KAYBOLAN SOMUN, ÇÖKEN NİZÂM
Bir yardım kuruluşunda gönüllü olan bir ağabey mazlum coğrafya Afrika’nın bir bölgesinde tanık olduğu su kuyusu meselesini anlatmıştı. Batılı bir kuruluşun yıllar önce açtığı kuyunun mekanizması arıza yapmış, teknik bilgisi olmayan ahali kuyuyu verimli kullanamamıştı. Meğer mekanizmanın bir parçası olan basit bir somunun olmayışından kaynaklanıyormuş arıza. Mekanizmayı tanımayan ahali -doğal olarak- arızayı da tespit edip giderememiş. Burada gerçek sorun Batı’nın hep orada kalabilme gayreti ve bu gayrete binaen hep canlı tutulan sorunlar…
Bu hikâye aslında bize çok şey anlatıyor. Bu mekanizma bizim devlet şuurumuza denktir. İngiliz aklının öncülüğünde Batı’nın Endonezya’dan Afrika’ya dek girip tarumar etmediği hiç bir yapı yok. Tarumar edilen yapıların yerine dikilen göstermelik, derme çatma yapılar ise iki asırdır sorun üretmekten başka bir iş yapmıyor. Ve sorun var oldukça onlar da hep var oluyor. Bugün gelinen noktada ise sorun yalnızca bir basit somunun yokluğu olmaktan çıkmıştır.
Aslında yitirmiş olduğumuz hafızamızı canlandıracak ve kendimize gelmemize vesile olacak bunca dehşet verici hadise içerisinde kıvranıp durmamız beyhude. Bırakın çağa konuşmak şöyle dursun, henüz çağı tanımlama gayretinden dahi yoksun bir hal üzereyiz. Ne öfkemiz öfke gibi, ne hüznümüz hüzün. Umudumuz dahi yapmacık ve bir o kadar afyon gibi. Çağımızı çalanların işkencelerine alışmış bir vurdumduymazlık içerisinde umudumuz dahi umut gibi değil…
Slogana dönmüş tepkisizliğimiz ile yalnızca bir kaç günümüzü meşgul eden son dakika haberlerinden birisi:
”Afganistan’da işgal güçleri yüz hafızımızı katletti.”
Kahrolsun ABD…
Kahrolsun Emperyalizm!
Kahrolsun, kahrolsun!
Hayır, hayır!
Önce bizim bu halimiz kahrolsun. Bu pısırık ve acziyet içerisinde kıvranan dilenci görünümlü halimiz. En azından aczinin idraki ile acziyetini giderme derdine dahi düşmeyen bizlerin ötenazi istercesine razı olduğumuz hal kahrolsun. Bu hal üzere sığındığımız ifade; ”Filan ülkede bir çocuk ölse yürürdünüz!” Bu ifade bir acziyet perdesi. Bu ne biçim bir acziyet ki kendi üzerine düşen hiçbir şey yokmuş gibi sorumluluğu sorumsuzların boynuna yüklüyor? Bu acziyetin dahi idrakinde olmayan halimiz kahrolmadıkça kahrolur mu kahrolasıcalar?
Beynimize inen balyoz darbeleri, ikinci dünya harbinde iki beldesinin atom bombası ile tarumar edilmesi neticesinde teslim olan, askeri sahadan el çektirilen, elindeki bütün gücü teknik gelişime aktaran ve belki o günün intikamı ile yanıp tutuşan Japon aklına inseydi, dünyayı feth eder, fezayı inşa ile meşgul olurdu sanıyorum. Biz kendimizde böyle bir sorumluluk hissetmiyoruz! Kendimizde hissetmediğimiz gibi yeni nesillerin de bu sorumluluğu taşımasına mani oluyoruz. Öfkemiz dahi öfke gibi değil!..
Nerede bir Müslüman kanı dökülse ”Hilafet olsaydı!” diyoruz. Yok, bugün yok. Öyle ise plânın nedir? Yani ”Hilafet” oluncaya dek ölecek mi insanımız, çiğnenecek mi topraklarımız? Henüz devlet olma salahiyetine dahi sahip olmayan coğrafya ”Hilafet olsaydı” ile kurtarılamaz. Afganistan’da devlet yok, olmadığı için insanımız katlediliyor ve hesap sorulamıyor! Bakın Suriye de devlet yok! Bir taraftan ABD diğer taraftan Rusya insanların üzerine ölüm yağdırıyor lakin hesap soran yok, hesap verme kaygısı yok. Libya’da Fransa’nın işlediği cürümün hesabını soracak bir irade yok! Her gün Pakistan’da insansız hava araçları ile insanımız öldürülüyor, hesap soracak bir irade yok. Kısacası Hilafeti inşa edecek bir devlet aklı yok ortada. Afganistan’da yüz şehid hafızın hesabını soran olmadığı gibi, Türkiye’de 250 insan katledildi ve devletin en tepesine kadar idareciler isim vermeden ”bu işin arkasındaki ülkeyi biliyoruz” dediler ama o ülkeye karşı hiç bir yaptırımda bulunamadılar! İslam coğrafyasında devlet aklına hâlâ sahip olan bir kaç ülkeden biri olan, belki de birincisi olmasına rağmen! Bu ne acziyet, bu ne zillet! Yer yüzünün en değersiz maddesinden dahi değersiz kılınan Müslüman canı, kanı.
Ne tarih şuurumuz ne de medeniyet anlayışımız kaldı. Gündelik siyasi çıkarlar peşinde bu çağı da heba ediyoruz. Kaç çağı daha heba edeceğiz bilemiyorum. Anadolu kendisine gelip, olması gereken gibi olup, hamaset ve ruhsuz, köksüz lakırtı politikasını bırakıp, devlet nimetinden yoksun şu koca coğrafyaya; ne teknik, ne bilim, ne de başka bir şey, yalnızca devlet şuurunu götürse yapılacak en iyi şeyi yapmış olur.
Lakin öyle ki Anadolu’da devlet şuuru tarumar edilmekte, toplumun ayakta kalabilen bütün dinamikleri ile oynanmakta ve devleti yönetenlerin eli ile yapı çözülmekte. Kelin ilacı olsa kendi başına sürer kabilinden, bizden ilaç bekleyen koca coğrafya kan emici canilerin kanlı ellerine terk edilmekte.
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nde yaşanan hadise, devletin eksik olan parçasının artık somun olmaktan çıktığı ve mekanizmanın adeta bütün işlevini yitirdiğini göstermektedir. Devlet ve toplumda gammazcılığı teşvik ve taltif edip, itirafçı görünümlü iftiracılar kullanılarak oluşturulan iklimin meyvesi 4 canın vahşice katledilmesi oldu. Bu yalnızca olayın yaşandığı üniversiteye has bir şey değil. Bugün bütün devlet mekanizmasını saran bu çürümüşlük yalnızca en dikkat çekici meyvesini verdi.
Devlet’in düşürüldüğü bu acziyet ve zillet halinin gösterdiği hakikat, Dündar Taşer Bey’in Süleyman Demirel için söylediği şu söz bugün aynı ile vakidir; bir farkla ki fail değişmiştir: ”Batılılaşma macerası ile başlayan nizamın bozulması, demokrasi tecrübelerimizde basit ve hırslı politikacılar ile arttı. Şahsî otoriteler bir zaman bu nizamsızlığı örttü; ama, Süleyman Demirel iktidarı bütün çıplaklığı ile ortaya çıkardı ki, nizam çökmüştür, yeniden kurulması gerekir.”
Suat KÜRŞAT