ESATİR VE MİTOLOJİ’YE DAİR: 13 – YUŞA ALEYHİSSELAM – KEŞİF

ESATİR VE MİTOLOJİ’YE DAİR: 13 – YUŞA ALEYHİSSELAM – KEŞİF

ESATİR VE MİTOLOJİ

Eserin yirmiüçüncü bölümü “Kuşlar” başlığıyla başlıyor. Bölüm içindeki diğer başlıklar: Küllî İrade – Cüz’i İrade, Bilicilik, İnsiyak – Şuur, Kehanet, Kuş Biliciliği, Çeşitli Kültürlerde, Atlantis ve Kuşlar, Etena… 

Eski kültürlerde, özellikle şaman kültüründe, bilindiği gibi, kuş ruhun sembolüydü; ruh da kuş gibi “uçabilen – volatilé” sayılırdı. Bununla beraber, çok enteresan şeyler:

Tabii sezgi – daha incedir

bütün insan kavrayışlarından

kehanete çok yakındır

ve ona çok benzer

bu içgüdü yüzünden

bazı hayvanlarda tabîi olarak

kesin bir harika bilicilik ışığı

bu – bazı köpeklerde pek belirgin

hırsızı bulup yakalamak gibi

ve pek acaip bir iş

akbabalar – taze cesetleri önceden görmüşçesine

o yerlere ölmeden toplanırlar

keklik – yuvasından çalınan

yumurtalardan çıkan yavrular

beslenmek için doğru annelerinin yanına…

 

Aynı içgüdüyle idrak edilir

zararlı ve korkutucu şeyler de

–insanın duyuları onlardan habersizken–

bundan ötürü nice insan

hiç akıllarına bile gelmediği hâlde

meselâ – bir evde saklanan hırsız

kimsenin haberi olmasa bile

sanki sebepsiz bir sıkıntı

basar evdekilerin bir kısmını…

 

(…) tarihte Mısırlı Heraiscus

İlâhî tabiatı olan bir adam

temiz olmayan kadınları

sadece gözlerinden değil

uzaktan duyduğu seslerinden de

ondan sonra kötü bir başağrısı…

 

Bir başka misâl – âşık bir kadın

sevdiği adamı hemen hemen

üç kilometre öteden algılayan…

 

Vakıa derler – üzerine sinmiş

yabancı bir erkek kokusundan dolayı

erkeği tarafından toplanmış leyleklerle

parça parça edilen bir dişi leylek…

 

ASB diye bilinen bir yılan

Mısır’da – bir adamın evinde hergün

masasına gelip beslenir

günün birinde ev sahibinin oğlu

öldürür yavrularından birini – yılan da onu

ve gelmez bir daha eve…

 

Platoncular’ın anlayışlarına göre

aşağı şeylere konulan bir güç

bu güçten ötürü onların parçalarının çoğu

üst tabakayla uyumlu

hayvanların sözsüz tasvibi de

İlâhî cisimlerle uyumlu gibi

onların gövdeleri ve duyguları

İlâhî cisimlerin güçlerinden etkilenir

bunun için – tanrılarla ilişkilendirilir!

(…)

Bir hayvanın çıkardığı her ses

onun canındaki sevinç – üzüntü – öfke gibi

bir takım tutkuları gösterir

bu sesler – onlar hakkında bilgisi olan için

anlaşılmayacak ölçüde olağanüstü değildir

Yunan filozofu Demokritos da

bu sanatı açıklamıştır:

– “bunların kanlarının birbirine karıştırılması

bir yılan üretir – bunu yiyen kişi

kuş dilini anlayacaktır…” (Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji, s: 421-422-423-424)

13 Nisan 2013

 

KADİM İLİMLER

Zamanla kaybolmuş, kırıntıları kalmış, modernizmin “bunların hepsi uydurma” diye reddettiği, ama günden güne daha fazla merak uyandıran, daha fazla araştırmaya konu olan kadîm bilimlerden örneklere Esatir ve Mitoloji’de bol bol yer verilir. Buraya pek çoğunu alamıyorum ama, şimdi yazarken bir şey hatırladım:

Seslerin, sözlerin kâinatta kaybolmaması… Mirzabeyoğlu, Metris’te bir gün, şimdilik sadece basına magazin malzemesi olarak yansıyan bu tür şeylerden söz ediyordu. Sözgelimi bir mekânda, iki insan konuşuyorlar, konuştukları sesler o duvarlarda, tıpkı bir plak’a kaydedilir gibi iz bırakıyor… Depremler, felâketler, aradan binlerce yıl geçiyor… Bir arkeolojik araştırmada, o mekânın duvarlarına veya oradaki bir eşyaya ilişkin bir parça bulunuyor… İşte bu parçada izi kalmış sesleri yeniden canlandıran bir teknik geliştirilmiş… Bundan söz ediyor… Derken dönüp şöyle dedi:

“Bunlar bir veli için yeni değildir… Şimdi buraya gelse, şu duvarın önünde ne konuşulmuş bir bir söyler size!”

