MAHPUS YOLU BEKLERKEN -1. BÖLÜM-
Dergimiz yazarlarından sayın Emel Zor’un 28 Şubat saldırılarının başladığı ve en yoğun yaşandığı 1997 yılının Nisan ayında kaleme aldığı ve ilk kez Şubat 2006 yılında AYLIK DERGİSİNDE yayınlanan “Mahpus Yolu Beklerken” adlı, 2 bölümlük hikâyesini siz okurlarımız için o günlerde yaşananların hatırlatılmasına katkı sağlamak niyetiyle ADIMLAR sayfalarında tekrar yayınlıyoruz.
ADIMLAR
Hikâyenin yazıldığı yıllarda Kıvam Hukuk Bürosunda çalışırken, bana asla işveren olarak değil, tam bir ağabey gibi kol kanat geren, maddî ve manevî desteğini üzerimden hiçbir zaman eksik etmeyen, rahmetli Harun Yüksel Ağabeyimin aziz hatırasına…
EMEL ZOR
MAHPUS YOLU BEKLERKEN -1. BÖLÜM-
İnsanlar yaşadıkları yahut yakın çevrelerinde yaşanılanları niçin kaydetme ihtiyacı hissederler? Bu, en mahrem bir sır dahi olsa böyle… Kimseye anlatamadıkları veya kendilerine bile itirafta zorlandıkları bir takım “sır” cinsinden şeyleri yazıya geçirmeleri, bana hep ilginç, ilgincin de ötesinde muammalı gelmiştir…
Sanırım bu muammalı iş benim de başıma gelecek ve yaşadığım ya da tarafımdan yaşanılmayan, ama yaşayan kimselere yakınlığım dolayısıyla yaşamış kadar olduğum bir takım şeyleri, kelam-kâğıt ve aynı hissiyatı paylaştığım bu insanların arasına bir sır olarak önce paylaşıp, sonra gömeceğim…
Bazı filmler başlarken, ‘’bu film bir hayal ürünüdür ve adı geçenlerin gerçek hayatla ilgisi yoktur”; veya ‘’bu filmdeki olaylar ve şahıslar gerçek hayattan alınmadır’’ şeklinde bir alt yazı geçerler.
Bu hikâye de, kısmen gerçek olaylar ve bu olayları yaşayan şahıslarla ilgilidir, kısmen de değildir…
Yer: Metris Kapalı Cezaevi İnfaz Kurumu Bahçesi
Yıl: 1997
Şahıslar: İBDA/C Davası Tutsak Eş ve Yakınları
Şu Metrisin Önü Bir Uzun Alan-
Ortak bir kaderi paylaşan insanların, duygu ve düşüncelerinde de ortak yanlarının bulunması kadar doğal bir şey olamaz sanırım.
‘’Yanlış mı hissediyorum ya da düşünüyorum?’’ diye açmaza girdiğiniz bir ânda, karşınızdaki insan Hızır gibi imdadınıza yetişip size derdini açıveriyor ve bir anda yalnız olmadığınızı mutlulukla anlayıveriyorsunuz.
İlk nasıl başlamıştı anlatmaya; tam hatırlamıyorum. Sonra kademe kademe söyleyişler ve derken muhteşem sırlar…
‘’Özlem! Tuhaf karşılamazsan sana bir şeyler söyleyeceğim…’’
Sükût, hem de öyle bir sükût ki sorma gitsin… Tahammül gücüm kalmadı sordum:
‘’Ne söyleyeceksen hadi söyle!..’’
İri siyah gözleri bir noktaya takılmış, dalgın ve biraz da ağlamaklı…
…
‘’Hadi ama söyle ne söyleyeceksen!’’
‘’Bunu söylemek öylesine zor ki! Yalnızca söylemek yeterli değil; hâlimi de izah etmem gerekir…’’
Yine uzun bir sessizliğin ardından konuyu açmaya yönelik çabalayışlarım:
‘’Et öyleyse!’’
‘’Özlem!..’’
Bakışımla cevap verişim…
‘’Vicdan azabı çekiyorum!’’
…
Onun bu cümlesi içime öylesine işlemişti ki, ne söylesem kâr etmeyecek diye düşünüp çareyi yine sükût etmekte buldum.
Bir sigara yaktı… İri gözleri yine uzaklarda bir yerlere takıldı kaldı… Neden sonra devam etti. Bütün zorlanışlarına rağmen her şeyi anlatmaya kararlı gibiydi.
‘’Olaylara ve tüm yaşantıma bir mânâ vermeye çalışıyorum. Bazen bocalayışlarım beni boğuyor. Şu, çaresizliği derinden hissedişlerim yok mu?
Bizleri, yalnızca mahpus yolu gözlemeye değil, çaresizliğe de mahkûm ettiler… Hangi kelime hâlimizi izaha kifâyet edebilir ki? Hep söylüyorum; kelimeler duygu ve düşüncelerimizi ifâde ederken adeta ruhsuz birer insan hükmündeler…
Çaresizlik karşısında ‘’çaresiz’’ kalmak ne demek bilir misin? En basitten en girifte kadar tüm problemlerinin kaynağının O’nsuzluğa dayandığını bilmek ama O’na ulaşamamak…
Bizleri ayrı dünyalarda yaşamaya ve bu dünyalardan ne yaparsak yapalım sıyrılamamaya da mahkûm ettiler.
Hâlimi yalnızca sen değil, aynı duruma düşürüldüğümüz onlarca insan anlar. Ama sen başkasın… İnsanlar, bizim insanlarımız, çoğu zaman rol yapıyorlar gibi geliyor bana. Belki doğrusu da bu; bilemiyorum… Oysa hepimiz biliyoruz ki bizim şu yaşadıklarımız, hepimizin yaşadığıdır. Bizlerin farkı yalnızca bütün bunları ifâde eden olmak. Kendime bile itiraf etmekten korktuğum bir takım gerçekleri anlatmaya çabalayışıma şaşırıyorum şu ân. Çünkü uzun zamandır, kafamda şekillendirdiğim şeyler değil sana söyleyeceklerim… Nereden başlar, nasıl devam ettirir ve ne şekilde nihayete erdiririm tarzında bir plân bile yapmış değilim hâlâ…
Zaten hiçbir şey de plânladığımız gibi olmuyor öyle değil mi? Bizleri çok şükür ki, plânsız ve programsız bir hayata mahkûm ettiler. Kader inancımızı pekiştirdiler ve Allah’ın hesabı üzerine hesap olmadığının tam bilincine erdirdiler. Bunun için aslında onlara minnettar olmalıyız.
…
Kafamda çözümsüz binlerce soru var. Hepsi orada, adeta alay edercesine dans ediyorlar. Bir türlü, bir türlü sonuca ulaşamıyorum… Yaşadığım bir buhran mıdır nedir? Her şey cevapsız, her şey mânâsız … Tüm bu mânâsızlık denizinde mânâlı olan tek şey ‘’mücadelemiz’’. Çok şükür ki Allah bizi hâlâ ‘’terk etmedi’’. Şu dışımızdaki insanların eften püften meşgalelerine bazen tahammül edemiyorum.
Bizler gerçekten seçilmiş insanlarız. Gelenek ve göreneğe dayalı, Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in de tabiri ile ‘’marka Müslümanlar’’dan farklı yepyeni ve dipdiri bir gençliğiz. Tek duam, Allah’ın bizleri bu yol üzere can verenlerden eylemesi…
Şimdi biraz rahatladım. Beni sessizce, sorgusuz sualsiz dinleyişlerin yok mu?! Nasıl huzur verdiğini ifade etmem imkânsız… Seninle sessiz gecelerde, karanlığı ve yalnızlığı az paylaşmadık. Oysa şimdi… onu bile elimizden aldılar…’’
“Evet” dedim; “artık maalesef kendimize ait bir evimiz bile yok! ”
Yaktığı kaçıncı sigaraydı bilemiyorum… Saymayı bırakalı oldukça uzun zaman olmuştu. Yine derin bir nefes çekti ve anlatmaya devam etti:
‘’Artık insanlarla ilişkilerimi zoraki sürdürüyorum. Konuşmayı bile unuttum desem yeri. Kelimeler kafamda ritimsiz raks ediyorlar. Onları bir türlü toparlayıp, cümle kuramıyorum. Hayat tarzımıza ne kadar da uyuyor değil mi, bu dağınıklık ve toparlayış çabaları?..
Beynim bir cam fanusa konulmuş gibi. Her şey silik ve belirsiz… Dünyaya bir sis perdesinin ardından bakıyor gibiyim. Hiçbir şey net değil… Bu öylesine korkunç bir hâl ki, anlatamam. Çoğu zaman bir caddeden diğer bir caddeye geçerken, arabaların keskin frenleriyle yahut kulak yırtıcı kornalarıyla kendime geliyorum. Korkuyorum, hem de çok korkuyorum. Sanki her şeyle irtibatım koparıldı… O’na kavuştuğumda bu hâl ortadan kalkacak mı, yoksa artık müzmin bir hastalığa yakalandım da dönüşüm yok mu? Sen ne dersin bu konuda?”
Sorusunu, eğik başını yukarıya kaldırarak ve biraz da “Ne olur ters bir şey söyleme!” şeklinde bir yalvarma edasıyla sormuştu.
“Her şey iyi olacak Gülşah; hiç merak etme!” diyebildim yalnızca.
Kim bilebilirdi ki bu hâl, ömrü boyunca yatağa mahkûm bir insanın imkânsız tedavisi gibi onda da kalıcı olmasındı? Ve yine kim bilebilirdi ki, her şeyin yoluna girmesiyle kötürüm bir hastanın mucizevî ayaklanışı gibi, o “sis perdesi”nin yırtılma ihtimalinin de bulunduğunu…
Aslında bizleri korkutan belki de buydu… Yani, Allah’ın bize lütfettiği sonsuz bir sabırla her şeyi ama her şeyi bekliyorduk da, problem “görme” tarafında düğümlenip kalıyordu. Belki de bir daha artık umut ettiğimiz şeylerin hiçbirini asla göremeyecektik. Çocuklarımız bir ömür boyu “babasız” yaşamaya mahkûmdu belki de… Anne ve babalar evlat kokusuna hasret, gelinlik çağındaki genç kızlarsa, sevdiklerinin ellerini bile tutamadan hayata veda edebilirlerdi. Belki de eşlerimizle, “yakalanmalarından” önce geçirdiğimiz son gecemiz, gerçekten de son geceydi… Bütün bu korkuların gerçekleşmeyeceğini kim garanti edebilirdi ki?
“Ne düşünüyorsun Özlem; daldın sanki?”
Hayatımızdaki benzerlikleri, veya daha doğru bir ifadeyle aynılıkları düşünüyordum ama “hiç değilse şu an güçlü olmalısın” deyip, kendimi frenlemenin daha doğru olacağına karar verdim.
“Yoo! Dalmadım; yalnızca seni sık boğaz etmek istemediğimden sessiz kalmayı tercih ettim” şeklinde klişe bir cevap verdim.
“Beni sık boğaz ettiğini hiçbir zaman düşünmedim. Sen her zaman iyi bir dinleyici ve iyi bir dost oldun. Her hâlini ama istisnasız her hâlini seviyorum. Belki de, evet belki de sana olan sevgim, sende kendimi görmemden kaynaklanıyordur” dedi.
“Zaten her zaman öyle olmamış mıdır?” dedim. Sonra yıllar önce bir yerlerde okuduğum ya da bir yerlerde dinlediğim garip ama gerçek bir olaydan bahsettim.
“Belki konuyla çok fazla bir münasebeti yok ama bu konuştuklarımız bana “ölen bir insanın ardından ağlayan kişinin üzülmesinin sebebinin, aslında o çok sevdiği insan için değil, yine kendisi için olduğu gerçeğini tedai ettirdi. Bunu ilk duyduğumda bir mânâ verememiştim ama uzun bir aradan sonra, bir cenazede feryâd-figân eden kişilerin sözlerine dikkat kesildiğimde, doğruluğuna kesin hükmettim. Ağlayanlar gerçekten de “ölen”den çok “kendileri” için ağlıyorlardı. “Bizleri boynu bükük bırakıp nerelere gittin; biz sensiz şimdi ne yaparız?” türünden cümleler de bunun en canlı örnekleriydi.”
Bu anlattığım olaydan sonra gülüştük. İkimiz de biraz rahatlamış gibi görünüyorduk. Ama henüz hiçbir şey konuşamamıştık. Konuya, tekrar nasıl giriş yapacağını, ya da O yapamazsa benim ne söyleyeceğimi merak etmeye çoktan başlamıştım…
Bu merakım uzun sürmedi ve hiç de beklemediğim bir anda, konuşmasına hiç ara vermemişçesine devam etti:
“İnsanlarla ilişkilerimde zorlandığımı” söylemiştim. Bu hâl garip şekillerde tezâhür ediyor. Bazen yakınımdaki kim olursa olsun, o insana tahammül edemiyorum. Kendimi herkesin ama herkesin yanında güçlü olduğuma inandırış çabalarımdan bıktım. Kendimi yanında kapıp koyuvereceğim ve hıçkırıklara boğulacağım tek insan belki de sensin. Ama mekân problemimiz olunca, bu iş de ısmarlama olmuyor işte… Anlayacağın buncacık şeyi bile başarma ihtimalim yok gibi bir şey… Şu ânda bile ortam öylesine rahatsızlık verici ki! Şu, arada bir yakınımızdan geçen insanlar, bizim insanlarımız, bir şeylerin olduğunun farkındalar. Ama öylesine kendimizi kaptırmışız ki, yanımıza gelmeye bir türlü cesaret edemiyorlar. Oysa başka zaman olsa, şurada sigara muhabbetini çoktan kurmuştuk bile… Onların yolunda gitmeyen bir takım şeyleri sezinlemesinden nasıl rahatsızım bilemezsin. Ama soru sormayışları güzel. Çünkü böylesine asla katlanamaz, soruyu soran her kim olursa olsun gözünün yaşına hiç bakmadan kalbini kırabilirdim.
Hatırlıyorsun değil mi; bundan yaklaşık üç hafta kadar önce yine burada, boş kabinlerden birinin dibine çökmüş ağlıyordum. Ellerimi tutmuş ve sen de benimle birlikte ağlamıştın. Sonra Gülnur’un da bize sorgusuz sualsiz katılışını hayretle görmüş ve o isterik gülme krizleri içinde zoraki, “İyi de sen neden ağlıyorsun?” diyebilmiştik. Verdiği cevap, seni bilmem ama beni son derece memnun etmişti:
“Siz ağlıyorsunuz ya yetmez mi?”
Yani ağlamak için bundan daha güzel bir sebep icat edilemezdi o ânda…
Bu insanları seviyorum; hepsini topluca sevmenin yanı sıra, ayrı ayrı da seviyorum. Hâlden anlıyorlar vesselâm!..
Bir de, en ufak bir güçsüzlüğümde hâlden anlamayan insanlar var. İşte asıl tahammül edemediklerim bunlar. Onların yanında, hiçbir şeyi problem etmediğim ve hayatımdan son derece memnun olduğum rolünü her daim oynamalıyım. Çünkü en ufak bir moral bozukluğunda dahi, sarf edecekleri sözleri çok net tahmin edebiliyorum. Nasıl mı? Bunun öyle medyumluk bir tarafı yok. Çünkü her seferinde aynı şeyleri söyleyip, aynı şekilde davranıyorlar… Avının üstüne her ân atlamaya hazır vahşi bir hayvan gibi zayıf tarafını kolluyorlar. Bulduklarında da öylesine acımasız olabiliyorlar ki, böyle bir ortama meydan hazırladığım için kendimden tiksinmeme sebebiyet veriyorlar. Bu insanlarla böylesi bir hayatı paylaşmak da işkencenin bir diğer çeşidi…
Bir de, tarifinde oldukça zorlanacağım, bir başka işkenceci tipi var ki, belki de beni en çok muzdarip eden tipler, işte bu tipler… Bunların yaklaşımları çok ama çok farklı… Dikkat edersen yavaş yavaş işin en girift tarafına doğru geliyorum… Bunu, şu ândan itibaren zorlanışlarımı daha iyi kavrayabilmen için belirtiyorum… Bu tipler, nasıl desem, sanki senin derdini kullanarak kendilerine bir pay çıkarma sevdasında gibiler. Yok aslında, haksızlık etmeyelim; tam tarifi bu da değil… Anlaşılan bu insan tipini çizmekte hayli zorlanacağa benziyorum… “Belki de karşılarında zayıf bir insan görmek onları mutlu ediyor” diyebiliriz buna. Çünkü kendi içlerindeki güçsüzlüklerini her koşulda baskı altında tutmaya çabalayan ve her ne şart altında olursa olsun, her daim çivi gibi ayakta durabildiği rolünü oynayan bu insan tipi, az önce de konuştuğumuz gibi, güçsüz bir insanda belki de kendilerini buluyorlar. Ve yine belki de bu buluşla, sana yakınlık göstererek kendilerinin bile fark etmediği bir kullanma politikasını uygulamaya başlıyorlar. Onlara kızamıyorum, hatta anlayışla bile karşılıyorum ama bu hâl bazen canımı fazlasıyla yakıyor… Çünkü bu tipler çoğu zaman kişiliksiz bir tablo sergiliyorlar… Aslında bu da çok doğal… Yani nihâyetinde, güçsüzlüklerini her ne kadar bir kere belli etmiş olsalar dahi, onlar bunu kendilerine bile kabul ettirmekten korkan tipler.
İşin asıl enteresan tarafı, bu tipler samimiyeti bütün bütün hiçbir zaman yakalayamıyorlar. Tam yakaladıklarını düşünmeye başladığım ânda, “ben senin gibi aciz bir insan değilim” dercesine, öylesine garip tavırlarla karşıma çıkıyorlar ki, işin doğrusu afallayıp kalıyorum. İşte bu yüzden, en çok bu insan karakterinde dengeyi nasıl kuracağımı bilemiyor ve ne tür bir davranma modeli çizeceğimi kestiremiyorum. En çok moralimi bozan şeylerden bir tanesi de, bu garip insan modelinin, sanki ikinci bir kişiliği devreye giriyormuşçasına, kendilerinde en ufak bir muhasebe dahi yapma gereği hissetmeksizin “beni” suçlamaları…
O bahsettiğim samimiyet ortamına güvenerek, kendimle alakalı bir takım tespitlerimi korkusuzca ifâde ettikten ve ona göre davranmaya başladıktan sonra, her şeyin daha iyi olacağını, ilişkinin daha bir rayına gireceğini sanmakta bir takım yanlışlıklar yaptığımı, maalesef sonradan görebiliyorum. Çünkü bu insanlar, beni o samimi atmosfer içerisinde her ne kadar anlıyormuş gibi görünseler de, ya da belki de anlasalar da, ikinci kişilikleri devreye girdiğinde, kendimle alakalı tespit ve itirafları kullanma yoluna gidebiliyorlar.
Bakışlarından konuştuklarımı yeterince anlamadığını hissediyorum. Evet, gerçekten de anlattıklarım çok rahatlıkla anlaşılabilecek türden şeyler değil. Aslında bu durum, olayın karışıklığından kaynaklanıyor. Yani ben, tüm bu anlattıklarımı ve anlatmaya çalıştığım bu girift hâdiseleri ve insanları kendi içimde bile çözmüş değilim. Hatırlarsan, konuşmamın başında, “kafamda onlarca çözümsüz sorun var!” demiştim sana… İşte bu çözümsüzlükten artık yıldığım için seninle konuşma ihtiyacı hissettim. Bir de belki, beni sessizce dinlemenin verdiği rahatlığın yanı sıra, çözüme yönelik bir takım fikirlerin olabilir ümidi içerisindeyim…”
…
Onun bu çırpınışları karşısında, devreye girme zamanımın geldiğini hissettim.
‘’Evet, Gülşah; anlattıkların gerçekten de oldukça karışık şeyler… Bir takım şeyler hissediyor olmakla birlikte, seni daha iyi anlayabilmem ve çözüme yönelik tahminlerde bulunabilmem için bana somut şeylerden bahsetmelisin. Mesele, bu tip bir hâli kiminle ya da kimlerle yaşadığın değil. Ya da en azından bana öyleymiş gibi göründü… Haksız mıyım?’’
‘’Yoo, hayır; çok haklısın’’ dedi.
‘’İşin bu tarafında anlaştığımıza göre bana somut olarak bir olaydan bahsedebilir misin?’’ dedim.
‘’Somut olarak bahsedeceğim olayların da pek bir önemi yok aslında…’’ dedi. ‘’Önemli olan yalnızca bu olaylardan sonra hissettiklerim ve bu hisleri mânâlandırmaya çabalayışlarım…’’
‘’Öyleyse, senin samimi itiraflarından sonra, onların seni nasıl kullanma yoluna gittiklerini söyle bana; bunu yapabilir misin? Yani bu durum da, yalnızca bir sezgiden mi ibaret, yoksa kafanda örnekleştirmeyi başardığın bir şey mi?’’ dedim.
‘’Evet, bunun için sana bir örnek verebilirim’’dedi. Bu cümleden itibâren kafasında onlarca örnek olduğunu hissetmeme rağmen hâlâ zorlanıyor olmasına bir mânâ veremedim. Sanırım vereceği örneği iyi seçmekte itina gösteriyordu. Bir müddet sonra, beklemekten artık sıkılmış ve ‘’ne olursa olsun’’ diyen bir edayla konuşmasına ani bir giriş yaptı:
‘’Günlerden bir gün, yine samimi – ya da benim öyle olduğuna inandığım – bir ortamda ilgili konuyu örneklendirmem ve hâlimi çok daha net izah edebilmem için kendimden bahsetmem gerekmişti. Aslında bu, bir özür dileme konuşmasıydı. Yaptığım hatanın farkında olan belki de yalnızca bendim. Ama maalesef, her zaman ki o aptalca hassasiyetim yüzünden, bu bile beni rahatsız etmeye yetti ve ‘’onlar fark etsin ya da etmesinler; önce yaptığın hatayı söyleyip sonra da özür dilemelisin’’ diye düşünüp konuşma kararı aldım.
Çok, hem de çok aptalca. Ama ‘’samimiyetimin ve hassasiyetimin’’ ölçüsünü anlayabiliyor musun? Sen anlarsın diye tahmin ettiğimden – yoo hayır, bundan emin olduğumdan – anlatmıyor muyum zaten tüm bunları? Ama bu hâlimi anlamayan insanların sayısı öylesine çok ki, ben de onları anlayamıyorum… Yani, insanlarda olması elzem en büyük özellik ‘’samimiyet’’ değilse nedir ki? Ne olmuş bu insanlara ki, karşılarında böyle bir insan gördüklerinde uzaylı görmüşçesine şaşırıyorlar ya da bunu bile yapmaktan aciz bir tavırla seni ‘’aptal ‘’ gözüyle görmeye başlıyorlar… Tuhaflık bende mi yoksa türümün son örneği miyim de, bütün bunları bu yüzden yaşıyorum; bir türlü çıkış yolu bulamıyorum… İçim parça parça… Acı çekiyorum ve ne yaparsam yapayım bir türlü buna engel olamıyorum…
İşte böyle bir ortamda ve böyle bir konuşmada, ‘’ben’’ dedim ‘’alsında çok tuhaf bir insanım! Hangi olaydan ne şekilde etkileneceğimi bazen kendim bile kestiremiyorum… Buna bağlı olarak da ne zaman, ne tür tepkiler vereceğim hiçbir zaman belli olmuyor. Ve içimde nasıl bir fırtınanın koptuğunu kimse anlamadığından, ‘’zor ve anlaşılmaz’’ bir insan tablosu çiziyorum… Oysa o kadar da zor bir insan değilim. En azından hâlimin izâhını, yanlış anlaşılmamak adına her zaman yapma taraftarıyımdır… Ama bunun için karşımdaki insan çok önemlidir; yani hâlimi izâh edeceğim kişinin beni anlayacağından emin olmam şart… Aksi takdirde nasıl bir hâl yaşarsam yaşayayım hep huzursuz ve içine kapanmayı tercih eden bir tablo çizmeyi tek ve en emin bir yol olarak seçmişimdir.’’ Şeklinde sözler sarfetmiştim .
İşte bu konuşmadaki ‘’olaylardan nasıl etkileneceğim ve ne tür tepkiler vereceğim hiçbir zaman kestirilemez’’ sözüm, acayip kullanılmalara sebebiyet verdi… Daha sonraki birçok konuşma ve olayda bu hâlim hep eleştiri sebebi oldu. ‘’Parçalı bulutlu’’ benzetmesinden tut da, ‘’hareketlerimi kontrol edemediğime’’ kadar bir dolu safsata… Oysa bu hâlim, onların bir keşfi değil, yalnızca benim bir dikkat çekmemdi. Buradaki ‘’dikkat çekme ‘’ kelimesi, o hâlimin benim söylememden sonra dikkatlerini çekmesi mânâsında…
İşte bu ve buna benzer bir çok şey moralimi bozuyor. İşin enteresan tarafı da beni bu şekilde yargılayan insanların benden çok daha fazla “parçalı bulutlu’’ olması… Bana acımasızca ve haksız yere ‘’sen hiç halinin muhasebesini yapıyor musun?’’ diyebilme cesaretini gösterebilen bu kişiler acaba kendilerine bu soruyu sormayı hiç akıllarından geçirdiler mi? Oysa ben kendimden o kadar eminim ki… Ve yine, kendimden en az emin olduğum kadar emin olduğum bir şey daha varsa, o da çevremde hiç kimsenin benim kadar muhasebe yapma gereği hissetmedikleridir. Bu nasıl bir ‘’haksızlık’’ ve nasıl bir ‘’cesaret’’; işte buna mânâ vermem mümkün değil! Benim gösterdiğim hassasiyet ve samimiyet ancak bu kadar istismar edilebilir diye düşünmekten başka çıkar yol bulamıyorum kendime. Anlayacağın çok yaralıyım ve ‘’bir daha kimsenin beni yaralamasına ve acı çektirmesine izin vermeyeceğim’’ diye kendi kendime her ne kadar söz versem de bunu bir türlü beceremiyorum… HASSASSİYETİN BÖYLESİNE BİNLERCE LANET!
Gözleri dolu dolu olmuştu… Ama bu seferki gözyaşlarında kızgınlık ve kin vardı âdeta…
‘’Ben’’ dedi, ‘’gerçekten acı çekiyorum… Narsist bir insan olduğumu her zaman kabul ederim; bunu sen de iyi bilirsin. Ama ben, bu insanlara bakarak, narsist olmakta haklı olduğumu düşünüyorum… Yani objektif bir gözle kendime baktığımda ‘’benim gibi bir insanı kimsenin üzmeye hakkı yok!’’ diye düşünmemek imkânsız!.. Her zaman, ama her zaman iyi niyetliyim ve kimseyi kırmak arzusu –istesem de – taşıyamıyorum. Kızgınlıklarım öylesine çabuk geçiyor ki. Yüzde yüz haklı olduğumu düşündüğüm bir konuda dahi kısa bir müddet sonra, kendimi karşımdaki insanın yerine koyup, onun gibi düşünmeye çalışıyor ve onun adına da haklılık payları çıkarıyorum. Daha sonra bir dolu kararlar aldığım hâlde kırgınlığı fazla uzatmayıp, ‘’herkesin kendine göre bir haklılık tarafı vardır;’’ o da kendine göre haklı olabilir diyorum. Ama karşımdaki insanların hiç birinde benim gösterdiğim tavrı bir türlü bulamıyor, bunun üzerine yine kırılıyor yine en çok kendimi seviyorum… Kendimde insan taraflarımı keşfetmem aslında çok hoşuma gidiyor. Ama bu insan taraflarımı acılardan sonra keşfetmek bazen içimi buruyor desem yalan olmaz. İşte bu yoğun hislerden sonra çok ama çok yoruluyorum… Önce kendimi, sonra insanları tahlil etmek, daha sonra tekrar kendime dönüş yapmak ve olayları değerlendirmek… Off, Allah’ım!.. Öylesine zor ki bu durum, sana anlatamam. Bütün bunları yapmayı hiç ama hiç istemiyorum fakat bu benim elimde değil. İşte kendimde en çok eleştirdiğim bu hâli, bir başka insan tersinden eleştirmiyor mu, buna ifrit oluyorum… Anladın, muhasebe meselesi… Benim, muhasebeden beynim çatlama noktasına gelmişken… Neyse boş ver ; yine çok yoruldum…’’
Hakikaten yorgunluğunu, bana da öylesine hissettirmişti ki, ‘’sat anasını Gülşah dedim!’’.
‘’Bizler Allah’ın lütfu mudur, yoksa bir cezası mı bilemiyorum ama gerçekten de farklı insanlarız. Farklı insanların her zaman acı çekmesi kadar doğal ne olabilir ki?’’
‘’Bizler’’ dedi, ‘’belki de bizler, acı çekmeyi gönüllü kabullenmiş insanlarız. Alelade yaşamak elimizden gelmiyor. Her şeyi, ama her şeyi dert etmek bizim vazgeçemediğimiz bir zevkimiz de olabilir. Görüyor musun, yine kendimizi tahlil işi üzerindeyiz. Anlayacağın biz adam olmayız! Bence bu konuşmaya daha sonra devam etmek üzere ara verelim. Seninle, eğer müsait bir zaman bulabilirsek bir gece sohbeti yapmayı daha çok arzuluyorum. Ortamın bu gerginliğine daha fazla tahammül edemeyeceğim’’ dedi.
‘’Kafamı allak bullak edip kaçamazsın!’’ diyerek espri yaptım.
‘’Bazen her şeyden kaçmak en iyi çözüm değil midir?’’ dedi.
‘’Evet, haklısın ama kaçmak bizim yaradılışımıza ters değil mi sence?’’ diye sordum.
‘’Keşke bunu başarabilseydik…’’ dedi, diliyle dişi arasında…
‘’Evet; keşke, hiç değilse bunu başarabilseydik!’’ diyebildim.
…
Ayrıldık sonra… Bir, bilemedin iki hafta, tekrar bir araya gelinceye dek, ikimiz de kendi mekânlarımızda, kendi yaşantımızı sürdürmeye devam edecektik. O farklı insanların içinde yaşayacaktı yalnızlığını, ben farklı insanların içinde…
‘’TÜM FARKLILIKLARA RAĞMEN HAYATIMIZ AYNIYDI…’’
EMEL ZOR