KUBBEYİ YERE KOYDUK!

KUBBEYİ YERE KOYDUK!

Turgut Cansever’in mimarimiz için yaptığı şu tespit siyasî mimarimiz için de geçerlidir sanıyorum:

-“Hiç bir gecekondu, yaptığımız apartmanlar kadar şehrimizi çirkinleştirmiyor.”

Asırlardır gecekondu deyip eskiyi yıkıyor, yerine yeni deyip apartman dikiyoruz. Mimarideki apartmanların çirkinliğini siyasette bu yeni sistemlerde görüyoruz. Bu çirkinliği gizlemek için tek sığındığımız mağara: Yeni.

Yeni apartman eski gecekondudan iyi değildi. Ne görüntü olarak ne de nitelik olarak. Gecekondu derme çatma idi ancak toplumun ihtiyacını karşılıyor, komşuluk, akrabalık ilişkilerini diri tutuyor, köyündeki toprağından kopup gelen köylüyü gecekondu bahçesindeki bir avuç toprak diri tutmaya yetiyor, gökyüzü ile barışık yaşıyordu. Apartman ise yükseldikçe gökyüzü ile sokağın bağını kopardı, gölgeden ibaret sokaklarda beton yığınından başka birşey kalmadı. Apartman komşuluğu ve akraba bağlarını yıprattı, topraktan kopan yeni nesil sanki hilkatinde toprak değil beton varmış gibi sert, katı ve duyarsız oldu. Yeni apartman eski gecekondudan iyi değildi!

“Yeni, iyi demek değil” diyor Dündar Taşer, “yeni, hakikat demek değil; yeni, ihtiyaç demek değil. Biz bu dipsiz ‘yeni’ tabirine böyle şaşkın bir tehalükle sarıldıkça, başımıza felaketler gelmesi mukadder.” Fakat bu felaketlerin de “yeni” olacağını ancak “iyi” olmayacağını Dündar Taşer’in dediği gibi görmek elzem. Tarihimiz bu felaketlerin şahidi. Fakat bugün tarihçilerimiz suskun!

3. Selim devri ile “Yeni Düzen” arayışı, Batı karşısında mağlup oldukça taklide, taklit ettikçe yok olmaya doğru gitti. Orduyu düzenlemek için yabancı temsilciler getirildi. Yeni felâket idarecilerin bölünmesi; bir kısım devlet adamı “Yeniçeri” taraftarı, diğer bir kısım ise “Yeni düzen/Nizâm-ı Cedid” taraftarı olarak ikiye bölündü. Yeni düzen, eskinin mukavemeti karşısında zayıf ve ürkek kaldı. “Moskof olurum, Nizâm-ı Cedid olmam” diyen Yeniçeri’nin mukavemeti karşısında durmak zordu. Yeni düzenciler yalnız askerî düzeni batılılaştırmaya çalışmadı; İstanbul’a villalar, yalılar yaptırıp gece sefaları ile eğlendiler, mehtabı seyre daldılar. Eski düzenin şiddetli mukavemeti, yeni düzencilerin zenginlik, kibir ve yağmacılığı ve halktan kopuk yaşam biçimi felaketi getirdi. Mukavemet gösteren eski düzen yanlılarının Kastamonulu Kabakçı Mustafa’yı başlarına geçirerek giriştikleri isyan 3. Selim’in şehadeti ile son buldu. Boğaz Nâzırı Mahmud Raif Paşa isyancılar tarafından parçalandı. Nitekim bu değişim, ne eski düzenin kör savunucuları tarafından idrak edilebildi, ne de yeni düzen kendi taraftarlarınca hakkı ile icra edildi. Şatafat, eğlence, yalılar, villalar ile yeni düzeni tesis edeceğini zanneden idareciler çevresinde oluşan zengin ve kibirli yeni düzen zenginleri, “İstanbul zengin beldesidir; fakirler ve müflisler buradan ayrılsın” diyecek kadar pervasızlaşınca yeni düzene mukavemet hem halk arasında hem de devlet adamları arasında arttı. Menfaatleri zedelenen eski düzenciler de bu halden yararlanarak isyan etti ve mukadder olan felâket başa geldi. Bu durum devlet içerisinde zaafı artırdı.