Demek ki, bugün mânâsı kaybolmuş kadîm ilimlerin sırrına yaklaşmanın da tek yolu var: İslam tasavvufu!..

14 Nisan 2013

 

ESATİR VE MİTOLOJİ

Eserin otuzüçüncü bölümü “Türemek-Ağaç” başlığını taşıyor. Bu bölümde yer alan diğer başlıklar: Tenasül-Türemek, Şecir-Küçük ve Kısa Ağaç, İslâm ve Gayrı, Keşif-Duru Görüş, Kalb, Kalb ve Dil, Ümmî, Kâbe ve Namaz, Hayret, Varlık-Hayret, Kelime-Logos, Yevmiye-Ağaç Mecmuası, Tuba, Osmanlılarda Hayat Ağacı, Simurg Kuşu-Anka-Anak, Şamanın Yolculuğu, Ağaç…

Bilindiği gibi İslâm Tasavvufu’nda, içinde dünyanın, yıldızların, galaksilerin, her şeyin bulunduğu bütün kâinat, “ağaç suretinde” diye tanımlanır… Bu tamamsa, şimdi de oradan paralel evrene atlayalım – hemen bütün mitolojinin temelinde olan, duru görüş – keşif hadisesi… 

Hemen belirtelim ki, bu idrak alanını (keşif) tefekkür tarihine kazandıran, Muhiddin-i Arabî Hazretleri‘dir. Fütuhat-ı Mekkiye’de… Şimdiki ilahiyatçılar, dört köşe modernist kafayla keşfi, fütuhatı hariçte bırakıcı saçma din idrakleri peşinde koşadursun; Batı’nın en büyük şairlerinden Rimbaud, kendi şiir dokusu içinde bu idrakı taklid etmeye çalışır. Onun ilk eserinin ismi olan Illuminations, “Fütuhat” karşılığıdır; Fütuhat-ı Mekkiyye Fransızca’ya “Illuminations de la Mecque” adıyla tercüme edilmiştir. 

Evet, keşif;

Keşif –DURU GÖRÜŞ dedikleri– GÖRMEK

Yâni idrak-bilmek-bakmak-keşfetmek

elde etmek – sefer

ve görmenin GÖRME mânâsına nisbetle bir şube…

 

Bir duvarın arkasındaki bir şahsı

veya bir cismi

kapalı zarfın içindeki yazıyı

başka şehirlerdeki bir hâdiseyi görmede

besbelli ki gözün hiçbir rolü yok

duru görüş bu!

 

Dış dünyadan alınan elektromanyetik dalgalar

zihnimizde görme şeklinde ortaya çıkar

televizyonun bu titreşimi alıp

görüntüye ve sese çevirmesi

aynen mevcut beyinde de

–İngilizce iki kelime–

TELA – beyin zarı

TELLY – televizyon

ve araya göz girmeksizin

görme beyinde oluşur

duru görüş istidadında olan kişiler

görmenin nihayette

bir ruhî sıfat olduğunu gösteriyor!

*

Bütün duyu organlarımız

şu veya bu şekilde

mercekler sistemine göre

gözdeki mercek sistemi daha gelişkin

ama kulaktaki helezon

hattâ derideki idrak kanalları

hep mercek sistemine göre – çalışır!

 

Eğer kaldırılabilirse idrakin önündeki beş duyu

kendimizi sırf dalgalardan oluşan

sonsuz bir âlemde bulabiliriz

iyi veya kötü diye nitelenen her şey

belirli enerjilere tekabül eden dalgalar

biz – bunları seyre dalmamız gereken yerde

onlarla savaşarak ömür sürdürüyoruz…

 

Nesneler veya bilgiler dünyası

bizlerin algıları ile farklılaşmakta

dışlaşmakta – biçim bulup canlanmakta

yâni kâinatta bir bütünlük

bir ana plân ve süreklilik

bizler o çok katlı ana plânın ancak

dalga boylarıyla yankılanmaya girdiğimiz nisbette

o dalganın bilgilerini cisimleştiriyor

buluyor ve mâl ediyoruz kendimize…

 

Duyu organlarımız – ihsaslarımızın emrinde

hislerimiz duyu organlarına bir şey yollamadan

algılanamaz dış dünya

ruhîliğin emrinde algılarımız da

İNSAN – ALLAH KATINDA BAKAN GÖZ BEBEĞİ

BU YÜZDEN ONA İNSAN DENDİ! (a.g.e, s: 636-637)

21 Nisan 2013

 

HAZRET-İ YUŞA  

Hazret-i Yûşâ İslâm kaynaklarında “Nuh oğlu Yûşâ” diye geçer. Hazret-i Musa ile kıssaları meşhurdur. Hazret-i Musa ile “iki denizin birleştiği yer“e gitmesi, orada Hazret-i Musa‘nın Hızır Aleyhisselâm‘la görüşmesi, ledün ilmi tahsil etmesi, vesaire… Peygamber olup olmadığı hakkında İslâm kaynaklarında açık bir bilgi yoktur. Kur’ân’da geçen “genç adam” ibaresinden onun kasdedildiği söylenir.

Kabrinin İstanbul’da, Beykoz yakınlarındaki malum tepede olduğunu, ilk defa Osmanlı erenlerinden Şeyh Yahya Efendi ileri sürmüş. Kanunî‘nin sütkardeşi olan bir Trabzonlu derviş, Şeyh Yahya Efendi… Osmanlılar bu iddianın, tıpkı Ebu Eyyub Ensarî bahsinde olduğu gibi manevî bir keşif olduğuna inanmışlar ve bugün “Yuşa Tepesi” olarak bilinen yerde ona bir “mezar – ziyaret yeri” yaparak yüz yıllarca manevî huzuruna çıkmışlardır.

Günümüzde, özellikle de İslâmcılar, Osmanlıların bu keşfini akla uzak buluyorlar. “Hazret-i Yûşâ hiç İstanbul’a gelmedi” gibi sözler söylüyorlar. Bunu kim bilebilir ki?.. Hazret-i Yûşâ‘nın İstanbul’a hiç gelmediği gibi bir hüküm, hiçbir tarihî kayıtta yoktur. Bilindiği gibi Hazret-i Musa, Mısır’dan Çıkış’ı sağladıktan sonra, devlet kurma aşamasında ölmüş, hareketin sonuna kadar başında bulunamamıştır. Hareketi alıp sürdüren Hazret-i Yûşâ olmuştur.

Onun Filistin civarında yaşayıp öldüğüne dair veriler, iki kaynaktan gelir: birincisi İsrailiyat (ki kadim tarihe bakışta terkedilmesi gereken bir anlayıştır), ikincisi de müteşabih hükümler (onların da tevil ve tabiri lazımdır)… İsrailiyatın ne kadar yanıltıcı olduğu Hititler’den bellidir: İnsanlar, 1920’lere kadar yüzlerce yıl boyunca, Hititler’i Tevrat’ta bahsi geçen küçük bir Filistin kavmi sanıyorlardı. Hâlbuki arkeolojik keşifler, onun bütün bir Anadolu ve Suriye’ye hâkim olan büyük bir medeniyet olduğunu gösterdi. Arkeoloji aynı şekilde Göbeklitepe Harabeleri’ni keşfi sayesinde de eski ve yeni tarih öncesi teorilerine meydan okuyor. Neden Hazret-i Yûşâ bahsinde de benzer bir durum sözkonusu olmasın?

Pekâlâ, bu da benim tezlerimden biri olsun… İleride kısmet olursa ayrıntısıyla da savunurum. Osmanlıların bu konuda geleneğin anlayışından daha çok şeyler bildiğine ve bulduğuna kaniim. Yûşâ Aleyhisselam’ın tam da Şeyh Yahya Efendi’nin işaret buyurduğu yerde medfun olduğuna inanan, buna inanmak için de sadece tarih öncesine dair kanaatlerimizden şüphe etmemiz gerektiğini düşünen, bir avuç İslâmcı’dan biri sayılmaya razıyım!

23 Şubat 2012

Selim GÜRSELGİL

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: