OSMANLI TOKADI MİLLETE Mİ ATILACAK?

OSMANLI TOKADI MİLLETE Mİ ATILACAK?

”Oğul! İnsanlar vardır şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler. Avun oğlum, avun! Güçlüsün, kuvvetlisin, akıllısın, kelâmlısın ama bunları nerede, nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgârında savrulup gidersin… Öfken ve nefsin bir olup aklını yener. Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın.”

Adını koyamadığımız bir sürecin içerisinde kara bir deliğe yuvarlanmış gibi ne ile karşılaşacağımızı tam olarak kestiremeden yolumuzu bulmaya çalışıyoruz. İhtiyacımız olan devlet adamı ve onu şekillendiren mesihi nefeslilerden yoksunuz. Önümüzde dünyanın yaşadığı iki büyük savaş deneyimine benzer bir üçüncü savaşın olasılığı ya da küresel güçlerin sıcak bir müdahale ile karşı karşıya gelmeden çok yönlü ve karmaşık ilişkiler üzerinden bir bölgesel savaş hali mevcut iken atacağımız her adımı kılı kırk yararak atmak zorundayız. Bu adımı atacak aklı üretmek zorundayız evvela, kadim devlet aklını. Önümüzdeki bilinmez yolun oluşmasını tefekkür ederken karşımıza çıkan gerçek, Tukidides’in Peloponnessos Savaşları’nda Atinalıların konumunu aktaran bir konuşmadaki, ”Atinalılar kendi topraklarından değil, kendilerini çağıranların topraklarından harekete geçiyorlar.” tespitinde olduğu gibi küresel güçlerin bölgedeki hareket tarzı, savaşı kendi topraklarında değil kendilerini çağıran bölgesel aktörlerin bulunduğu topraklarda veriyor olduğudur. Bir ön açıcı metod ya da uluslararası meşruiyet olarak bunu kullanıyor ve bölgesel güçlerin kendilerini çağıracak hale gelmelerini sabırla bekliyorlar. Kalıcı müdahale zeminini bu şekilde oluşturuyorlar.

Böyle bir atmosferde bizim hadiseleri enine boyuna tahlil etmemiz ve buna göre hareket etmemiz gerekir. Eğer çok yönlü bir savaş yaşıyorsak, düşmanın hatalarını değerlendirdiğimiz gibi kendi durumumuzu da değerlendirmek zorundayız. Aykırı her sesi kesmek, farklı düşünceleri susturmak, eleştirileri düşmanlıkla nitelemek yerine, oluşturulan düşünce havuzunda hepsini buluşturup değerlendirmeye tabi tutmalıyız. Carl von Clausewitz’in, ”Savaş teorisi, belirli bir noktada fiziksel ve maddî üstünlüğün nasıl kazanılabileceğini bulmaya çalışır. Teori, aynı zamanda her zaman olanaklı olmasa da, moral etmenleri, yani düşmanın olası hatalarını, cesur bir eylemle yaratılan izlenimleri… evet, bizim umutsuzluklarımızı bile hesaplamayı öğretir. Bunlar teorinin ve savaş sanatının dışında olmayıp, savaşta karşılaşılan tüm olası durumlara mantıksal olarak yansıyan sonuçlardan başka bir şey değildir. Bu durumların tehlikelerini sıklıkla düşünmeliyiz ve kendimizi buna alıştırmalıyız.” tespitinde olduğu gibi doğacak sonuçları çok yönlü düşünmek ve kendimizi aynada sürekli izlemek zorundayız. Sonuçta ülkeyi idare edenlerin küresel güçler ile pazarlık yapmadan sahada hareket edemediği gerçeği var. Bu pazarlık aşamasında ülkeyi idare edenlerin her hamlesi adeta düşmanının değirmenine su taşıma hali. Ve düşmanın bu pazarlıklarda hareket tarzının, Kautilya’nın, ”Daha zayıf olan kral bir musibet altında ise ya da zararlı olan bir şeye bağımlı olmuşsa veya başı bir beladaysa, bir kazancı daha güçlü pozisyondaki kralla eşit olarak bölmeyi pazarlık edebilir. Bu açıdan pazarlıkta üstün olan, eğer zarar verebilecek durumdaysa diğeriyle savaşmalı ya da anlaşmayı kendisi yapmalıdır.” şeklinde ifade ettiği gibi olduğunu ve yapmak istediğimiz hamleler -bizi ileriye dönük zora sokacak kısa vadeli kazanımlar- karşılığında, küresel güçlere orta vadeli hamle yapma fırsatı verdiğimizi aklımızdan çıkaramayız. Anlaşma masasında, aldıkları verdiklerinden daha çok menfaatlerine yönelik olmaktadır. Vakti gelince zarar verebilecekleri durumda şartların tam olarak onların lehine olduğu bir zamanda savaşın boyutu değişecektir. Hedefin Anadolu olduğu gerçeğini bir tek idarecilerin görmediğini ya da görmek istemediğini söylemek abes olmaz.

Burada yine Kautilya’nın, ”Birbirine çok yakın alanlarda olanlar doğal düşmanlardır.” tespitinde olduğu gibi bugün pazarlık edilen güçler ile sahadaki pozisyon itibari ile doğal düşman olduğumuzu ve hedeflerinde olduğumuzu da görmekteyiz. Bu doğal düşmanlık, aleyhimize kullanılabilecek her meseleyi irdeleyecekleri anlamına da gelir. Özellikle sınır dışında yapacağımız hamlelere odaklanmışken onlar sınırlarımızın içerisinde hesaplar yapacaktır. Ya da güneydeki tehditler ile meşgul oluyorken batıdan bir başka tehdit unsuru çıkacaktır. Bu aşamada sınırların içerisinde özellikle ekonomik durum bu hesaplar için bulunmaz fırsattır. İçeride birliği ve refahı tesis etme iradesinden yoksun idare anlayışı ile dışarıda yapılacak her hamlenin karşılığının sınırların içerisinden gelmesi muhtemeldir. Yoksulluk ve hoşnutsuzluğun arttığı bir dönemde yalnızca sınırların dışında savaşmazsınız.

Sınır ötesi müdahale dönemlerinde akıllı devlet adamları, kendi topraklarında düşmana kullanıma elverişli bir zemin oluşturmaz. Bir de savaş sanatında Sun Zi’nin dediği gibi, ”Savaşta zafer olsa bile, uzun zaman geçmesi askerlerin yorgunluk duymasına neden olur, şevk ve heyecan kaybolur, kent ve kalelere yapılan saldırılar askerlerin gücünü dermanını tüketir, askerleri uzun süre memleket dışında tutmak ülkenin ekonomisini zora sokar…” Bu zorluk kısa vadede kendisini belli etmese de orta vadede etkisi görülebilir. Savaşlar ülke ekonomisini zarara uğrattığı gibi çok taraflı bir savaşın ön görülemez süresi riskleri de artırır. Bu riskleri idare edecek devlet aklından yoksun olma durumunda ise kontrol tamamen daha etken güçlerin elinde olur. Ülkenin bu akıldan yoksun olduğunu görmemek için kör olmak gerekmektedir. Yine denilebilir ki, ”Bu nedenle savaşta gözü kara bir hız hoş görülebilir, ama işi maharet göstereceğim diye uzatmanın yararı görülmemiştir. Savaşta zaman kaybetmek bir ülkeye yararı olacak iş değildir. Bu neden ile savaşın getireceği zararı bilmeyen kişiler, savaşın getireceği yararı da bilemezler.” Burada emperyalizm ile hesaplaşma akıl ve iradesi gösterecek yönetimlerin, hesaplaşma zaman ve zeminini daha önceden saptayıp buna göre hazırlık yapmış olması kaçınılmazdır. Bu hazırlık yapıldı mı? Bunu anlamanın en önemli belirtisi ekonominin ve halkın durumudur.

Toplum, sınır dışında canını ortaya koyarak mücadele eden asker için dua halinde iken ülkeyi idare eden akıl(sızlık) başta belediyeler olmak üzere Devlet kurumlarını yağmalamak ile meşgul. Belediyeler ve kurumlar akraba şirketlerine dönüştürülmüş, hangi işi yaptığı belli olmayan, çalışmadan ücret ödenen onlarca birim oluşturulmuş, kasası boşalan belediyelerde mülk ve araziler satılığa çıkartılmış, kurumlardaki idarecilere de pay verilmek kaydı ile haraç mezat yandaşlara peşkeş çekilmiş, son görevden istifa ettirilme hadiseleri ile birçok ihale usulsüzlük nedeni ile iptal edilmiş, yeni yönetimler bu ihaleleri yeni yağmacılara peşkeş çekmek için hazırlanmaktadır. Hesap soran, yargılayan, ”ne yapıyorsunuz?” diye soran herhangi bir merci olmadığı için belediye ve kurumların kasaları pervasızca yağmalanmakta… Onlarca gereksiz inşaat, istinat duvarı, hafriyat alımı, asfalt üstüne asfalt, toprak üstüne toprak atılmış yollar ile adeta Bağdat’ı yağmalayan Hülagu ordusu gibi şehirler yağmalanmakta.

Hazine destekli krediler ile yapılan yap, işlet, devret modelli projeler sayesinde hem yurt içi hem yurt dışı borçlanmanın zirve yaptığı, projeleri gerçekleştiren şirketlere sunulan müşteri garantisi ile yine devletin zarara uğratıldığı ve yetmezmiş gibi Kanal İstanbul adı altında sunulan proje için yurt dışından kaynak arayışına çıkıldığı bir dönemde, ”Yedi düvel ile savaşıyoruz” edebiyatının yapılması dikkatlerden kaçmıyor! Yedi düvel kim? İncirlik üssünden her türlü şer operasyonunu yapan, darbeler tertip eden, örgütleri yüksek tekonoloji ile geliştirilmiş silahlar ile donatan ABD mi? Ya da milyar dolarlık uçak alımı yaptığımız ABD mi? Ya da Kautilya’nın dediği gibi, ”Daha zayıf olan kral bir musibet altında ise ya da zararlı olan bir şeye bağımlı olmuşsa veya başı bir beladaysa, bir kazancı daha güçlü pozisyondaki kralla eşit olarak bölmeyi pazarlık edebilir…” bir durum mu söz konusu? Ya da şöyle soralım, bu yedi düvele bağımlılığınızın sebebi nedir? Kapalı kapılar ardında ne alıp veriyorsunuz? Atacağınız Osmanlı Tokadı millete mi?

Velhasıl içerisinde bulunduğumuz sürecin ya da tam anlamıyla savaşın adını koymalıyız. Aşikâr olan şu ki bu süreci mevcut idareciler ile hasarsız ya da yıkımsız atlatmak hem zor hem de hayali bir durum olarak karşımızda duruyor. Mevcut halde hiç bir sorunu içinden çıkılamayacak boyuta gelmeden kontrol altına alamayan, bu boyuta geldiğinde de yapılan müdahaleler kısa vadeli olumlu sonuçlar doğurduğu izlenimi verse de orta vadede karşımıza içinden çıkılamaz daha büyük sorunların çıkmasına öncülük ediyor. Bu durumda bir kaç soru yöneltmekte fayda var. Hangi aklı başında yönetim sınır dışında savaşma halini hesap etmeden sınır içerisinde hoşnutsuz büyük bir kitle oluşturur? Halkı birbirine karşı öfke ile doldurur, bütünlemek şöyle dursun en ufak parçalara kadar böler? Hangi aklı başında yönetim karmaşık bir savaşın içerisine ordusunu gönderirken, ülke içerisinde belediyeleri ve kurumları yağmalatır? Yine hangi aklı başında yönetim savaştığını söylediği düşmanın kapısında borç para almak için el açar? Ekonomisini yabancı sermayenin insafına terk eder, halkını bankaların kölesi haline getirir, ceza evleri inşa etme vaadinde bulunur? Yedi düvel ile savaşan hangi aklı başında yönetim tarımı, hayvancılığı ve yerli sanayisini bitirir ve ekonomiyi yalnızca beton üzerine bina eder? Özelleştirme adı altında stratejik kurumları yağmalatır, küresel sermayeye ya da küresel sermaye destekli yandaş sermayeye peşkeş çeker? Yedi düvel ile savaşan hangi yönetim limanlarını, madenlerini satılığa çıkartır? Nitekim cevapları belli olan bu soruların peşine asıl soruyu yine sormak zorundayım; atacağınız ”Osmanlı Tokadı” millete mi?

Suat KÜRŞAT

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: