı estirirken, Kore’de açılan Ankara okulunda çocuklara ezberletilen “Ankara Şarkısı” ile Ankara nezdinde “Türk siyasî otoritesine” her zaman ihtiyaç duyulacağı mesajı veriliyor.

“Ankara,  Ankara güzel Ankara

Seni görmek ister her bahtı kara

Senden yardım umar her düşen dara

Yetersin onlara güzel Ankara”

SON SÖZ

Türk’ün “insan”a dair ve “insanca” olan her tavrı; yardımseverliği, sevecenliği, iyi niyetli oluşu, alçakgönüllülüğü, fedakârlığı asıl kaynağa olan bağlılığı ve samimiyetiyle mânâ kazanıyor. Asıldan uzaklaştıkça bozulan mânâ, zorlama ve ısmarlama senaryolarda yavanlaşıyor.  Hakikati yayma, yaşatma ve temsil etme kaygısı “olması gereken” iken bilakis perdeleyen ve yalanlayan tutum ve davranışlar “insan”a dair ve “insanca” olmaktan çok uzak, insanlığa yapılan bir ihanet. Topraklarımızdaki NATO üslerinin varlığını hazmedemezken ve onu defetmeye uğraşırken, “NATO”nun vatanımızda işi ne?” sorusunu sorarken, bu hesaplaşmayı insanların algılarıyla oynayıp ve gerçekleri gizleyerek yok etmeye çalışmak; sanat ve hakikat kaygısıyla bağdaşmıyor diye düşünüyorum.

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d