HALİME GÜLSU KATLEDİLDİ
Fertlerinin bir kısmı cezaevinde olan ailelerle dayanışma için kendi aralarında içli köfte yapıp satarken 5 Şubat’ta Mersin’de yapılan baskınla gözaltına alındı İngilizce öğretmeni Halime Gülsu, 20 Şubat’ta da tutuklandılar.
İnsanlarla dayanışma için içli köfte yapmak suç mu?
Bu aileler, isterse aile fertleri Fetullahçı iddiasıyla gözaltına alınmış olsunlar, suç değil. Suç şahsidir ve suçlanan, tutuklanan insanın geride kalan ailesine yardım etmek bizim milletimizin en güzel hasletlerinden biridir. Yoksa o aileyi de cezalandırmış oluruz. İnsanları açlıkla, yoklukla terbiye etmeye kalkmış oluruz ki bu da zaten zulmün şahıdır. Açlıkla, yoklukla terbiye etmeye kalkmak demek, insanları fuhşa, hırsızlığa, arsızlığa, ahlaksızlığa sevk etmek demektir ki, ahlaksızlığın daniskasıdır. Suç ve suçluyla mücadele edeceğim derken suç üreten insanla, suç üretti isnadıyla mücadele ettiği arasında ne fark var? Gücü elinde tutanın, “haklı da benim” demesinden başka nedir ki bu durum? O suç işlerse, haksız, kendisi işlerse güçlü olduğundan ona hesap sorulamaz. Veya, suç işlediği zannedilenlere karşı mücadelede her yol mübah mıdır?
Ceza’nın maksadı ıslahtır ki, burada ıslah değil daha da azdırıcılık söz konusu. O hâlde maksat adalet değil, nefsanî intikamcılıktan başka bir şey olmuyor mu? Yani, aç kalsınlar ve hırsız olsunlar, fuhuş yapsınlar da karınlarını öyle doyursunlar demeye gelmiyor mu bu uygulama?
Hani, PKK’yı PKK yapan 80 ihtilâli sonrası Diyarbakır cezaevidir denir ya, bu uygulamalara bakarak, yarın bir gün kendi karşımıza dikilecek nasıl bir Frankeştayn’a hayat verdiğimizin farkında mıyız acaba? Adaletsizlik, nihayetinde sahibinin gelir bulur. Devlet, nefsanî intikamcılıkla yönetilemez. Devlet aklı bu günü değil, onlarca yüzlerce yıl sonrasını hesaplama yeteneği gerektirmez mi?
Aslında bunlar cevabı bilinen sualler ve zaten ilkeler de böyle zor zamanlar için geçerli. Adalet; “Mutlak’a Adalet”… Ki, isterse muhatap, bizim kin duyduğumuz, nefret ettiğimiz birileri de olsa… Şimdi karşımıza geçerler ve “evet ama…” derler. Zaten mesele de burada. İlkeyi çiğnediğini biliyor ve görüyor olmalarına rağmen bunu yapıyor olmalarında. Zulmün kılıcını bilerek aldılar ellerine. Sonra da gayet samimiyetsizce, demokrasi, hukuk, adalet vs nutukları… Tıpkı Yunan site demokrasileri gibi… Orada da birinci sınıf vatandaşların hakkıydı yönetmek. Kölelerin bir hakkı yoktu. Onlar hiç değilse samimiydi, kölelerin hakları olmadığını en baştan deklare etmişlerdi.
Her müsbet oluşun başı olan samimiyet ahlâka mebnidir, o da fikre. Kuru kuruya samimiyet iddiası olmaz. Fikirde ve ahlâkta kendini gösterir. Fikirde bir teklifi olmayanın samimiyetini ileri sürerek beklenti içine girmek abes… Fikri teklif eden ve onun ahlâkını yaşayan adamdadır samimiyet. Yaşamayı fikir bilen, fikri de yaşayan…
Suç olmayan bir işi yaparken gözaltına alınan Gülsu’nun çok ağır bir hastalığı vardı, çok nadir görülen bir hastalıktı. Tedavisi yoktu ve alacağı ilaçlarla ancak hastalığın ilerlememesi sağlanabiliyordu, o da bir yere kadar.
Halime Gülsuyu içli köfte yapıyor diye gözaltına aldılar. 15 gün şubede kaldıktan sonra da cezaevine sevk edildi…
Kullanması gereken zaruri ilaçları düzenli olarak kullanması engellendi.
28 Şubatçıların serbest bırakıldığı bir ortamda Halime Gülsu’nun ölümüne sebep oldular.
Daha nice insanı cezaevlerinde zamanla öldürdükleri gibi.
28 Şubat zihniyetinin mağduru, mazlumu veya kahramanları gibi…
Onlardan çalınan zamanlar, onların hayatlarının ilgili kısımlarının katli demek değil mi?
Tutuklanıyor ve 5-10 kişinin kalması gereken ama 21 kişinin kaldığı bir odaya konuyor. 3 de çocuk cabası… O şartlarda aldığın ilaç da bağışıklık sistemi ile ilgili bu çok nadir hastalığa pek fayda etmez.
Halime hanım kriz geçiriyor, yoğun bakım ünitesinden gözlem altında tutulması gereken şartlardayken revire kaldırılıp, düşen tansiyonunu yükseltmek için serum bağlanıp sonra koğuşa geri gönderiliyor. Oysa mesele kendi başına tansiyon değil, öbür hastalığın kendisini gösteriyor olması…
Ve, bu ilgisiz ve alakasızlık, baştan savmacılık neticesinde en nihayetinde de bu vahim netice…
Aklımıza 28 Şubat’ın sivil siyasetçi ayağından Mehmet Ağar’ın, artık ayyuka çıkan kanunsuz eylemlerinden dolayı göstermelik olarak birkaç ay cezaevine girme mecburiyeti hâsıl olunca nasıl kendisine özel koğuş hazırlandığı geliverdi… Ve Mehmet Ağar hâlâ itibarlı…
Halime Gülsu katledildi.
Aklıma, Özcan Gümüşoluk gönüldaşımızın eşi rahmetli Halime bacımız geldi; isim benzerliği. O cefakâr ve vefakâr kadın. Kocası ve çocukları için her türlü sıkıntıya katlanan ve her daim gülümserken hatırlayacağım, o mübarek insan. Halime Gümüşoluk da eşinin cezaevinden çıkmasını beklerken, kızlarıyla beraber çıkmış oldukları bir bayram alışverişinden köydeki baba evlerine dönerken yolda geçirdikleri trafik kazası sonrasında haftalar boyu yoğun bakımda kaldıktan sonra vefat etmişti. Özcan tutuklu olmamış olsa, Halime Hanım o gün, o bayram arifesinde alışveriş yapmak için bizim onlara ayarladığımız üç beş kuruş yardımı almaya gelmeyecek, kocası ve çocukları ile birlikte yaşıyor olacağından köye dönmek için o araca binmeyecekti. İki çocuk kaldı geride, pırıl pırıl iki kız çocuğu… Dağıldılar… Zaten özürlü ve bakıma muhtaç olan baba, şehirde annesinin evinde; küçük kız İstanbul’da teyzesinde; büyük kız da köyde, anneannesi, dayı ve teyzeleriyle beraber…
Herşey kader, nasip ama bu kaderin tecellisinde, hadiselere çeşitli derecelerde tesir edici olarak rol alan kişilerin menfi tesirleri derecesinde mesuliyetleri de var.
Bu tesirlerin kimisi doğrudan gösterilemez, o bir sistem meselesidir; halime Gümüşoluk da bu sistemin kurbanıdır o bakımdan.
Kimi tesirler de doğrudan gösterilebilir, sistemle birlikte şahısların mesuliyetleri de göz önüne konabilir ki, Halime Gülsu’nun katli de bu cümledendir.
Vazifemiz, sistem ve sisteme mebni şahıslardan mütevellit her türlü zulüm ve adaletsizliğe karşı mücadeledir. Adaletin sistemini kurmak için…
A. Bâki AYTEMİZ