“Bir insan topluluğunun, millet haline getirilebilmesinin, fertlerin müşterek his ve adetlerle, birbirine uygun fikir ve inançlarla, aynı gaye etrafında birlik halinde bulunmalarına bağlı olduğunun bilinmesi lazımdır.” diyor Said Halim Paşa. Asırlardır edindiğimiz müşterek his, fikir, inanç ve gayeyi unutup, farklı gayeler uğrunda varlığımızı sürdürmeye başladığımız andan itibaren felaketler yakamızı bırakmaz oldu. Nitekim isyancılardan kaçan Nizâm-ı Cedidciler Alemdar Mustafa Paşa’ya sığındı. Eski düzen yanlıları 4. Mustafa’yı tahta getirdiler, başta Kabakçı Mustafa olmak üzere eski düzen yanlılarının baskılarından bunalan sultan, Alemdar Mustafa Paşa’yı isyancıları tasfiye için Payitaht’a davet etti. Alemdar İstanbul’a gelip isyancıları yok edince Sultan Mustafa işinin tamam olduğunu düşünerek geri dönmesini istedi. Alemdar Mustafa Paşa sadaret mührünü aldı, hal edileceğinden korkan 4. Mustafa Sultan Selim’i katlettirdi. Canını zor kurtaran 2. Mahmud Alemdar’ın desteği ile tahta çıktı. Biz asırlardır oluşturduğumuz adetleri, kurumları ve teamülleri değiştirip, yeni düzen ve eski düzen çıkar çevrelerinin çatışması ile yıpranırken, Batı, karşımıza çıkacak tek dişi kalmış canavarını hazırlıyordu.

2. Mahmud devri bu karışıklığın ardından gelen keskin bir kırılmanın yaşandığı devir. Asırların pişirdiği idari sistem terk edildi. Yeni düzen arayışını hızlandırırsak çöküşü yavaşlatabilirdik! Vaka-i Hayriye’den Sened-i İttifak’a gecekondunun yıkımına hız verilmeliydi. Vaka-i Hayriye pek hayır getirmedi. Yeniçeri gidiyor yerine başkaları geliyor. Devlet içerisinde çok başlılık, menfaatlerin çeşitliliği, paşaların devleti zaafa uğratacak şekilde gelişen rekabetleri ve iç çekişmeleri. Halledilemeyen Mısır meselesi… Devlet içerisinde oluşan düzensizlik öyle boyutlara varıyor ki Tanzimat’a karşı isteksiz olan Hüsrev Paşa’nın sadrazam olmasına kızan Kaptan-ı Derya Ahmed Fevzi Paşa donanmayı Çanakkale’den alıp İskenderiye’ye götürüyor ve Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’ya teslim ediyor. Ve nihayet Abdulmecid devri yeni düzenin adı Tanzimat olarak karşımıza çıkıyor. Sadrazam Hüsrev Paşa’nın Sultan’dan idamını istediği Reşit Paşa Kasım 1839’da Gülhane Hatt-ı Humâyunu’nu okuyarak Tanzimat’ı ilân ediyor. Biz yeni düzen inşa etme derdine düşüp yeni felaketlere doğru ilerlerken Avrupa sistemini kökleştirip yönünü bize doğru çevirmek meylinde.

Devlet kendi valisine karşı İngiltere, Fransa ve Rusya’nın desteğini arıyor, onlar da valiyi bir şekilde merkeze karşı kışkırtıyor ve destekliyordu. Henüz “hasta adam” teşhisi konulmamış olan Devlet-i Âliyye, hastalığının teşhisindeki hatanın bedelini ağır ödeyecektir. Yenileşmek ne Nizâm-ı Cedid ile son bulacak ne de derde deva olacaktır. Her yeni tecrübesizliği, her tecrübesizlik ise yeni felâketleri tetikleyecek. Devlette uyum ortadan kalkacak, çıkar çevreleri çoğalacak, menfaatler arası pergel iyice açılacak, açıldıkça felaketin boyutu artacaktır. “Her değişikliğin iyilik işareti olduğu inancını taşımak, pek acaip bir vehmin ve gafletin eseridir.” diyor Said Halim Paşa. “Hâlbuki düzelterek ıslah etmek yerine, değiştirme yoluna gitmek, tamamen yeni bir şeyi denemek demektir. Bu durumda ise insanlar, eskiden kazanılmış ve birçok zahmet ve acılara malolmuş olan bilgi ve tecrübelerden mahrum kalır, istifade edemezler.” Bugün karşımıza çıkan değişimin bu çerçeveden tahlili ne yazık ki yapılmıyor, ne toplum doğru bilgilendiriliyor ne de değişim cemiyetin kucağında yetişmiş bir aydın zümresi tarafından omuzlanıyor. Gazete ve televizyonlarda boy gösteren holiganların sahadaki takımlara yönelik sloganları ile ilerleyen bir değişim süreci. Toplum da bu holiganların çığlıklarından başka birşey duymuyor.

Her değişim sahibinin dayattığı anayasa ile açığa çıkıyor. Osmanlı’daki idareyi eline alanın anayasa yaparak bütün sorunları çözeceği kanaati günümüzde de hâlâ alıcı buluyor. Cemil Meriç’in dediği gibi “Anayasa bir ideolojidir. Bir sınıfın menfaatlerini billurlaştıran ve tarihe akmayacaksın diyen bir vesikadır.” Peki, menfaatlerin farklılığı ve ortak gayenin olmadığı bir toplumda bu vesika tarihi durdurabilir mi? Her menfaat çevresinin kendi arkından akmasını istediği tarih, bu talep karşısında nerede durabilir? Toplumun yarısının akmayacaksın dediği tarih, diğer yarısının açtığı arktan akmak için harekete geçerse iktidarı elinde bulunduran zümrenin tepkisi süngü mü olacak? Said Halim Paşa’nın, “Anayasa’nın, cemiyetimizin siyasî ve iktisadî durumunu akşamdan sabaha değiştirecek mucizeli bir kudrete sahip olduğunu; pek bayağı olan iç çekişmelerimizi bize unutturacağını ve hepimizi yalnız Osmanlı vatanının şan ve azametini düşünen necip ve büyük bir Osmanlı ailesi halinde birleştirip kaynaştıracağını ummuştuk.” dediği günden beri bir asır geçti. Cemiyet, yapılan anayasalar ile bir arada tutulamadı, üzerine gelen büyük felâket; Cihan Harbi. Hafıza-i beşer nisyan ile malûldür. Fakat nisyan, toplumun felâketi oluyor. Her ideoloji tarihten hatırlatmak istediğini anlatıyor topluma. Toplumsal hafıza ideolojiye göre değişiyor.

Devlet içerisinde süregelen çekişmeler büyük güçlerin iştahını kabartıyor, Osmanlı aleyhinde oyunlar kuruluyor. 1853’de Rusya ile savaşmak zorunda kalan devlet 1855’de ilk defa dış borç alıyor, Paris’te düzenlenen Barış Konferansı öncesi Avrupalı güçlere şirin görünmek için 1856 yılında Islahat Fermanı’nı yayınlamak durumunda kalıyor. Bu felâketler yetmemiş olacak ki çareyi yine yeni düzende gören devlet adamları Meşrutiyet’in ilânı ve yeni anayasa yapmakta gecikmiyor. Anayasa çare olacak mı bu felâkete yoksa bizzat yeni felâketin müsebbibi mi olacak? “1789’a kadar Fransa’da bir Anayasa yoktur. Bizde vardır; şeriat. Hükümdarın haklarını korkunç derecede sınırlayan bir vesika vardır: Kuran. Hiç bir Anayasa bu kadar amir değildir, çünkü gönülden bağlamaktadır. Bütün değişikliklerin üstündedir. Çünkü Tanrı kelamıdır.” diyor Cemil Meriç. Ardından da anayasanın Osmanlı da düşman grupların eline verilen bir imkân olduğunu ekliyor. Evet, bütün değişikliklerin üzerinde olan kelâmın yerine ortaya atılan her yeni, birbirimize sapladığımız hançere dönüyor. Ve herkesin emeli kendi hançerini eline almak… Her anayasa denemesi, hem tarihten koparan hem de uzaklaştıran yeni bir dönemeç oluyor. Her döndüğümüz dönemeçte geriye dönüp baktığımızda köşelerden başka birşey göremez olduk. Aynı zamanda her dönemeçte ayrılıklar arttı, anlaşmazlıklar derinleşti ve hastalık iyice çaresiz bir hâle büründü. Maziden uzaklaştıkça ve köşelerin sayısı arttıkça acı tecrübelerin muhasebesi yapılamaz oldu. Önümüzü aydınlatacak bir fenerden, maziden de yoksun yürümeye koyulduk bu karanlık labirentte.

Tarih değişimi kaçınılmaz kılıyor, suyu sürekli akan bu nehirde sabit kalmak imkânsız, akıntıya kürek çekmek ise akıl işi değil. Fakat değişim diyerek ruhundan soyutlanan bedenin cesede dönüşmesi de kaçınılmazdır. Bizim yeni düzen arayışımız, ceset üzerinde kıyafet değişiminden ibaret olagelmiştir. Kimse çıkıp ruhun bedene geri dönmesi gerektiğini söylemiyor. Beden ruhuna kavuşunca, kefeni çıkarıp usulünce bir kıyafet biçilir üzerine. Üstadın “İslâm’da idare şekli yok, idare ruhu vardır…” tespiti burada önemli. Bu süregelen felâketlerin müsebbibi bütün değişimler ve yenilikler şekilden ibaret kalmış. Ruh olmayınca her yeni şekil yeni felâketin kapısını aralamış. Velhasıl bir yeni devrin arifesinde ruhsuz bir şekilden kurtulup başka bir ruhsuz şekle sarılacağız. Tanımadığımız, tecrübe etmediğimiz fakat yine bu çağın büyük güçlerince tatbik edildiği için taklid edilmeye lâyık yeni bir kıyafeti ruhundan azade bedene giydireceğiz. Yeni kıyafetin getireceği felâketler ise konuşulmaya değmez. Bu kıyafeti giyen Amerika süper güç olmuş, filan ülke ekonomisi gelişmiş, Fransa bu kıyafetin yarısını giyinmek ile uçmuş gitmiş. Biz de bu kıyafeti giyersek uçup gideriz!

Suat KÜRŞAT

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: