ÇÖL VE DUA

ÇÖL VE DUA

”Dua, dua, eller karıncalanmış;
Yıldızlar avuçta, gök parçalanmış,
Gözyaşı bir tarla, hep yoncalanmış…”
(Necip Fazıl Kısakürek / Zindandan Mehmed’e Mektup)

Lise yıllarım ve akabinde kıymetli büyüğüm Mahmut Reis’in cep telefonu tamir ve satışı yaptığı dükkânının tamir bölümünde kitaplığını süsleyen kitaplara ilişirdi gözüm. Okumayı severdim, okuyup geri getirmem şartı ile verdiği kitaplar üzerine sohbet ederdik. Fikri ile olduğu kadar cismi ile de Mirzabeyoğlu’na benzeyen kıymetli bir insan Mahmut reis. Alçak sesle, tane tane konuşur anlatırdı. Kızdığını, öfkelendiğini ve sesini yükselttiğini görmedim. Mirzabeyoğlu’nu ilk kendisinden dinledim, onunla tanıdım.

Okumayı sevdiğim için Mirzabeyoğlu eserlerini de okudum, gurbette elimdeki kitapları okuyup bitirince internetten kitaplarını sipariş edip, okumaya devam ettim. Fakat fikir dünyam farklı okumalardan beslendi.  Anadolu’nun bahtsızlığı sanıyorum, tercümeler, Osmanlı’yı, kendini tanımadan Batı’yı tanımak isteyenleri sardığı gibi Cumhuriyet dönemi de Anadolu’yu Doğu’dan gelen tercümeler yıprattı. Toplum yapısı, fikir yapısı ya da siyasî şartları bizden çok farklı olan diğer İslâm coğrafyalarından gelen fikirlerin tercümesi bir anda ilmihalimiz oldu. Batı’dan yapılan tercümeler ile oluşan fikirler ne kadar bu topraklarda yabancı olduysa aynı hâl Doğu tercümeleri için de vaki oldu.

Sosyal, siyasal ve tarihsel şartların farklılığını muhasebe dahi edemeden, ”bunu uygularsak kurtuluruz” diye sarıldığımız yeni ilmihallerimiz ile kendimize yabancılaştık. Kendimize yabancılaşıp dışlandıkça hırslandık, doğru “biz”, yanlış “onlar”dı. Onlar; kucağında yetiştiğimiz cemiyet. Evet, cemiyete sirayet etmiş bir hastalık vardı ancak ne biz hekimdik ne de koyduğumuz teşhis doğruydu. Farklı hastalara konulan teşhisi kopya edip üzerinde konuşuyor, dahası hastayı küçük görüyor ve hatta aşağılıyorduk. Ne garip, asıl hasta bizdik fakat farkında değildik.

Bu topraklardan yükselen bütün seslere kulağımız tıkalıydı, reçeteyi sunacak mesihî nefesi hep uzaklarda arıyorduk. Sonra bir ihtiyar delikanlı inad etti, sabretti. Kaba, sert ve itici yaklaşımıma rağmen benden vazgeçmedi. İhtiyar beni Cemil Meriç’in bu ülkesine davet ediyordu. Bu ülkede, okudukça kendimi gördüğüm taklitçilerin dünyasında gezip durdum. Kendimin de başka bir taklit hastalığının pençesinde kıvrandığımı fark ettim. Asıl hasta cemiyet değil, bendim!

Bu topraklardan yükselen seslere kulağımı açan Bu Ülke olmuştur. Bu toprakların sesine kulak verip okumaya devam ederken daha sonra Mirzabeyoğlu’nu, Ali Osman Bey ile yeniden tanıdım. Gerek dergide gerek ise Eyüp’de bana ayırdığı vakitlerde zarif ve nazik üslubu ile fikrin müşahhas hali ile tanıdım fikri. Yıllar önce dinlediğim bir ezginin ”talebe hocası ile ölçülür diyordun” cümlesinde olduğu gibi Üstadını ve Kumandanını yaşayan bir hareket adamının dilinden tanıdım yeniden. Fikir çilesini, azmini ve adanmışlığını Ali Osman Bey’den dinledim.

Gel gelelim Batı’yı ya da doğuyu her hali ile kabul eden bizlerin içimizdeki ızdırap sahibi yüce gönüllü ve bedel ödeyen insanları ölümleri ya da hastalıkları ile hatırlaması felaketine. Bu yazının kaleme alındığı saatlerde Âlemlerin Rabbi’ne hamd olsun ki Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu hayattadır. İnşallah Rabbim, bu sıkıntıyı zindan yıllarında musallat edilen daha büyük sıkıntıların defi için bir şifa olarak vermiştir ve eskisinden daha sağlıklı bir şekilde şuan yatmakta olduğu hastaneden çıkacaktır. Lakin asıl mesele şu ki; ”her canlı ölümü tadacaktır!” ilahi buyruğu gereğince ölüm haktır, fakat ömrünü kucağında yetiştiği cemiyetin kurtuluşuna adamış bir fikir çilekeşinin hatırlanması için ölümünü ya da hastalığını beklemek gafletine düşmektir. Evet, asıl mesele bu topraklardan yükselen bu sese kulağımızı tıkayıp bigâne kalışımızdır. İyi biliyoruz ki bu ızdırap sahibi insanlar cismani ölümden asla ve asla korkmazlar. Fakat ortaya koydukları eserlerinin cemiyet tarafından idrak edilmemesi ve cemiyetin bulunduğu halden kurtulamaması ölümden daha dehşetlidir onlar için.

Bütün bir ömürlerini adadıkları cemiyet nizamının tatbik edilmeyişi, giderek kötüye ilerleyen cemiyetin hastalık hali, bu yüce ruhlu insanların ıstırabını artırmaktadır. Ölüm ya da hiç bir hastalık bu ızdırap kadar acı vermez adanmış ruhlara. Ve cemiyet, işin hakikatinde kendine ağlamalıdır ki Allah bu insanları aramızdan alarak bizi cezalandırmaktadır. Gözyaşında yoncalanacak umutlarıdır bugün yatakta. Elleri karıncalana kadar yapacağı dua aslında kendi kurtuluşunadır. Bu neden ile bugün çölleşen fikir dünyamızı yeşertecek bir umut olarak tekrar hatırlanma payesi verilen Mütefekkir için dua etmek ferd ferd bütün cemiyetin üzerine bir sorumluluktur. Bugün için, yarın için, inşa edeceğimiz geleceğimiz için bu dua etme vazifesini yerine getirmek zorundayız. Bu vazife yalnızca Mütefekkirin ortaya koyduğu fikrin müntesiplerine değil, ömrünü adadığı cemiyetin kendisinindir.

Suat KÜRŞAT

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: