2001’DEN, 2018’E…
2001’DEN, 2018’E…
Eski notlarını karıştırıyor, son bir buçuk aydır ne yapacağını bilemiyor, olanları mânâlandırmaya çalışıyordu. Garip bir sakinlikle sanki bir sis perdesinin arkasındaymış gibiydi. Ve bir ‘’EL’’ onu harekete geçiriyor, o sadece itaat ediyordu. Kimse umurunda değildi… Duası; “Ya Rabbi, sen ayaklarımızı istikamet üzere sabit kıl!”… Öyle ya;
“Malûmu meçhullükten
Kurtarmak asıl dava
İstikamet olmasa
İman derdi bedava”
Salih Mirzabeyoğlu
Böyle karıştırırken notlarını 2001 yılının 7. ayına ait, dostuna yazdığı mektup dikkatini çekti, dikkatle okudu. Tam 17 sene önceki hissiyatını anlatan dosta yazılan mektup;
YETER Kİ EMRET
“Evet, hayatımda yeni bir sayfa açıyorum. Otuz yıllık hayatımda edindiğim tecrübeler, şahit olduğum ve yaşadığım hadiseler, kısaca; gördüğüm, duyduğum her şey ama her şeyden sonra otuz yıllık hayatımın muhasebesini yapıp, bir otuz senemin daha olmayacağı şuuruyla, hayatımda yeni bir sayfa açıyorum.”
Diye başlıyordu elindeki mektup. Tam da “sen ümitlerimi ve ümitlerimizi kayır Ya Rabbi!” diye dua ettiği bir zamanda… Öyle bir hâli yaşıyordu ki, ümitle ümitsizlik arasında gidip, gidip geliyordu. Duyduğu bir söz, okuduğu bir cümle, ya da gözlemlediği olaylardan sonra ümitleri şaha kalkıyor ve “tamam bu iş!” diyordu. Bazen tam aksi… Kabullenmek istemese de ‘’bitti bu iş, buraya kadar!’’ diye ümitsizliğe düşüyordu…
Evet, sevgili dostum, şu an böyle bir ruh hâli içerisindeyim. Şüphesiz beni anlıyorsun. Ve dedim ki kendi kendime, Marifetnâme’den açtığım bir tefeülle başlayacağım mektubuma. İşte çıkan tefeül;
“Teknik icatlardan hangisinin en şaşırtıcı olduğu hususunda bir anket yapılsaydı, mevzuun uzmanı olmayanlardan çoğu, herhalde uzaktan kumandalı aletleri seçerdi. Mesela bir uçak modelleri yarışmasında havada bir şeyin süzüldüğü görülür: aşağıda genç adam, kucağında bir kutu ile durmuş, bir takım düğmeler ve kollarla onu idare etmektedir… Dürüst olmamız gerekirse, bizim de uzaktan kumanda olayına büyü dememiz gerekirdi. Çünkü mevzuunun yabancısı olarak, bunun nasıl olduğunu araştıracak kadar vaktimiz olduğu takdirde, uzaktan kumandayı da anlayabileceğimizden kesinlikle eminiz. Aslında bunu yapmamız da gerekirdi; çünkü böyle başka insanlarca belirlenen bağlantıları bile anlamadığımız bir dünyada yaşamak utandırıcı bir şeydir. Fakat insan hep bu yeniye şaşar da, artık hayret etmediği ve alışık olduğu bir şeyi de aslında pek bilmediğini de unutur… Bir hamala ne istediğimi söyleyebilirim de, bir ata söyleyemem. İnsanlar birbirleriyle konuşma yoluyla karşılıklı olarak birbirlerini yönlendirirler. Bu hadise, dikkatle bakıldığında, uzaktan kumandalı roketlerde olduğundan daha dikkat çekicidir. Sadece mekânda hareketlere yol açılmamakta, tesir ruh haletine, zihniyete, fikriyata, yani ilerdeki bütün davranışın kaynağı olan hazırlığa kadar uzanmaktadır.” (1)
Evet, çıkan tefeül oldukça manidar ve “Dil ve Mânâ’’ başlıklı levhadan. Teknoloji ile ne alâkası var diye düşünülebilir. Oysa insan dil ile insan olmuştur. Dil ile ifadeye döker her şeyi, dolayısı ile doğru ifadelendirmediği her şey dönüp dolaşıp kendisini vurur, vuruyor da. “Yeni dünya düzeni’’ diye yıllardır şuurlara alternatif olarak sunulan şey aslında yeni bir dilin oluşturulması ihtiyacından başka bir şey değildir. Tam da bu bağlamda teknoloji, “makine bilmecesi’’ insanlığın onca keşfine rağmen, doğru muhasebe edilememesi neticesinde insan için ama insanı tüketen bir yere doğru gitmektedir. Günümüz insanının ve bu insanların birbirleriyle olan münasebetlerini az buçuk gözlemliyor isek, hatta kendi münasebetlerimize bakmak bile kâfi; teknolojinin insana sağladığı kolaylıklardan şuursuzca faydalanması, insana insan olma özelliklerini kaybettiriyor. Ama bunun farkında olan çok az, hatta yok bile diyebiliriz. Oysa ilmin putlaştığı, dinin yerini aldığı günümüzde, getirdiği kolaylıklar bize hoş gelebilir. Bütün bu teknolojik yenilikler hayatımıza girdiğinde –ki, bu çok hızlı oluyor– ve sanki bir farzı yerine getirmiş gibi rahatlıyor insan. Daha iyi bir hayatı yaşıyormuş hissine kapılıyor. Teknoloji sayesinde, şüphesiz ki birçok şeyi kolaylıkla bedenini yormadan yapabiliyor; hatta aklını bile yeterince yormadan isteğine ulaşabiliyor. Fakat bunların bedeli olarak, daha doğru bir ifade ile teknolojiyi sorumsuzca ve şuursuzca kullanma neticesinde, kendileri de bir makine oluveriyor. İnsan ilişkileri ister istemez en aza iniyor ya da sanallaşıyor, zamanla hareketler monotonlaşıyor, düşünme faaliyeti ortadan kalkıyor… Netice, insan, insan olmaktan çıkıyor ve makineleşiyor. Gelişmekte olan toplumlarda bu hali gözlemlemek daha kolay oluyor.
Sevgili Dostum; aklın olması gerektiği gibi ruhun emrine verilmemesi neticesinde, insanı ve insanlığı ne hale getirdiği malûm. Aklın doğası itibarıyla her şeyi kavrama çabası ve yine aklın doğası itibariyle her şeyi kavrayamayacağı gerçeği. Avrupa’da 15. Yüzyılın sonlarına doğru başlayan Rönesans ve Reform hareketleri, her şeyi akla bağlama, her şeyi akıl ile çözme cehdi sonucunda belirttiğimiz gibi malûm. Marifetnâme’den açtığım tefeül; uzaktan kumandalı aletlere başta hayretle bakıp, daha sonrasında hadiseyi, şuurlaştıramadığı, muhasebesini yapmadığından, hazmetmeme veya kanıksama da diyebiliriz, başta tabii olarak hayret edilen hadise, bilimsel olarak izahının yapılabileceği eminliğinde normalleşerek hayat içerisinde yerini alıyor. Alıyor da; insan, nasıl makine bir nevi komutla veya düğmesine basılarak çalışıyorsa aynı onun gibi adeta bir komutla çalışır hale geliyor. Vahim olan ise kimse bunun böyle olduğunun farkında değil. Mutlu, mesut modern köleler haline geliyoruz. “Anasını sattığımın teknoloji nelere kadir yahu” anlayışı, insanlık farkında değil ama zamanla kendisini de uzaktan kumanda edilir hâle getiriyor…
Ancak bir sabah kalktığında yıllardır hayatını paylaştığı insan yabancılaşmış, doğurup büyüttüğü çocuğu boş gözlerle kendisine bakıyor ve arada irtibat kesilmiş, komşusu şüpheli bakışlarla onu süzüyor, “güven” denilen insanın en çok ihtiyaç duyduğu duygu yok olmuş, şimdi ne yapacak? Ve nasıl davranacaktır? Sosyal hayat içerisinde kendini ifade etme imkânı bulan insan, hayatını nasıl idame ettirecektir? “Bilim denilen şey ve akabinde insan ve toplum hayatına hızla giren teknoloji bir tek şeye cevap veremez; o da, insanın nasıl hareket edeceğidir. Çünkü bu sorunun cevabını doğruluğu yanlışlığı bir tarafa, din ve ahlâk verir. Bütün bu sorular ister farkında olsun, ister olmasın insanı ve dolayısıyla toplumu süratle öyle bir uçuruma itmektedir ki; “Eğer ilmi yıkmadan kendine hizmetçi yapacak bir ruhun hâkimiyeti gelmezse, madde ve mânâsıyla insanoğlunun sonu geldi demektir. İlim, insanlara hayatlarını istedikleri şekle sokmak fırsatını hazırlayabilir ama, “nasıl” hareket edeceklerini öğretemez… “Nasıl”, yani din ve ahlâkın davası… Duygu kışkırtılabilir, yeni zevkler gösterebilir, psikoloji insanı dışyüzden mânâlandırarak, insan “özü”ne nispet etmeyen tekliflerde bulunabilir, arzular reklam ve propagandayla yönlendirilebilir, ekonomi refah yolunda ilerleyebilir, ama “insan” sır olarak kalır. İnsan hayatının mânâsı ve buna göre yaşaması boyunca uyacağı “nasıl”ın ölçüleri olmadan, aslında bu gayenin kolaylaştırıcı hizmetçisi olmak gereken ilim, mânâsını kaybeder… Herşey insan hayatını daha iyi bir şekle sokma fırsatını hazırlamak için; ama “insan hayatı” bilinmeli ki, ona uzanan yol boyunca “nasıl bir şekle sokma?” meselesi halledilsin…” (2)
Şu anda okuduğum, “İçimizdeki Çocuk” adlı kitabında Doğan Cücelioğlu, insanımızın nasıl birer makineye dönüştüğünü gözler önüne seren çok çarpıcı bir araştırmaya yer vermiş. Sana da aktarayım. Başlıkta oldukça enteresan:
“Yeter ki Emret”
Nokta Dergisi son sayısında, kolay kolay unutulmayacak bir gazetecilik başarısı sergiledi.
Sokaktaki vatandaşın “meşhur bir otoritenin buyrukları”na karşı gösterdiği uyum ve tepkileri ölçtü.
Tiyatro sanatçısı Ezel Akay’a siyah bir pardesü giydirdi, eline bir de megafon verdi. Akay’la Nokta ekibi başladılar kentte dolaşmaya…
Önce Yeni Cami’nin arkasındaki parka gittiler. Hava güneşliydi. Banklarda insanlar oturuyordu. Akay, megafona bağırarak sert bir komut verdi:
“Derhal ayağa kalkın!”
İtirazsız, sessiz kurulmuş robotlar gibi herkes hemen ayağa kalktı.
Eminönü iskelesinde başka bir komut;
“Herkes hemen yere çöksün!”
İskelede kim varsa hemen yere çöktü.
Beyoğlu’nda başka bir komut;
“Herkes sıraya girsin sayım var!”
Herkes hemen sıraya girdi.
Mecidiyeköy’de duvar dibinde başka bir komut başladı;
“Herkes elleriyle duvara yapışsın, ölçüm var!”
Bir fabrika kapısında işçilere komut verildi;
“İçeri girerken herkes parmak bassın şu kâğıda!”
İşçiler parmak basarak girdiler fabrikaya.
Beyaz önlükle lastik eldivenler giymiş bir hanım gazeteci, fabrikanın içindeki kadın işçilere değişik bir komut verdi;
“Herkes soyunsun, bekâret muayenesi yapılacak!”
Kadın işçiler hemen soyunmaya başladılar.
Buna karşılık Boğaz iskelelerinin birinde, vapurdan çıkanlara komut vermediler, kibarca ricada bulundular;
“Film çekiyoruz, lütfen bir dakika durur musunuz?”
Ricayı kimse iplemedi.
Nokta dergisinin yaptığı deney, toplumun ruhsal yapısını gösteren müthiş bir röntgen… Ne kimse komutu verenin kimliğini merak ediyor, ne de herhangi bir direnme gösteriyor…’’ (3)
İşte herkes sistemin bir parçası olmuş dostum, komutla harekete geçiyor ve birer robot!’’
Evet, Sevgili Dostum; yaşadığımız şu günler, saldırılar, geçen onca seneler ve hissiyatımız!.. Komuta uymamak mı suç olan? Değişen ne? “Kim”, “kime” komut verdi?.. Hasta olan biz miyiz? Bizim de elbet bir sahibimiz var. Öyle bir hâle geldik ki, ne istediğimizi hamala değil –çünkü hamal yok– ancak ata, ağaca anlatabiliriz… Sen anladın Dostum, uzun söze ne hacet; “Bize düşen şimdi O’nun ayak izlerine basarak “Adımlar”ımızı atmaktır!”
ESMA TURAN
Dipnot;
1-Salih Mirzabeyoğlu, İbda Yayınları, “MARİFETNÂME – SÜZGEÇ VE ŞEKİL”, 1986. S. 145-146—(66)
2- Salih Mirzabeyoğlu, İbda Yayınları, “NECİP FAZIL’LA BAŞBAŞA – İNTÎBA VE İLHÂM’’ 2. Basım, 1989. S. 88
3- Doğan Cücelioğlu, Remzi kitap evi, ‘’İÇİMİZDEKİ ÇOCUK’’. S. 25