TARİHİN SONU VE BAŞLANGICI

TARİHİN SONU VE BAŞLANGICI

“Ve her toplum için bir vade belirlenmiştir. Öyle ki, vadeleri dolduğunda onu bir tek ân olsun, ne geciktirebilirler ne de öne alabilirler.” (A’raf Sûresi, 34)

Hatırlanacağı gibi 21 Aralık 2012 günü gazeteler ve televizyonlar, Maya tapınağı Palanque’deki mezar taşında bulunan bir kehanetten (!) bahsediyor ve bu kehanete göre dünya bir kıyamet senaryosunun ardından karanlığa boğuluyordu. Dünyada birçok insan bu haberler ile evlerinde yiyecek stokluyor, barınaklar inşa ediyor, endişe ile 21 Aralık gününün geçmesini bekliyordu. Ancak kehanete göre bu durum bir başlangıcın arefesini tabir ediyordu. Yeni bir çağa açılan tufanı işaret ediyordu. Yine hatırlanacağı gibi Hollywood bu senaryoyu 2012 adlı bir film ile sinemaya aktarıyor ve ABD yine insanlığı kurtarıyordu!

Tabi ki Mayalar bu kehanet işinde yalnız değildi. Siyaset bilimi adı altında kehanet ile uğraşan birçok Batılı gibi siyaset bilimci Francis Fukuyama da ”Tarihin Sonu” tezi ile kâhinler arasına giriyordu. Fukuyama’nın kehanetine göre, bu varsayım, yeni ortaya atılmış bir varsayım değildi, en iyi bilinen savunucusu ise Karl Marks’tı. Yine Fukuyama’ya göre, Marks, tarihsel gelişim yönünün, bilinçli bir şekilde maddî güçler tarafından belirleneceğine ve tüm çelişkileri yok edecek komünist ütopyanın başarıyla gerçekleşmesiyle birlikte tüm bu çelişkilerin ortadan kalkacağına inanıyordu. Marks’ın diyalektik bir süreç olarak belli bir başlangıcı, ortası ve sonu olan böylesi bir tarih anlayışını Alman felsefeci Friedrich Hegel’den ödünç aldığını söyleyen Fukuyama, Hegel’in tarihselcilik kavramının, çağdaş düşünce donanımlarının bir parçası olduğunu belirtiyordu.

İnsanoğlunun kurduğu medeniyetlerin tarih boyunca çeşitli safhalardan geçerken, bilim ve teknolojinin uygulanmasıyla birlikte insanoğlunun doğal çevresini ustalıkla işlediği ve dönüştürdüğü düşüncesini, gerçekte Marksist bir kavram olarak değil Hegelyan bir kavram olarak niteleyen Fukuyama, daha sonraki tarihselcilerin, tarihsel görecelikleri çığırtkan bir göreceliğe dönüştürmelerinden farklı olarak Hegel’in, tarihin mutlak bir anda en son noktaya ulaştığını düşündüğünü ve bu mutlak noktada rasyonel toplum ve devlet biçiminin nihai zafere ulaştığını söylediğini belirtiyor.

Fukuyama’ya göre, soğuk savaşın ya da savaş sonrası dünya tarihinin sona ermesine değil fakat insanoğlunun ideolojik evriminin son noktasına ulaşması ve beşerî yönetim biçiminin son evresi olan Batılı liberal demokrasinin evrenselleşmesi anlamında tarihin sonuna tanıklık etmektedir insanlık. Tarihi düz bir tırmanış parkuru gibi gören Fukuyama, Batılı liberal demokrasiyi bu tırmanışın zirvesi olarak adlandırır. Ve dikkat çeken en önemli nokta bu tarihsel yürüyüşte Batıdan başka bir güç yoktur. Türk ve İslâm dünyası ise adeta tarihten silinmiştir. Peki, Fukuyama’nın belirttiği gibi Batı nihai zaferini ilân etmeye mi hazırlanıyor?

2018 dünyasında Fukuyama’nın zafer ilan etmesini beklediği Batı adamının içerisindeki durum, bir zaferden çok çöküşün izlerini taşımaktadır. ABD’nin başını çektiği, Avrupa’nın yardımcı lokomotif olduğu Batı treni bugün yükselen ırkçılık, yabancı ve göçmen karşıtı politikalar, zengin ve fakir ayrımında pergelin ayakları arasındaki mesafenin giderek açıldığı ve refah paylaşımının giderek azaldığı bir süreçten geçiyor. Ve dünya bu sürecin baskısı altında aynı sorunları kucağında buluyor. Ekonomik olarak birbirine bağımlı güçlerin giderek bu bağımlılıktan kurtulmak için politikalar üretmeye çalıştığı ve bu politikalar ile rakip güçlere karşı saldırganlığın giderek arttığı bir sürecin içerisine giriyor dünya. Ürettiğini satabilmek, ihtiyacını alabilmek için oluşturulan pazarda büyük güçlerin karşılıklı bağımlılığı hem caydırıcı bir unsur hem de bu bağımlılıktan kurtulmak için yeni politikalar geliştirmeyi tetikleyen saldırganlığa evriliyor.

Dünya, kapitalizmin elinde, bir o tarafa bir bu tarafa savrulan liberal demokrasi kılıcının açtığı yaralar ile daha çok kaosa sürüklenirken, Batılı halklar da giderek refahını koruma duygusu ile saldırganlığa ya da kaosun sorumlusu olarak iktidarlarını görerek karşı saldırıya geçme duygusu ile kamplaşıyor. Batı dışı dünyadan gelen göçmenlerin denizlerde boğuluşunun sorumlusu görülen iktidarlara öfke artarken, diğer taraftan da iktidarlarının beton duvarlar, tel örgüler, aşılmaz sınırlar inşa etmesini isteyen, içinde bulunduğu refahı paylaşmak istemeyen bir başka öfkeli yığın da giderek etkisini gösteriyor. Aliya’nın dediği gibi: ”Bunu hiç unutma evlat. Batı hiçbir zaman uygar olmamıştır ve bugünkü refahı, devam edegelen sömürgeciliği; döktüğü kan, akıttığı gözyaşı ve çektirdiği acılar üzerine kuruludur…”

Başta Almanya olmak üzere, İngiltere ve Fransa gibi güçlerin, zayıf Balkan ve Orta Avrupa ülkelerini, göçmenlerin kendilerine ulaşmasını engelleyecek mayın tarlalarına dönüştürme politikaları, Yunanistan, İspanya, İtalya gibi ülkeleri ekonomik baskılara maruz bırakmaları, gitgide açılan pergelin ayaklarının kırılma noktasına geldiğini işaret ediyor. Diğer taraftan Ukrayna’da kendisini gösteren yükselen Rus hegemonyası ile Avrupa arasında sıkışan doğu blokunda endişe ve tepki giderek artıyor. ABD ise Trump iktidarı ile belirginleşen ayrımcılık, ırkçılık ve sermaye baskısı ile karşı karşıya geliyor. Trump’ın Müslümanları kayıt altına alma, yasa dışı göçmenleri sınır dışı etme, sınırlardaki korumayı sıkılaştırma ve Meksika sınırına duvar inşa etme gibi vaadlerini yerine getirmek için yaptığı politik manevralar ve sermaye sahiplerini kayıran vergi ve ekonomik vaadleri giderek açığa çıkan öfkeyi artırıyor. Kısacası Batı adamı ırkçılık, ayrımcılık ve adaletsizliğin getirdiği kamplaşmanın yükseldiği bir çöküş sürecine doğru hızla giriyor.

Tarih, bir medeniyet ya da güç için son bulurken bir başka medeniyet ya da güç için başlangıç vasfını taşıyor. İkinci Dünya Savaşı İngiliz için son olurken ABD için büyük ve kanlı bir devir teslim törenini andırıyordu. Bu tören milyonlarca insanın canına mal olmuş bir tarihin sonu iken yeni bir tarihin başlangıcıydı. ABD’nin dümene geçtiği tarih yolculuğunun başlaması, Hiroşima ve Nagazaki’den Kore’ye, Vietnam’dan Nikaragua’ya, Afganistan’dan Irak’a milyonlarca insanın katledildiği kanlı bir sürecin başlangıcıydı. ABD, Fukuyama’nın belirttiği zirveye ulaşması için insanlığı yok ediyordu. Irak’a demokrasi götürüyordu, Guantanamo’dan Ebu Gureyb’e ”demokrasi tanrılarına” sunulacak kurbanlar için ”mabedler” inşa ediyordu.

Yine bir Amerikalı olan Henry Kissinger, ”sanki bir doğa kanunu gibi, her yüzyılda tüm uluslararası sistemi kendi değerlerine göre yeniden biçimlendirecek kuvvet, irade ve entellektüel ve moral güce sahip bir ülke ortaya çıkmaktadır” diyor. Ve bu ülke, bağlı olduğu medeniyet treninin dümenine geçer. Önce medeniyetini şekillendirir, ardından dünya sistemini. Tarih bir medeniyet için son olurken, başka bir medeniyet için başlangıç olur. İbni Haldun’un dediği gibi, medeniyetlerin de tıpkı insanlar gibi ömrü vardır: Doğar, büyür, yaşlanır ve ölürler. İnsanların fiillerinden oluşan bu oluş ve bozuluş âleminde hiçbir şey kalıcı değildir, vadesini tamamlayan, işlevini yitiren her şey yok olmaya mahkûmdur. Ancak her son yeni bir başlangıcı da beraberinde getirir. Gücünü yitirip tarih sahnesinden silinen bir medeniyetin yerini bir başkası alır…

Batı adamı, elinde bulundurduğu teknik üstünlüğü kuvvete dönüştürüp, bunu beslediği materyalist felsefe ile ürettiği moral güç ile kaç asırdır dünyayı insanlığa zindan etmiştir. Bugün insanlık bu zindanın içerisinden canhıraş feryatlar atarak kurtulmak için çalışırken, Batı, yitirdiği moral gücü yeniden kazanarak insanlığı bu zindanda tutmak için kafa yormaktadır. İnsanlık için iki temel tutanak iktisat ve ahlâk ipini bükerek bir sağlam ip haline getirecek yeni bir dünya sisteminin doğması endişe ve korkusu ile bir ân evvel yeni zindan duvarlarını örmeye çalışmaktadırlar. Kutlu bir doğumu engellemenin telâşı içerisinde, bozulan sisteminin yerine yeni bir insanlık düşmanı sistem koyabilmek için, kulağına darbe almış boksör gibi dengesini yitirmiş bir vaziyette kaosu besliyor.

Burada Müslümanlara büyük sorumluluk düşmektedir. Dünya bir medeniyetin çöküşüne tanıklık ederken yeni bir sistemin inşasına da gebedir. Çöküşe geçen sistemin sahipleri yeni sistemi de kendilerinin inşa etmesi gerektiğini düşünmektedir. Bu sorumluluğun şuuruna varmak için gelin Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “İktisat ve Ahlâk” adlı eserinde geçen şu bahsi başımızı ellerimizin arasına alarak tefekkür edelim ve iliklerimize kadar işleyecek o mühim sorunun cevabını arayalım:

”Hazreti Ömer birgün, bir camiye girdi, içeride bir kaç kişi baş başa vermiş pineklemekte… Müminlerin Emiri sordu:

–”Siz kimsiniz?”

Cevap verdiler:

–”Biz mütevekkilleriz, tevekkül sahipleriyiz.”

Karşılığını aldılar:

–”Hayır, siz müteekkillersiniz –hazır yiyicilersiniz– Buyrun cemiyete!”

”Yeryüzünde bundan güzel hangi levha var ki, bütün hakikatiyle ”cemiyet mesuliyeti” ve ”iş şuurunu” billurlaştırmış olsun? Böyleyken nasıl oldu da asırlar boyunca müslümanlık, dünya vazife ve borçlarını en titiz ve keskin emirler ile kadrolaştırdığı halde, ona layık olmayanların elinde miskinlik yatağı gibi gösterildi? Ve… Müslümanların altınla kapladığı Doğu, Batı’ya bir baştan öbür başa tembellik ve işsizlik balçığıyla dolu göründü?”

Biz bu can salıcı soru karşısında ezilirken, mütefekkir, tespih tanelerini ipe dizer gibi yüreğimize işleyecek şu tespiti ile devam eder: ”Dünyayı imar hakikatte dünyayı gaye sananların değil, vasıta kabul edenlerin, yani bizim davamızın, İslâm inkılâbının hak ve vazifesidir. Hâlbuki böyle olmamış ve asırlar boyunca İslâmiyet, ferdî temsil kadrolarında, ahiret uğruna dünyayı yüzüstü bırakmak ve camilerden başka hiç bir mekânı haşmetli bina etmemek mânâsına alınmıştır. Batı’nın batıl dini ise, ancak papaz telkinlerinin zayıflamaya ve mensuplarının maddîleşmeye başlamasından sonra dünya imarına yol açıldığını görmüştür.

Böylece hak ve batıl kutuplarıyla dinlerin, din telkinlerine ne kadar kıymet verilmezse o kadar dünya imarına imkân hâsıl olduğu üzerinde tamamıyla yanlış ve ters bir anlayış doğdu ve bu kolay anlayış asırlar boyunca kökleşerek, hemen hiçbir fikir adamında tersyüz edilen hakikati ihtara kudret bırakmamıştır.”

Sorumluluğumuz, bir medeniyet buhranının pençesinde kıvranan insanlık gemisini, hakiki kurtuluş ve nizâmın güvenli limanına taşıma şuuru ile hareket etmektir. Tarih, bir medeniyetin ve bu medeniyetin inşa ettiği sistemin sonu olurken, yeniden başlayacak çağa öncülük etme azmi ve donanımını kuşanmaktır. Bu çerçevede bizlerin artık her sahada müteekkiller –hazır yiyiciler– olmaktan çıkıp, teknikse teknik, fikir ise fikir; insanlığın ihtiyacı olan ne var ise üreticisi olma bilincini taşımaktan başka yolu yoktur. Burada yine Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun Büyük Doğu Mimarı’ndan aktardığı şu tespite dikkat kesilmekte yarar var: ”Müslümanlıkta dünya odur ki, mümin onu zaptedecek, ona hâkim olacak, fakat onun esaret ve hâkimiyetine düşmeyecektir. Bu harikulade inceliği anlayan, en dakik ”nüans-gamıza”lardan ibaret İslam dünya ölçüsünü de kavrar; ve bu vakte kadar eşya ve hadiselere İslâm adına nasıl tek taraflı gözle bakıldığını ve dünyanın nasıl elden kaçırıldığını görüp ürperir.” Önümüzde iki seçenek var: Ya dünyanın esareti ve hâkimiyetinde bir sistemin inşasına göz yumacağız ve yeni bir zindana gireceğiz, ya da dünyayı zapt edecek ve insanlığın muhtaç olduğu hakiki nizâmı inşâ edeceğiz.

Suat KÜRŞAT

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: