ESATİR VE MİTOLOJİ’YE DAİR: 9 – HIZIR ALEYHİSSELÂM

ESATİR VE MİTOLOJİ’YE DAİR: 9 – HIZIR ALEYHİSSELÂM

ESATİR VE MİTOLOJİ

Eserin Onyedinci bölümü “Âb-ı Hayat” başlığıyla başlıyor. Bölümün diğer başlıkları: “Hızır Aleyhisselâm”, “Hayat Mertebeleri”, “Ölümsüzlük Otu”, “Simya”, “Simya-Yin-Yang”… Bu Çin mitolojisinden süper tablolar var ama, yeri gelirse bakarız. Ben Hızır bahsinden alayım;

İkinci hayat tabakasına mazhar (aşağıda izâhı var- SG)

Kur’ân’da ismi geçen – bir kerim zât

ebedî hayat sahibi olup olmadığı

evet ve hayır – veliler arasında…

(…)

HIZIR – insan ismidir

Ku’ân’da isim vermeden

– “kullarımızdan bir GENÇ…”

diye bahseder

LEDÜNNÎ ilimleri temsil eden kul ki

MUSA Aleyhisselâm bunları öğrenmede

O’na tâbi…

*

HIZIR – İLYAS KARIŞTI

Hızır Aleyhisselâm BAST’ın

İlyas Aleyhisselâm KABZ’ın

-biri genişlik biri daralma-

onları birleştiren husus – HAYAT

İlyas Aleyhisslâm halihazırda canlı

Hızır da nasibli hayattan

zamanın sahibi veya kutub

dervişlere veya müminlere

kabz ve bast ile yardım eder

İlyas ve Hızır yolundan

herşey Allah’tan!

(…)

HAYAT MERTEBELERİ

 

Birinci tabaka normal hayatımız

 

İkinci tabaka – bir dereceye kadar serbest

İLYAS ve HIZIR Aleyhisselâmınki gibi

aynı ânda muhtelif yerlerde görünür

yerler içerler bizim gibi

ama buna muhtaç değil

velâyette bir makam – MAKAM-I HIZIR

 

Üçüncü tabaka – İDRİS ve İSÂ Aleyhisselâm

melek hayatı gibi bir hayatla

letafet kesbetmiş (ruhaniyet kazanmış – SG)

dünyevî cisimleriyle semavatta

biri İLYAS sonraki hayatta

diğeri ahir zamanda tekrar dünyaya…

 

Dördüncü tabaka – şehidlerin hayatı

ölmüş ama ölmemişler

kendilerine mahsus bir hayat içinde

yerler ve içerler – kendilerini bilirler

ölmemişler diye

kabirdekilerin aksine…

7 Nisan 2013

GILGAMIŞ DESTANI

Esatir ve Mitoloji adlı eserde “ÖLÜMSÜZLÜK OTU” başlığı altında uzun uzadıya ele alınan bir mevzu… Bu mevzunun sadece birkaç paragraflık girişini alalım;

Kahramanlık destanı şeklinde

ilk destanî edebiyat – SÜMERLER’de

Babilonyalılar ve ASURLAR’ın kullandıkları

SAMİ dili olan AKKAD diliyle

bu tür dokuz hikâye geldi

zamanımıza kadar…

 

SÜMERLER – Sami ırkından değil

kültürel önemleri Milât’tan önce 1500’lerden

iki bine kadar – çivi yazısıyla yazdılar

kil tabletlerden bazısı eski

Milât’tan önce dört bin yılı kadar

FIRAT nehri kenarında

kadim şehir devletleri – merkezleri

Ur – Uruk – Larsa – Nippur – Erudu – Lagaş…

 

AKKAD efsanelerinin ilk örnekleri

-yâni Babilonya ve Âsur efsaneleri-

hemen hemen Sümer efsaneleri idi

bunların en meşhuru Gılgamış

Yunanlılar dahil bütün Akdeniz

edebiyatına tesir etti

Gılgamış destanının yazıları

Kartacalı Ashur Banipal kütübhanesinden

onun devri Milât’tan önce

-altıyüz altmışsekiz ile altıyüz yirmialtı arası-

HİTİT ve HURRİ belgelerine dayanan

Akkadça Gılgamış destanı ise

uzanır Milât’tan önce ikinci bin yılına…

 

Anlaşılan o ki – bilinen ilk toplumların

hepsinin bir TUFAN hikâyesi

Asurlular ve Babilonyalılar’da da…

Şeklinde bir girişten sonra “üçte ikisi tanrı üçte biri insan” olan Gılgamış’ın hikâyesi anlatılıyor, özetle… Asıl ilginç özellik ise hikâyenin sonunda:

2001 yılında Akademya dergisi yazarlarından Mahmud E. Duru Gılgamış destanı üzerine çok önemli bir araştırma yaptı; veya yaptığı araştırmayı o sene yayınladı. Bilgisayar mühendisi olan ve yüksek seviyede İngilizce bilen Mahmud E. Duru, Gılgamış destanında geçen “ölümsüzlük otu“nun, Tilki Günlüğü’nün en önemi figürlerinden biri olan “kust otu” ile aynı şey olduğunu ortaya koydu. Belki başkaları için çok sıradan olan, hiçbir şey ifade etmeyen bu buluş, bütün Tilki Günlüğü okuyucularına heyecan verdi.

Bilindiği gibi Tilki Günlüğü, Üstad Necip Fazıl‘ın kendi el yazısıyla Salih Mirzabeyoğlu‘na verdiği şöyle bir serlevha ile başlar:

-“Dünya çapında bir hadise: Kaptan Kusto müslüman!

O dönemde, Kaptan Cousteau‘un müslüman olduğu haberini Türk kamuoyuna duyuran Zafer dergisini, Üstad, Mirzabeyoğlu‘nun işlemesi ve değerlendirmesi için bir üst yazı ile birlikte kendisine vermiştir. Eser kaleme alınır ve bilindiği gibi “İstikbâl İslâmındır” adıyla tefrika edilir ve sonra İBDA Yayınlarınca kitaplaştırılır. Eserin tefrika edildiği ilk dönemde ise eserin Büyük Doğu markasıyla basılması ve Üstad’ın isminden başka Büyük Doğu markasıyla basılan ilk eser olması sözkonusudur.  

Fakat çok kısa bir süre zarfında, Necip Fazıl rahmete kavuşur ve Kaptan Cousteau ile ilgili haberin de doğru olmadığı anlaşılır. Bu arada birçok husus içinde bir husus bilhassa meçhul kalmıştır. Salih Mirzabeyoğlu için Üstad’ın bir vaadi vardır: “Bir takdim yazım olacak, bütün hüviyetin görünecek...” Yani, Üstad, Salih Mirzabeyoğlu‘nu kamuoyuna takdim edecek, onun için söylediği “500 senedir beklenen mütefekkir” tabirinin mânâsını deklare edecektir.

Fakat Üstad‘ın vefatıyla birlikte bu beklenti de muallakta kalır. Salih Mirzabeyoğlu için buhranlı bir süreç başlamıştır.  Rüyalar imdada yetişir. Üstad rüyasına girerek, aslında takdim yazısını verdiğini, banyodaki dolapta, büyük zarfın içinde olduğunu söyler. Anlaşılır gibi değildir; ne banyoda dolap, ne zarf, ne yazı… Derken Salih Mirzabeyoğlu rüya tabir ilmini, iştikak-etimoloji ilmini ve bununla birlikte de takdim yazısını keşfeder: Üstad’ın “İstikbâl İslâmındır” kitabı için bizzat kaleme almış olduğu, Salih Mirzabeyoğlu’nun yüz kere elinin altına gelip gitse de malûm bir meçhul olarak kalmış olan “Dünya çapında bir hadise: Kaptan Kusto müslüman” yazısı, aslında Salih Mirzabeyoğlu‘nun bütün hüviyetini gösteren takdim yazısının ta kendisidir.

Tilki Günlüğü, bu takdim yazısını arayış ve buluş macerasının romanıdır. Tilki Günlüğü’nün bir adı da `Kusto Lûgati` olur; çünkü bütün esrar bu “Kusto” kelimesindedir; her şeyi kendine bağlayan sır budur. “Kust otu“, bu kelimenin iştikaklarından biridir. Dolayısiyle Tilki Günlüğü’nün en önemli figürlerinde, tekrar tekrar, her vesileyle ortaya çıkan bir kavram olur. Hadislerde de geçer bu kelime: Allah Resûlü, “kust otu” veya “bahr-i hindî” adı verilen bu bitki üzerine uyarılarda bulunmuşlar ve iki ayrı hadis halinde Sahih-i Buharî’de yer almıştır.

Türkçe’de “topalak otu” olarak bilinen bu bitki akdikenler familyasından, yabanî bir yemiş çalısıdır. Tıpkı Gılgamış destanındaki “ölümsüzlük otu” gibi… İngilizce’ye buckthorn olarak çevrilen Gılgamış destanındaki bu anahtar kavramın, Tilki Günlüğü’nde geçen “kust otu” olduğunu ise, Akademya yazarlarından Mahmud E. Duru ortaya koyar. Böylece Tilki Günlüğü’ndeki takdim yazısı da bir boyut kazanır: Üstad, bütün hüviyeti görünmesi için, Salih Mirzabeyoğlu‘nu ölümsüzlük otu‘nu (tabirde ab-ı hayat) bulmaya davet etmektedir!

6 Nisan 2013

İLİAS: TRUVA’YA DAİR

Bu konuda yazılan birçok şeyi okumuş biri olarak, İlyada’nın bugün zannettiğimiz bir anlamı olduğunu düşünmüyorum. Bir kere şehrin asıl adı “Troya” veya “Truva” değil, “İlia”… Nitekim destana İlyada adı da buradan geliyor ve çekime göre “İlias-İlia şehrine ilişkin” şeklinde de olarak da söylenebiliyor. 

Aslında “İlia” deyince insanın aklına Kudüs’ün eski adının da İlia ve anlamının “İlahî şehir, Tanrı’nın şehri” demek olması geliyor. Dahası, biraz daha kurcalarsak, yeryüzünde, telaffuz veya mânâ olarak buna denk görülebilecek başka şehirler de olacağını biliyoruz.

Destanın, Homeros tarafından millîleştirilmiş eski bir kutsal hikâye olduğunu düşündürecek sebepler var. Bir Amerikalı araştırmacı diyor ki: “İlyada’da geçen kahraman ve tanrı isimlerinin Yunan dilinde bir anlamı yok; ama Sanskritçe’de belli anlamlara geliyor veya belli anlamları andırıyorlar. Hikâye, Yunan’dan çok Hint dünyasına aitmiş izlenimi veriyor.” Nitekim Hint destanlarının havası vardır İlyada’da.

Akha‘lar kimdir? Bu da çok belli değil… En eski Yunan boyları; Karadeniz’in kuzeyinden gelip Hititler döneminde Yunan yarımadasına yerleşmişler. İlyada savaşı eğer gerçekten onları anlatıyorsa, savaşın Hititler ile Akha’lar arasında geçmesi gerekiyor; ama İlyada‘da Hititler tek kelimeyle olsun geçmiyor. Bir “Asya koalisyonu“ndan söz edilirken, Hitit veya Hatti ismi ortada yok… Belki de Homeros, kendisinden birkaç asır önce yaşadığı düşünülen Hititler’i hiç bilmiyor.

Genel kanaat, Schlieman adlı Alman maceracının Truva harabelerini Çanakkale’de bulduğu yolundadır. Gerçi orada çıkan 9 katlı yerleşimin Troya olduğunu gösterecek bir delil henüz yok ve gerçekte hangi tabakadan söz edildiği bir tartışma konusu ama; eğer Homeros‘un yazdıklarını veya ona atfedilerek yazılmış olanları “hakikatin kendisi” kabul edersek, Troya’nın Alman maceracı tarafından bulunan yerde olduğundan kuşkulanmamızı gerektirecek bir durum da sözkonusu değil. Zaten Schlieman da, İlyada‘yı okuyarak gidip bulmuş oraları.

Diğer taraftan, Homeros‘a atfedilen başka bir destan olan Odysseus’un da Gılgamış destanı ile birçok benzerliği dikkat çekici. İkisi de öte dünyaya birer yolculuk yapıyor. Gılgamış‘ın Sümerler’den sonra birçok milletin kütüphanesinde (bu arada Hitit kütüphanesinde) nüshaları bulunuyor. Bütün Ortadoğu ve Anadolu’da bilindiğinin işaretleri var. Halikarnas Balıkçısı‘na göre, Homeros, Odysseus‘unu tamamen bu örnekten ilham alarak yazmış.

Ama bu da tam yeterli bir açıklama değil. Konu çarpıcı biçimde Fars efsaneleriyle de karışıyor ve İran’ı da işin içine çekiyor. Eski Fars efsaneleriyle Yunan efsanelerini karşılaştırın, birebir örtüşen, birbirinin muadili olan pek çok nokta görürsünüz. Bu, elbette tesadüf değildir. Yunan, İran ve Hint mitolojilerinin ortak bir kökeni olması ve bu kökenin de diğer Ortadoğu inanışlarıyla bir şekilde ilişkili bulunmasındandır. Zaman içinde değişikliklere uğramışlar, yeniden üretilmişler, bazı kısımları bazılarınca unutulmuş ve hepsinden önemlisi, tıpkı Tevrat gibi, “millîleştirilmişler”.

Mesela bana öyle geliyor ki, İran efsanelerinde geçen Aryanlar ile Turanlılar’ın savaşı, İlyada‘da geçen Akha’larla Troyalılar’ın savaşından başka bir şey değil. Çünkü Turan, aslında Turya ülkesine mensup olanlara deniyor. Turya ile Troya‘nın aynı şey olabileceğini düşünüyorum. Dolayısiyle “Troyan” ile “Turan“ın… (Üstelik orada da Turanlılar’ın bir kız kaçırma hikâyesi vardır.) Akha’lar ise, Arya’ların zaman içinde bozulmuş bir hali veya onlardan kopmuş başka bir grup olabilir. (İran sözü bilindiği gibi, “Arya”dan gelir; “arî kavmine mensup, soylular çevresi” anlamındadır.)

Yani o ünlü Troya savaşı, Yunan’dan gelenler ile Batı Anadolu’luların değil, çok daha farklı kütlelerin, sanılandan çok daha eski bir tarihte geçmiş bir savaşı olabilir. Bu savaş, kutsal bir savaştır. “İlia“ya, yani “Tanrı’nın Şehri”ne kimin sahip olacağı ile ilgilidir. (“Elena” da bu anlamda bir mecaz olabilir.) Ve çağlar boyunca, kavimler arasında, “Biz bu savaşın temsil ettiği mânâdan geliyoruz” şeklinde anlatılmış, anlatılırken de belli başlı değişikliklere uğramıştır. Homeros, bu savaşın ilk anlatıcısı değil, belki en son anlatıcısıdır.

Hâsılı, savaşın geçtiği İlia şehri, gerçekten bizim Çanakkale yakınlarında olmuş olabileceği gibi, başka yerlerde de olmuş olabilir. Filistin’de, Kafkasya’da, Türkistan’da vs… Yani bütün bu kavimlerin (mesela Hint – Avrupalılar’ın) ataları nereden dünyaya dağılmışsa, tam da orada… Burada yaptığımız hatâ, efsanelerin tam olarak bizim konuştuğumuz üslupla konuştuğunu farzetmek ve gerçekte onların dilini hiç anlamamaktır.

Ben yine kuşkulanıyorum ki, efsanelerin diliyle kutsal kitapların dili arasında bir benzerlik vardır. Belki de “Troya” veya “Turya” ile –Hazret-i Musa‘nın İlahî tecelliye şahid olduğuTur dağı” arasında da… Bu şüphelere sanırım gelecek kuşaklar daha yetkin cevaplar verebilecek delillere sahip olacaklardır.

28 Ağustos 2011

 

Selim GÜRSELGİL

Bir Cevap Yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Adımlar Dergisi sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et